Go, Uzak Doğu'nun klasik oyunu. Bir oyun ama aynı zamanda dünyayı anlamak için metafor. "Bir insanı tanımak için onunla bir el Go oynaman yeterli" demiş eskinin Go ustaları. İnsanı da hayatı da anlatan bir tahta. Zira oyunun ortaya çıkış efsanelerinden birine göre bu oyun şamanların eski kehanet tahtalarından evrilmiş. Hayatı anlamak için tahtaya bazı taşları rastgele atarlar ve sonra ortaya çıkan şekli yorumlarlarmış. Sonralarında ise bu gelenek, daha rasyonel ve aldığımız kararlardan daha sorumlu olduğumuz bir oyuna evrilmiş.
Go'da amaç rakibinden daha geniş bir alanı kontrol etmek. Oyun boş bir tahta ile açılır, siyah ve beyaz sırayla hamle yaparken kendi güç alanlarını kurmaya başlarlar. Burada her seviyeden Go oyuncusunun asla tam olarak çözemediği çelişki ortaya çıkar.
Muhafazakâr davranıp hiç alan ve taş kaybetmeyeceksin ama rakibine göre daha az alana yayıldığın için oyunu kaybedeceksin. Ya da girişimci ve cesur hareket edip az taşla çok tuş vurmaya çalışacaksın ama bu sefer de yeterince güçlü bir zeminin olmadığı için benim sandığın pek çok alanı bir saldırıda kaybedebileceksin.
İfrat ve tefrit
Peki, ne kadar ileri gidebiliriz? Bir insanın gücü neye yeter? Potansiyelimiz nedir? Ne kadar alan alırsak potansiyelimizi yeterince ortaya koyamamış oluruz ya da ne kadar ileri gidersek haddimizi aşmış ve açgözlü olmuş oluruz? Hayatın ve Go'nun aradığı "denge" noktası tam neresidir? Üstelik kalıcı bir dengenin olabilmesi için koşulların sabit olması gerekir. Esmeye başlayan bir rüzgâr, tartıya müdahale eden sürpriz bir misafir dengeyi bozacaktır.
Yani denge statükocu olamaz, koşullara göre yeniden ve sürekli kurulmalıdır. Çünkü aynı nehirde iki kez yıkanmaz ve koşullar da hep değişir. Go tahtasında hayatta olduğu kadar çok etken yok. Siz ve rakibiniz varsınız. Ama yine de kendi başınıza "denge"yi arayamazsınız. Rakibin her hamlesinde oyun yeniden kurulur ve siz baştan başlarsınız.
Bu size biraz Sisifos'un meşhur sürekli taşı tepeye taşıması efsanesini hatırlatmadı mı? Taş bir yerde sabit kalmaz. Yukarı taşınır ve aşağı düşer. Denge denilen şey de budur belki. Yani yegâne bir amaca ulaşıp dengenin tahtına kurulamazsınız. Sürekli taşı taşıma çabası ya da uğraşın kendisi "denge"dir. Yani denge bir amaç değil bir yaşama biçimidir. Zira mutlak bir denge oluşmasına entropinin temel ilkesi izin vermeyecektir. "Denge"ye gelen her sistem dengesini yitirecektir.
Asla olamayacak olmanın dayanılmaz hafifliği
Mutlak bir denge yoksa mutlak bir bilgelik de yoktur diyebilir miyiz? En bilgemizi tespit edebilsek bile o birkaç saniye öncesine ait bir bilgi olacaktır. Go oyuncuları da asla "olmuş olmazlar." Ben bu işi bitirdim diyemezler. Go'nun bir insan için sonsuz sayılabilecek olasılıklar dünyasında her zaman araştırırsınız, daha iyisini ararsınız. Çünkü her zaman daha iyisi vardır.
Tersinden bakarsak, her zaman da daha kötüsü vardır. Evet, Go'dan öğrendiklerimden biri de bu benim. Çoğu zaman en kötüsünün kendimizin ya da ülkenin başına geldiğini ya da birinin en şanslı olduğunu düşünürüz. Hayır, her zaman daha iyisi ve daha kötüsü vardır. Dünya anlık görüş açımızın çok ötesine uzanır. Go da öyle. Zira Murphy der ki: "Go'da her zaman, oyun bittiğinde, nasıl oynamanız gerektiğini anlarsınız." O anladığınız şeyi oynamış olsaydınız da oyun bittiğinde başka bir şeyi anlamış olacaktınız: Bu biraz maç bittikten sonra kaybeden takımın neden kaybettiğini anlatan futbol yorumcularına benzer. Maç bittikten sonra herkesin fikri vardır.
Esas olan olacakları, olmadan ne kadar öngörebiliriz? Go oyuncusu bunu düşünür hep, zihninde yatayda ve dikeyde olabildiğince çok hamle serisi tarar. Asla hepsini tarayamayacaktır ama ne kadar çok tarayabilirse de o kadar çok iyi olacaktır. Tutkuyla işini yapan birçok insanda bunu görmez miyiz? Bilim adamı, sanatçı ya da usta bir zanaatkâr. Kendisinden çömezlerde görülen özgüven onlarda yoktur. En iyisine ulaşamayacaklarını bile bile daha güzelini, daha doğrusunu ararlar.
Asıl mesele ne kadar ileri gidebildiğin
İşinde bu kadar iyi olup özgüvenin tam olmamasının anlamı nedir? En iyiler gururla etrafta dolaşmayacaksa kim dolaşacak? Mesele şu ki burada kendinden şüphe etme ya da kendini beğenme meselesi başka insanlara göre değil, hakikate göre gerçekleşiyor. Bir makro fizikçi, diğerlerinden ne kadar iyiyim demeyi bırakmış olabilir, merak ettiği şu: Gerçeğe ne kadar yaklaştım? Go için de aynısı geçerli.
Bununla ilgili şöyle bir klişe söz vardır: Tavla kadere, satranç rakibe ve Go insanın kendisine karşı mücadelesidir diye. Bir Go oyuncusu da her fani gibi kaç galibiyet aldığından, derecelerinden, seviyesinden sevinebilir ya da yerinebilir. Ama asıl mesele senin ne kadar ileri gidebildiğin? Kendi ön yargılarını ve sınırlarını ne kadar zorlayabildiğin? Kendini başkasıyla nasıl kıyaslayabilirsin ki? Herkesin farklı bir öyküsü var: Genleri, çocukluğu, ayırdığı zaman, eğitmenleri, formasyonu vs. Farklı iki insanı bir alanda kıyaslamak elma ile armudu kıyaslamaktan daha beteri olabilir.
Bu sebeple tüm yarışmaları Go'nun özüne yapılan bu gönderme ile yeniden kurgulayabiliriz: Kim kimi daha çok geçti değil, kim kendisini daha çok değiştirdi? Peki, bunu nasıl ölçeceğiz? Ölçemeyeceğiz. Zira bu olimpiyatlar sadece içimizde gerçekleşecek ve madalyası ise hayata atılan ince bir tebessüm olacak.
* Go oyuncusu, İstanbul Go Okulu ve Go Strateji Derneği kurucularından.