Esra Çiftçi: DOĞUSUZ TOPLUMLAR: “UZAK DOĞULULAR” BATI DÜŞÜNCESİNDE UZAK DOĞU İMAJININ EVRİMİ

DOĞUSUZ TOPLUMLAR: UZAK DOĞULULAR BATI DÜŞÜNCESİNDE UZAK DOĞU İMAJININ EVRİMİ
Giriş Tarihi: 24.05.2022 14:02 Son Güncelleme: 24.05.2022 14:02
“Uzak Doğu” her zaman bugün olduğu gibi anlaşılmamıştır. Onun da şatafatlı günleri olmuştur. Üstelik bir zamanlar Avrupa’nın hayranlık duyduğu ve örnek aldığı “Uzak Doğu”nun bugün nefret söylemi ile birleşen düşüş hikâyesi biraz hüzünlüdür.

Ne uzak ne yakın, "Batı" sadece "Batı" olarak hep yüzlerin kendisine çevrildiği yöne kurulmuş otururken "Doğu" uzak, yakın veya orta gibi ötekileştiren ve genelleyen sıfatlardan biri önüne gelmeden anlaşılamayan bir diyardır. Bir zamanlar dünyanın merkezinin kendisi olduğunu düşünen Çin, Japonya, Kore gibi ülkeler bugün dünyanın bir ucunda kalmıştır. Asya Amerika'nın batısı, Avrupa doğusu olmasına rağmen, doğu denildiğinde zihinler Avrupa'yı atlayıp Asya'ya konmaktadır.

Benzer şekilde haritalarda dünyanın doğu bloğuna yerleştirilmiş bu ülkeler batısı olan ama doğusu olmayan ülkeler gibi algılanır. Bu da onları doğulu olmaya mahkûm eder. "Uzak Doğu" ülkelerinden bazıları hala kendilerini dünyanın merkezinde gösteren haritaları kullanıyor olsalar da kendi milletlerinin zihinlerinde dahi kendilerinden öte bir doğu kalmamıştır.

Aslında hem kültürel hem de mekânsal açıdan Uzak Doğu bize en az (Uzak Batı) Amerika kadar yakın olmasına rağmen ona karşı hislerimiz ve algılarımız farklıdır. Yaptıkları akıl almaz olan bu insan yığınları bir yandan Konfüçyüs veya Buda'dan yapılan alıntılarla bizi çekse de bir yandan da acayip ve anlaşılmazdırlar. Dilleri en az diğer ülkelerinki gibi öğrenilmesi zor olsa da yazım ve sesletimdeki farklılık nedeniyle yabancılaşma ve uzaklık hissini körükler.

Dünyanın en zengin ve köklü mutfağına sahip olmalarına rağmen ne yediklerinin belli olmadığı düşünülür. Mistik düşüncesi Uzak Doğu'yu bir nebze çekici kılsa da bu hayranlıktan ziyade kısa süreli bir meraktır. Göreceli ve değişken "uzaklık" algılarımız bizi bölgeye yabancılaştırsa da "Uzak Doğu" her zaman bugün olduğu gibi anlaşılmamıştır. Onun da şatafatlı günleri olmuştur. Üstelik bir zamanlar Avrupa'nın hayranlık duyduğu ve örnek aldığı "Uzak Doğu"nun bugün nefret söylemi ile birleşen düşüş hikâyesi biraz hüzünlüdür.

Doğunun çıkış yolu olduğu devirler

Çin 15. yüzyıl dünyasında zenginliği hakkındaki söylentilerle Avrupalıların hayallerini süsleyen bir yerdi. İlk olarak maceraperest Kristof Kolomb Çin'e ulaşmak için yola çıkmıştır. Avrupa olmayan her yerin adının doğu olduğu bu zamanlarda Kolomb'un hedefi Marco Polo'nun yaldızlayarak anlattığı Çin'de zengin olmaktı. Serüvenin sonunda her ne kadar kendini daha batıda, Amerika'da, bulmuşsa da Avrupa'daki yoksulluktan bir çıkış yolu olarak doğunun ve Çin'in zenginlikleri hayalleri süslemeye devam ediyordu.

