Süleyman Arif Özkut: HİLAL İLE GÜNEŞİ DOST EDEN BİR GEMİNİN HİKAYESİ: ERTUĞRUL FIRKATEYNİ

HİLAL İLE GÜNEŞİ DOST EDEN BİR GEMİNİN HİKAYESİ: ERTUĞRUL FIRKATEYNİ
Giriş Tarihi: 20.05.2022 14:29 Son Güncelleme: 20.05.2022 14:29

Anadolu coğrafyası dünden bu güne konumu itibarıyla gözlerin üzerinde olduğu bir bölgeydi. Üstelik bu özelliği Osmanlı devrinde daha geniş bir hâkimiyet alanında daha bariz bir şekilde kendini gösteriyordu. Balkanlar yoluyla Avrupa'da; Kafkaslar yoluyla Avrasya'da ve güney vilayetlerinden dolayı Ortadoğu'da hüküm sürüyordu. 19. yüzyıl itibarıyla hızlanan çözülme rüzgârına karşı hayatta kalmak gittikçe güçleşirken büyük güçlerin aralarındaki rekabeti fırsata çevirerek var olma kaygısı kendini gösteriyordu. Sultan İkinci Mahmut'tan itibaren uygulanan denge politikası, iki yüz yılı geçen Türk siyasi hayatında başarılı sayılabilecek siyasetçilerin ortak özelliği oldu. Bunların en başında gelen isimlerden biri ise Sultan II. Abdülhamid'di.

Bulunduğu çağın yirmi hatta elli yıl ilerisini ön görerek politikalarını buna göre belirlemek dâhice bir davranıştır. Sultan Abdülhamid de devrin imkân verdiği bütün araçlarla bunu sağlamak adına adımlar attı. L'Illustration, Le Monde, Times ve diğer büyük gazete ve yayın organlarını en ince sütunlara kadar günübirlik incelettirmeyi ihmal etmeyen Sultan, istihbarat kaynaklarıyla da dünyada değişen şartları ve oluşan yeni düzeni idrak etmiş ve bu yönde adımlar atma gereğini duymuştu.

Sultan Abdülhamid'in dış politikası incelendiğinde 1880'lerden 20. asrın ilk yarısını yani 50-60 sene sonrasını öngördüğünü söyleyebiliriz. O yıllarda henüz iç savaşlarını tamamlayıp büyük devletler ligine en alt sıralardan dâhil olmaya başlayan ABD ile ilişkileri buna örnektir. Sultan, dünyanın en büyük şahsi fotoğraf albümlerinden birini -Yıldız albümlerini- Amerikan başkanına hediye etmiş, karşılıklı büyükelçiler tayin edilmiştir.

Hediye edilen albümlerde Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgelerinin şehir ve insan manzaralarının resmedildiği düşünüldüğünde sosyo-kültürel bir bağ uyandırma kanısı oluşturur. Ancak ABD'nin de içinde bulunduğu azınlık okullarından faaliyet alanlarına, Osmanlı silah ve imalat fabrikalarına kadar ayrıntılı oluşu siyasi ve askeri bir özelliği de olduğunu ortaya koyar.

Sultanın ileri görüşlülüğü

Başka kimseyle paylaşmadığı bu koleksiyonunu bir tek ABD'ye açması onu kıta Avrupası ülkelerinden farklı vizyonda ve siyasette gördüğünü, gelecek vaat eden ve daha küresel bir oyuncu olacağını öngördüğünü gösterir. İ. Ortaylı tarafından da adlandırıldığı kadarıyla imparatorluğun en uzun yüzyılında Rusya ve İngiltere gibi iki büyük güç günden güne Osmanlı'yı tasfiyeye niyetliydiler. "Doğu Sorunu" olarak adlandırılan Osmanlı'nın ortadan kaldırılması planı üzerine Avrupa'da ciddi analiz ve çalışmalar yapıldı.

Sultanın ise Rus saldırgan emperyalizmine karşı İngiliz kartını kullanarak 93 savaşını bitirmek, kayıpların belirleneceği anlaşma faslında ise İngiliz diplomasisini o yıllarda milli birliğini yeni tamamlayarak siyaset sahnesine güçlü çıkan Almanya ile dengelemesi bu politikanın en genel özeti şeklindedir. 93 harbi boyunca ve devamındaki süreçte bu olacaktı.

