Tevellüt itibarıyla çocukluğu, ergenliği 70'lere, 80'lere denk gelen kuşak hatırlayacaktır. Sinemada ya da televizyonda bir Cüneyt Arkın filmi izlenip akabinde "kanka"larla sokağa akın edildiğinde, filmde görülüp ışık hızıyla hafızaya kaydedilen dövüş sahnelerini birebir tatbik etmek günlük haytalık hayatının vaka-i adiyesindendi. Çocuklar sokakta oyun oynarken aslında bir nevi o filmlerin –bugünün müzikal tabiriyle- cover'ını yapardı. Kimse kötü adam rolünü kabullenmek istemezdi. Bilinirdi ki, o filmlerde istediği kadar güçlü olsun nihayetinde "en pis" dayağı yiyen en kötü adam olurdu.
Herkes mahalle maçlarında nasıl Maradona'ysa, bu "yalancıktan" sokak kavgalarında da Cüneyt Arkın'lığı da kimseye kaptırmak istemezdi. Bol aksiyonlu bu avantür sokak macerasının akabinde yorgun düşen küçük haytalar bakkaldan gazozlarını kaptıkları gibi, derin mi derin "Buruçli mi döver Cüneyt Arkın mı?" tartışmasına girişirdi. Herkes ortaya karinesini koyar, teknikler masaya yatırılır "Cüneyt Arkın döver"ciler, "yerli ve milli" tercihlerin onlara tanıdığı öncelikli geçiş hakkıyla galip çıkarlardı…
Malkoçoğlu, Kara Murat, Battal Gazi, Komiser Cemil, Dünyayı Kurtaran Adam… Ve daha niceleri… İyi ve kötü karakterlerinin köşeleri net ve kalın çizgilerle çizilmiş, temelini mübalağa sanatı üzerine kurmuş Yeşilçam'ın unutulmaz kahramanları hep Cüneyt Arkın'la kazındı Türk halkının aklına. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, arkalarındaki güç ne kadar karanlık olursa olsun kötülüğün, kötü kahramanların eninde sonunda kaybettiği; kâh okkalı bir Osmanlı tokadıyla kâh karatenin sonsuz vurdulu kırdılı imkânlarıyla derdest edildiği o filmler bir tatlı huzur, bir yaşama umudu aşılardı izleyene: Kötünün eninde sonunda kaybedeceği, iyinin, iyiliğin kazanacağı umuduydu bu…
Bizim adımıza kötülerle dövüştü
Gerçek hayat denen meşakkatli âlemde işler böyle yürümese de Cüneyt Arkın filmlerinin dinamiği böyleydi. Cüneyt Arkın bizim adımıza kötülerle dövüşür, hak arar, adaleti sağlamak için mücadele eder, silahına davranır, intikam alır, bedel öder, namusumuzu korur, dünyanın ve hatta uzayın karanlık efendilerine bile kafa tutardı… Biz de günün birinde, hayatın en zorlu döneminde, en resti çekmemiz gereken anda Cüneyt Arkın olabilme hayalimizi cebimizde taşırdık. Ne de olsa Kara Murat bendim, sendin, oydu. Kara Murat hepimizdik!
Cüneyt Arkın'ın tarihi avantür filmleri belki bu dönemin tekniğiyle bakıldığında, imkânsızlıklar içinde çekildiğinden basit, eksik bulunabilir. Ama kimse barındırdıkları azmi, ruhu ve usta oyunculukları inkâr edemez. Hem de ne ustalık! Hem kendi kendinin dövüş koreografı hem dublörü olmuş bu filmlerde büyük usta. Evinin bahçesine itinayla yerleştirdiği trambolinde rol arkadaşlarıyla provalar yaptığını, karakter oyuncularıyla günün yarısını karate çalışarak geçirdiğini tanıklıklardan biliyoruz. Şöhretinin zirvesindeyken İstanbul'a gelen Medrano Sirki'nde gönüllü çalışıp, at binme ve okçuluk eğitimi aldığını da. Sayısız kere tehlikeli sahneler çekerken ciddi kazalar geçirdiğini, vücudunda neredeyse kırılmadık kemik kalmadığını da… Öyle bir adanmışlık onunki. En az 400 filmden bahsediyoruz…
Sanıldığı gibi öyle bir devlet yönlendirmesiyle, teşvikiyle falan da değil hani tarihi filmlere yönelmesi. Onunki avantür tutkusu daha çok… Zaten onun en meşhur dönemlerindeki iktidarlara baktığımızda da öyle bir iz, temayül göremeyiz. Ama bazı sorunları, eksikleri olsa dao filmlerin Cumhuriyet'ten önce de bu topraklarının insanının bir tarihi, bir geçmişi ve kültürü olduğunu hatırlatmadığını kim inkâr edebilir? Türkiye'nin en çok Batılılaşma çabalarının olduğu dönemlerde Arkın'ın ısrarla tarihi kahramanlara yönelişi nasıl görmezden gelinebilir ki? Ya da Osmanlı'ya, İslami değerlere, buralı bir kültüre atıf yapan filmleri… İnkâr edilebilir mi bu çaba? İşte Cüneyt Arkın'ın "yerli" aydınla, modern entelektüel arasına duvar ördüğü yer burası.