Bu sebeple Portekizli korsanlar, misyonerleri de yanlarına alarak yeniden yola koyuldular. Zengin ama ahmak ve barbar bir toplumla karşılaşmayı uman Portekizliler hem Japonya hem de Çin'de hayallerinin de ötesinde güçlü bir uygarlık buldu. Ancak Çin limanlarında korsanlık ve yağmacılık yapan, insanları kaçırarak köle olarak satan "barbar" Portekizlilerin imparatorluğa girişi yasaklandı. Giriş izni alabilmek için kırk yıl Çin limanlarının kapılarında bekleyen Portekizliler, ancak kendilerini Budist rahipler olarak tanıtan misyonerler aracılığı ile içeriye adam gönderebilmeyi başardı.

İlk kez gerçek Çin'i görme şansı elde eden misyonerler karşılaştıkları manzara karşısında adeta büyülenmişlerdi. İçeriden yazdıkları mektuplar ve raporlarda Çin'i Avrupa'nın aksine barış, sükûnet, istikrar ve düzenin ülkesi olarak tasvir ettiler. Devasa verimli toprakları, güçlü ve eğitimli nüfusunun yanı sıra erdemli toplumu, geniş kütüphaneleri, sanata ve nezakete olan düşkünlüğü ile Çin, Avrupa'daki iç savaştan çıkıp gelen misyonerleri derinden etkilemişti. Hristiyan olmamasına rağmen bir millet ancak bu kadar medeni, rasyonel ve erdemli olabilir diye yazıyorlardı.

Her ne kadar misyonerler Çin'in gelişmişliği karşısında Avrupa'nın çok geride olduğunu farkında olsalar da yanlarında getirdikleri mekanik saatler, mantık ve matematik kitapları ve Rönesans tabloları ile Çinlilerin gönlünü kazanmaya ve medeni bir Avrupa imajı çizmeye çalıştılar. Sömürgecilerin keşifleri sayesinde gelişmiş bir coğrafya bilgisine sahip olan Matteo Ricci, imparatoru ve Çinli elitleri etkilemek için bir dünya haritası hazırladı. Ancak dünyanın merkezinde kendilerinin olduğunu düşünürken, haritanın ortasında Avrupa'yı gören Çinliler sinirlendi Ricci'yi azarladılar. Ricci, bir yandan merkezde Çin olacak şekilde haritayı yeniden çizerken bir yandan da Çinlilerin bu kendinden emin tavrı ve benlik algısını "kibirlilik" olarak tarihe not düştü.

Medeniyet hiyerarşisi

Aslında Ricci'nin bu şaşkınlığı ve kızgınlığının ardında önemli bir gerekçe yatıyordu. Zira orta çağlar boyunca Hristiyanlığın üstünlüğü ve medeniliğini vurgulayan Katolik Kilisesi diğer insanların barbar ve ilkel olduğunu öğretmişti. Ancak bu dünya tasavvuru, Çin ve Japonya ile karşılaşmanın sonucunda adeta yerle bir olmuştu. İmansızların Hristiyanlara olan üstünlüğü, her bir örnek olayda mevcut tasavvuru sorgulatıyordu. Bu durum 16. yüzyıl sonlarında Hıristiyan olmayanların da medeni olabileceğinin kabul edilmesi ile sonuçlandı. Ancak yine de medeniyet hiyerarşisinde Hristiyan Avrupa bir şekilde en üstte yer almalıydı.

Çin ve Japonya gibi Hristiyan olmayan milletlerin gelişmişliği sadece dünyevi konularda olduğu için medeniyet hiyerarşisinde ikinci ve üçüncü sıraya yerleştirildi. Zira bu dönemde kilise için üstünlük dinle ilgili bir meseleydi. Dinin yanı sıra Avrupa'yı ayrıcalıklı kılan başka unsurlar da yok değildi. Bazı misyonerlere göre alfabetik bir yazı stiline sahip olduğu için Avrupalılar daha akıllıydılar. Çinliler ve Japonların ideografik yazım tarzı zihinsel gelişimlerini tamamlayamadıklarını ve daha ilkel olduklarını gösteriyordu.

Ancak Avrupalı ülkelerin Çin ve Japonya ile savaşamayacağını anlayan misyonerler farklılıklar yerine ortaklıklara odaklanarak barışçıl bir ilişki kurmaya yöneldiler. Avrupa'nın üstünlüğünü beyaz tenli olmasına bağlayan bazı misyonerler Çinlileri de beyaz tenli olmaları nedeniyle yücelttiler. Hintliler, Afrikalılar veya Meksikalıların aksine Çinliler ve Japonlar Avrupalılar gibi beyaz tenli oldukları için medeni ve rasyoneldiler. Yazdıkları övgü dolu mektuplar, raporlar ve yaptıkları tercümelerle misyonerler 1500'li yılların sonlarından itibaren bir Çin fantezisi başlattılar.