Almanlar ile dostluk ilerleyen yıllarda gittikçe artacak, İngilizlerin Ortadoğu planları karşısında Hicaz demiryolu ve silah modernizasyonları dâhil birçok konuda Almanlarla ortak hareket edilecekti. Kayzer'in iki ziyareti ve Çanakkale Krupp tahkimatlarının İstanbul'a olası bir İngiliz saldırı ve işgali hazırlığına karşı yapıldığı açıktır. Sultanın kuzeydeki komşusu Rusya'yı dengelemek için planladığı yeni bir dostluk hamlesi ise Japonya ile olan ilişkisidir.

Japonya Avrupa'dan çok sonra sanayileşmeye başlamıştı. Ancak sadece yirmi yıl gibi bir süreçte sanayi inkılabı kazanımlarını elde ederek geçmişten gelen demir-çelik deneyiminden dolayı bir sanayi merkezi olmuştu. Adını reformcu imparatordan alan ve Meiji Restorasyonu olarak da adlandırılan dönemde Batılılaşan Japonya geleneksel modernleşmesini tamamlayarak doğuda gözleri alan bir ışıltıyla büyük güçler arasındaki yerini almıştı.

Uzak Doğu ile yakınlaşma

İkinci dünya savaşında atom bombasıyla durdurulana kadar ilerlemesi devam eden bu küresel gücü ilk fark eden ve onunla siyasi yakınlık kurmaya çalışan Sultan Abdülhamid oldu. Abdülhamid mesafelerin çok ötesinde de olsa yeni ve parlayan müttefikler bulma anlayışını takip ediyordu.

Halife böyle bir dostlukla doğuda Rusya, İngiltere ve Çin hegemonyasındaki Müslüman unsurlara yaklaşma ve var olan bağı güçlendirme stratejisi izliyordu. Ayrıca Müslüman sömürgelerinde kan ve gözyaşıyla hükmeden Avrupalılara karşı İslam'a hiçbir önyargısı olmayan böyle bir gücün varlığı dostluk adımının atılmasında itici bir güç vazifesi de görecekti.

İlişkiler Japonya'nın adımıyla başladı. Sultanla görüşmek için 1881 yılında gelen ilk Japon heyetinde Prens Kato Hito (Komatsu) da bulunuyordu. Prensin de talebi üzerine siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi konusunda karşılıklı anlaşmaya varıldı. Sultan Uzak Doğu'daki yeni müttefikine birinci dereceden murassa nişanı gönderirken imparator da ona en büyük Japon nişanı olan Krizantem ve samuray zırhı armağan etmişti.

İlişkileri artırmak ve iade-i ziyaret amacıyla Japonya'ya bir heyet gönderilmesi kararı alındı. Aynı zamanda Bahriye öğrencilerinin pratik deniz bilgilerini artırmak amacı da güdüldü. Gidecek gemi ise Sultan Abdülaziz devrinde donanmaya kazandırılan Ertuğrul fırkateyniydi. Siparişi 1854'te İngiltere'nin Portshmouth tersanelerine verilen ve 1863'te de denize indirilen Ertuğrul, ahşap uskurlu fırkateyn sınıfından buharlı bir gemiydi.

İki yıl sonra İstanbul'a gelmişti. 1885'te tekrar donatılarak okul gemisi haline getirilmişti. Ancak kömür kazanından kaynaklanan küçük arızalar geçirdiği için yola çıkışı tartışmalara sebep olmuştu. Her şeye rağmen yola çıkmasına karar verildi. Motor ve aksamındaki bütün olası problemlere karşı bakım ve onarım çalışması büyük bir titizlikle sürdürüldü.

Uzak Doğulu Müslümanların yoğun ilgisi

Komuta için Yaver Osman Paşa görevlendirildi. Fırkateyn 14 Temmuz 1890'da İstanbul'dan ayrıldı. Süveyş Kanalı'ndan geçerek Hint okyanusu üzerinden Japonya'ya doğru yol aldı. Yol boyunca güzergâhta yer alan limanlara tek tek uğrayan Ertuğrul, Singapur ve Sumatra'da Müslüman halkın yoğun ilgisiyle karşılaştı. Halk halifenin gemisine öylesine ilgi gösterdi ki bu dünya basınında bile büyük yankı buldu.

Yolda Bombay başta uğradığı şehirlerde görkemli karşılamalarla ve Müslüman halkın büyük ilgisiyle karşılaştı. Bölge Müslümanlarının Osmanlı yanlısı bu tavrı, Ertuğrul fırkateyni nüfuz alanlarına kadar geldiğinde Hollanda'nın durumdan endişe duymasına yol açtı. Halife Sultan Abdülhamid'e karşı propaganda faaliyetlerine dahi girişildi.