Tam da bu noktada bir alıntı yapalım. 29 yıl öncesine ışınlanalım. Cüneyt Arkın'ın Türkiye gazetesinde köşe yazarlığı yaptığı döneme. 14 Aralık 1993 tarihi köşe yazısında bakın, köklerine inerek nasıl anlatmış Arkın Türk aydınının İslam alerjisini: "Türk toplumu ve Türk insanının kişilik yapısı İslam kültürünün, İslam felsefesinin derin ve çok geniş gelenekleriyle şekillendi. Bu değerler ırsi bir kalıcılık gösterip ruhumuza işledi. Bugüne gelince, dünya büyük değişime uğradı. Giderek kapitalizm ötesi bilgi ve bilim dönemine girdi. Türkiye de bundan nasibini almak istedi. Ama kendi geçmişini ruhunda ve ırsiyetinde var olan birikimlerini göz ardı ederek Batı'nın verdiği parlak, göz alıcı sonuçlara özendi. Batılı gibi olmaya, Batılı gibi tüketmeye ve Batılı değerlere özenmeye başladı. Böylece aydın ve entelektüeli, kendi geçmiş öz değerlerini görmemezlikten geldiği ve Batı'nın vardığı son aşamaya bir Batılı gibi o süreci yaşamadan geldiği için ortada kaldı."
Cüneyt Arkın manevi değerlerine ve kültürüne sırtını dönen "modern" aydınlar hakkında şu tespitte bulunuyor aynı yazısında: "Dahası Batılılışma, çağdaşlaşma adına bilinmez bir kompleksle İslam kültürü ve kendi yapısında var olan geleneksel değerleri bilinçsizce bilinçaltına ittiler. İnsanın yapısında mevcut olan sezgiye kulak tıkayan bu durum onları rahatsız etmeye başladı. Bu rahatsızlıktan giderek İslam'la ilgili her şeye karşı olumsuz bir tavra dönüştü ve İslam'a siyasal bir gözle bakmaya başladılar."
Yerli ve milli kahraman
Aman, bu alıntıyı yaptığımız için Cüneyt Arkın'ı belli bir siyasi kampa dahil etmeye çalıştığımız sanılmasın. Arkın hayatının her döneminde kendini bir siyasi kampın adamı olmaktan korudu. Kendini yaftalatmadı. Devletin ezdiği "sağcı"yı da oynadı, emeğinin hakkını kovalayan işçiyi de, vatanını korumak için gövdesini siper eden askeri, polisi de. Türkiye ortalaması kadar muhafazakâr, milliyetçi, 1 Mayıs'ta sinemacıların hakları için yürüyecek, yasaklı olduğu dönemde Yılmaz Güney'e verilmesi gerekirken kendisine verilen ödülü reddedecek kadar solcu, gençliğinde çok çilesini çektiği alkolle mücadele eden kampanyaların sözcülüğünü yapacak kadar insandı!
Ama… Onu "Cüneyt Arkın'lık" yolunda bazen koruyup kollayan bazen de hesaplaştığı bir "Fahrettin" vardı içinde hep. Yoksul, çiftçi bir aileden gelen, bin bir zorlukla okuyarak doktor olmuş bir Fahrettin. Kendi anlatımıyla bazen Fahrettin, Cüneyt'e öğüt veriyordu, bazen Cüneyt, Fahrettin'e. Bazen sulh içindeydiler, bazen savaş… Bu da usta oyuncunun trajedisiydi bir anlamda. O yüzden belki de ilk kitabının adı Adını Unutan Adam'dı. Cüneyt Arkın da aslında, Kara Murat gibi, Malkoçoğlu gibi, Battal Gazi gibi, Komiser Cemil gibi bir kahramandı Fahrettin için. Her film için başka bir ruh haline giren bir kahraman.
Cüneyt Arkın'ın kahramanı…
2001 yılında Adını Unutan Adam kitabı vesilesiyle kendisiyle yaptığımız röportajda kendisini şöyle anlamıştı Arkın: "Avrupa'da George Arkın ya da Steve Arkın, Uzakdoğu'da Lee Arkın, İran'da Fahrettin burada Cüneyt. Ben de adımı unuttum. Ama sevdiklerim bana hep Fahrettin derler mesela. Bu aslında tembihlenmiş bir şey değil, ama asla Cüneyt demezler. Yıllarca yüzlerce insanı, yüzlerce karakteri canlandırdım. Bir ay içinde bir kimlikten sıyrılıp bir başka insan olup, bu arada kendi stilini, Cüneyt Arkın bakışını, Cüneyt Arkın yürüyüşünü yaratmak… Kendine özgü özellikleri kaybetmeden başka bir kişilik içinde oynamak kolay değil. Cüneyt Arkın beleşe kondu bir anlamda. Fahrettin köy çocuğu. Altı yaşından beri toprakla, hayvanlarla uğraşarak okuyarak kendini eğitip doktor olarak, bir yerlere gelmek için çırpınıp duran bir adam. Cüneyt Arkın'ın temelinde doktor Fahrettin'in eğitimi, bilgisi, birikimi olmayaydı ne olurdu kim bilir! Fahrettin Cüneyt'i bazen kolladı, bazen onun hatalarına çok kızdı… Bazen sevdi, bazen sövdü. Ama hep burada, hiçbir yere gitmedi Fahrettin."
Peki, oynadığı karakterler arasında Cüneyt Arkın'ın kahramanı kimdi? Yine aynı röportajımızda vermişti bu sırrı bize büyük usta: "Benim kahramanım ne Kara Murat ne de Malkoçoğlu. Benim kahramanım Vatandaş Rıza. O hâlâ Anadolu'da karşılaştığımız buranın saf, temiz insanının diğer adı. Türkiye'nin kaosunu, çilesini onlar taşıyor omuzlarında. Korkunç bir sefalet çekerek müthiş bir sabırla 'vatanım' diye çalışıyorlar, arılar gibi. Vatandaş Rıza oydu işte. Vatandaş Rıza aslında dünyayı sırtında taşıyor. Rıza, bir kıpırdarsa her şey alt üst olur."