Avrupa'nın Çin hayranlığı dönemi

"Sinophilia" olarak da isimlendirilen ve 1600-1800 yılları arasında Fransa başta olmak üzere batılı ülkelerde hızla yayılan Çin hayranlığı, kısa sürede Avrupa'yı etkisi altına aldı. Zarafeti, inceliği ve hassasiyeti ile egzotik ve güzide Çin medeniyeti, giyim kuşamdan, bahçe düzenlemesine kadar pek çok alanda aristokratların ve üst kesimin hayatında yerini alamaya başladı. Çin'den gelen porselenler ve paravanlar zenginlerin evlerini süslerken, aristokrat kadınlar arasında Çinlerin çayı seremonileri bir alışkanlık haline geldi. Bazı ressamlar zihinlerindeki zarif ve refah dolu Çin'i tablolarına yansıttı. Tekstilden mimariye kadar Çin esintileri her yerde kendini göstermeye başladı. Gerçeklikten bağımsız olarak zihinlerde olumlu ve medeni bir Çinli imajı vardı. Üstelik Çin'e hayranlık maddi kültür kadar Avrupa'nın düşünce dünyasına da sızdı.

Çince öğrenen misyonerlerin Konfüçyanist ve Budist metinleri Avrupa dillerine tercüme etmesiyle bilge Konfüçyüs'ün düşünceleri Avrupalı aydınları etkiledi. Leibniz, Voltaire, Christina Wolf gibi düşünürler maddi kültüründen ziyade Çinlilerin ahlak ve erdemine hayranlık duydular ve Hristiyanlığı yeniden yorumlama girişimlerinde Çin felsefesinden ilham aldılar. Benzer şekilde Spinoza Budizm'den esinlenerek panteist bir sistem önerisi sundu.

Kiliseden bağımsız bir dünya hayali kuran aydınlanmacılar için Konfüçyanizm ve Çin'in dini-siyasi yapısı bir başka esin kaynağı oldu. Çin düşüncesinde kendi ideallerine yakın fikirler bulan aydınlanmacı düşünürler Konfüçyüs'ü ve Çin felsefesini yücelttiler. Kadim Çin bilgeliği söyleminin popülerlik kazandığı bu dönemde, Çinliler erdemli olduğu kadar hikmetli, bilge ve ağırbaşlı bir millet olarak tahayyül ediliyordu.

Yüzlerini tamamen Doğu'ya dönen Batılı düşünürler, kilisenin otoritesini sarmak için Konfüçyanizm'den ve Çin felsefesinden yararlandılar. İçlerinde devlet sistemi ve ekonomide Çin'in model alınması gerektiğini savunlar dahi vardı. Çin yüksek uygarlık seviyesi olarak görülüyordu. Bu aynı zamanda Çin'in dünya tarihinin dönüşümü sürecinde modern Batı'nın temellerinin atılmasında gayri ihtiyari rol oynamaya başladığı anlamına geliyordu.

"Sarı ırk" ve "Uzak Doğu" söylemi

18. yüzyıl sonlarına doğru Çin sevgisi yerini yavaş yavaş nefrete (sinofobi) bırakmaya başladı. Montesquieu Çin'i despot bir krallık olmakla itham etti. Çin'deki barış ve istikrarının korku ile temin edildiğini savundu. Robinson Crusoe'nun yazarı Defoe, Father of Adventures adlı kitabında Çinlilerden nefret eden Crusoe karakteri üzerinden, Çinli bilgelerin hikmetli sözlerini beş para etmez laflar olarak gösterdi. Ona göre açgözlü Çinlinin zekâsı ancak kurnazlıkta işe yaramaktaydı.

David Hume ve Adam Smith ise Çinlilerin Avrupa'ya değil, Avrupa'nın Çinlilere örnek olması gerektiğini dillendirmeye başladı. Bilim ve teknikte ilerleyen ve kendisini tüm milletlerden üstün görmeye başlayan modern AvruAvrupalı için medeni, zarif, bilge Çinli yavaş yavaş barbar, görgüsüz, kaba veya kurnaz bir karaktere evirilmeye başlamıştı.