Müslüman halk gemiye ulaşmak için yer yer izdihama yol açtı, Ertuğrul'a halifenin bağımsız toprağı muamelesi yaptı. Gemiyi görmeye gelenlere başta Kuran-ı Kerimler olmak üzere çeşitli hediyeler sunuldu, her bölgeden geçerken ziyarete gelen eşrafın ileri gelenleriyle görüşüldü. Bu görüşmelerde şikâyet ve talepleri dinlenerek ne gibi çözümler üretileceği masaya yatırıldı. Nihayet hedefe ulaşıldığında bayraklarında güneş ve ay olan iki imparatorluk bu kez Japonya'nın ev sahipliğinde buluşmuş oldu.

Japon halkı ilk defa görmelerine rağmen Osmanlı'ya büyük bir misafirperverlik gösterdi. Yokohama'daki Müslümanların cami ve kabristan talepleri büyük ölçüde yerine getirilmeye çalışıldı. Üç aya yakın Japonya'da kalan gemi adeta halife yanlısı bir propaganda makinesine dönüşmüştü. Ancak geri dönüş tarihi tayfa arasında görülen kolera salgınıyla tehir edilirken talihsizlikler kendini göstermeye başladı. Kolera engelinin kalkmasının ardından Ertuğrul geri dönüş için harekete geçti, ancak bu sefer de denizde yoğun bir çalkalanma yaşanan tayfun mevsimine denk geldi.

Samimi ilişkileri pekiştiren acı felaket

1890 Eylülünün 15. gününde Yokohama'dan Vukuyama'ya doğru yol alırken gemi tayfuna yakalandı. En yakında bulunan Kishu Kashinozaki burnuna seyrederken kayalıklara çarptı, kazan dairesinde meydana gelen patlamayla infilak etti, personelinin birçoğunu da beraberinde götürerek battı. Büyük bir kayıp yaşandı. 593 kişilik personelden 69 kişi dışında hepsi hayatını kaybetti.

Ne var ki bu kayıpla Uzak Doğu'daki bu ülkeyle ilişkilerin seyri değişmedi, hatta daha da gelişti. Bölge halkı ve idarecileri can siperane bir fedakârlıkla kurtarma çalışmalarına katıldı. Yaralıları hastanelere yetiştirdi. Daha sonra bölge halkına bu yararlılıklarından ötürü bizzat Sultan tarafından bazı madalya ve hediyeler ulaştırıldı.

Geminin battığı burunda bir anıt yaptıran Japon idareciler kalan personeli de savaş gemileriyle İstanbul'a ulaştırdı. Bu felaket büyük üzüntüye yol açsa da sonucunda karşılıklı samimi ilişkileri daha da güçlendirdi; 1905 Japon-Rus harbinde Sultan Abdülhamid Osmanlısı resmen Japonya'dan yana olduğunu açıkça gösterdi. Hatta Sultan savaş devam ederken kabul ettiği Japon elçisine Sahih-i Buhari hediye ederken "Dualarımızda galip gelmeniz için size de yer veriyoruz" şeklinde hitap etti.

Bu yıllarda Japonya'da İslam dinine karşı duyulan merak imparatora kadar tesir etmişti. Bunun üzerine Müslüman halk halife-sultandan Yokohama'da cami ve kabristan talebinde bulundu. Bu talep büyük ölçüde yerine getirildiği gibi bazı temel dini kitapların ve kutsal kitabın da baskı ve çevirileri bölgeye ulaştırıldı.

O zamanlardan günümüze dek gelen Osmanlı/Türk-Japon dostluğunun hikâyesi Ertuğrul fırkateyniyle vücut buldu denilebilir. Felaketin yıldönümünde geçen yüz yılı aşkın zamana rağmen halen anma günü düzenlenmektedir. Japonya ile stratejik temelde başlayan ilişkiler birbirini daha fazla tanıma çabalarıyla artarak devam etti. Ertuğrul fırkateyni ise bu gayretin halka kadar inen muhatabiyet basamağını oluşturdu.

İki milletin kadim ve köklü bir kültüre sahip oluşu, buna önem vermeleri ve imparatorluk geleneğini sürdürmeleri de bu yakınlaşmayı teşvik eden sebepler arasındaydı. Sultan II. Abdülhamid'in attığı temellerle bugünlere gelen Türk-Japon ilişkileri Türkiye adına Uzak Doğu'da değişmez ve kadim bir müttefik kazandırdı.

BİZE ULAŞIN