Bir zamanlar beyaz ırk oldukları için övülen ve medeni olarak ifade edilen Çinlilerin beyaz değil sarı ırk olduğu iddia edildi. Medeniliği Avrupalı beyaz ırka özgü gören Kant'a göre Çinliler, Japonlar ve Koreliler sarı ırk oldukları için koyu tenlilere göre daha gelişmiş olsalar da Avrupalı gibi olamazlardı. Kant sonrasında sarı ırk söylemi o kadar yerleşti ki Japonlar, Çinliler ve Koreliler bugün dahi kendilerini beyaz değil sarı ırk olarak görmekte ve bunun bir eksiklik olarak algılamaktadırlar.

19. yüzyıl düşünürleri arasında Avrupa'yı Doğululardan ayrıştırma gayretleri devam ederken, Çin ve Batı arasındaki ipler Afyon Savaşlarıyla tamamen kopma noktasına geldi. Savaş İngilizlerin Çinlilere afyon satarak halkı uyuşturucu bağımlısı yapma ve karşılığında ürün satın alma girişimine karşı başlatılmıştı. Ancak savaş sonucunda Çin yönetimi gerilerken Batı'daki imajı da daha olumsuz bir hal aldı.

Bu dönemlerde (1800'ler) İngilizler hem İngiltere'nin doğusunda kalması hem de en uzak sömürge alanı olması nedeniyle bölgeyi "Uzak Doğu" olarak isimlendirdi. Aslında din, etnik köken, kültür ve dil açısından birbirinden tamamen farklı olan ve çeşitlilik arz eden "Uzak Doğu", sömürgeci zihnin oryantalizm kokulu bir kavramı olarak tüm dünyaya yayıldı. Günümüzde bu ülkeler kendilerini "Uzak Doğulu" olarak değil, "Asyalı" veya "Doğu Asyalı" olarak tanımlamayı tercih etse de bu değişim 19. yüzyılda temelleri atılan olumsuz imajı değiştirmekte yeterli olamadı.

Zihinlerdeki Batı merkezli Doğu algısı

19. yüzyıl sonlarında Amerika başta olmak üzere Batılı ülkelerde çizilen karikatürlerle olumsuz Uzak Doğulu imajı daha da güçlendirildi. Örneğin 1850 sonrasında Amerika'ya göç eden ve nüfusları yüzde 0,2 olan Çinliler kunduracılıkta, kuru temizlemede veya paketleme fabrikalarında çalışmalarına rağmen Amerikalılar Çinlilerin varlığından kaygı duymaya başladı. Bazıları onların ülkeyi tekelleştireceklerinden korktu. Çinlileri dışlama yasası çıkarıldı.

Bu kaygı 1880'li yıllarda George F. Keller tarafından karikatürlere taşındı. Karikatürlerde Çinliler çirkin, meymenetsiz suratlı, uzun tırnaklı, tıknaz ve uğursuz bakışlı olarak resmedildi. Çinlilerin dışlanması ve katledilmesine karşı çizimler yapan bir diğer karikatürist Thomas Nast'ın eserlerinde dahi Çinli tipoloji değişmemişti. Nast'ın karikatürlerinde Anglosakson Amerikalı güzel bir kadın veya centilmen bir beyefendi iken zayıf ve savunulası Çinli çirkin ve uğursuz görünümü ile boy göstermeye devam etti.

Bir zamanlar Avrupa'nın birtakım amaçlarla başlayan Uzak Doğu hayranlığı ve idealizmi, aşağılama ve horgörü ile sonuçlanmıştı. Amerika ve Avrupa'nın Çin veya Uzak Doğu ile hesaplaşmasının bir yansıması olarak üretilen imajlar tıpkı Doğu-Batı algımızda olduğu gibi küreselleşmenin de etkisi ile daha hızlı bir şekilde evrensel bir boyut kazandı. Her ne kadar bugün siyasi ve akademik camiada Uzak Doğu kavramı "Doğu Asya" ve "Asya" kavramları ile değiştiriliyor olsa da zihinlerdeki Batı merkezli imaj ve algı değişimi, kavram değişimi kadar hızlı olmayacak görünüyor.

BİZE ULAŞIN