Murat Güzel: Hakikati aramak

Hakikati aramak
Giriş Tarihi: 26.5.2021 12:08 Son Güncelleme: 26.5.2021 12:08
Hakikatin var olduğu inancıdır, hakikat arayışına yol açan.

Son dönemlerde yaygınlaşan bir söyleme göre dindar ve muhafazakâr çevreler bazı dinî, felsefi ve psikolojik meseleler sebebiyle önemli sayılabilecek bir "inanç krizi" yaşıyorlar. Bu söyleme göre dindar ve muhafazakârların yaşadığı krizin en önemli görünümü sekülerleşme olarak tezahür ederken, aynı süreç karşılıklı etkileşimle bahsi geçen inanç krizini de derinleştirip yaygınlaştırıyor.

Doğrusu, bu söylemi dile getirenlerin kimliği, dahası söylemin revaç bulduğu toplumsal ve siyasal şartlar ona ilişkin bazı kuşkuları kendiliğinden doğuruyor. Bana kalırsa söylemin 15 Temmuz sonrası tedavüle girişi bile bu kuşkuların önemli sayabileceğimiz bir kısmına yol açıyor. 17-25 Aralık polis-yargı darbesinin püskürtülmesinin hemen ardından FETÖ'cü bir gazetede köşe yazarlığı yapan bir ismin "halkın ateistleşeceği" umasını kendisiyle yapılan bir söyleşide dile getirdiğini hatırlıyorum sözgelimi.

"İnanç krizi" söyleminin yaygınlaştırılmasının 15 Temmuz sonrasına denk gelmesinin o yazarın "uma"sının gerçekliğe dönüştüğü bir evreyi mi bize gösterdiği pekâlâ sorulabilir bu durumda. Okuduğunuz yazıda bu kuşkuları tamamen dile getirip söz konusu soruya bir cevap aramayacak olsak da bu kuşkuların varlığına işaret etmek gerekli. Konuyu bu siyasal-toplumsal şartlardan, kuşkulardan bağımsız bir şekilde düşünmek mümkün olmasa da onun her boyutuna bu kuşkuların sirayet ettiğini iddia etmek de yanlış olabilir.

Bu sebeple bir bireyin kamuoyuna yansıtılmış şekliyle kendi inanç krizini aynı söylemin bir ilmeği olarak görmek ya da görmemek tamamen bir tercih meselesine dönüşüyor kendiliğinden. Söyleme ilişkin taşıdığımız kuşkularla birlikte yine de dindar ve muhafazakâr çevrelerde sürdürülen bazı hayatlarda düzayak bir nihilizmi, yani "değerlerin değersizleşmesi" diyebileceğimiz türden bir nihilizmi gözlemlemek mümkün.

İman-amel bağının kopuşu "Değerlerin değersizleşmesi"

Bu nihilizmin sekülerleşme, inanılan hakikatin yaşanan hayatlar üzerindeki etkisinin kaybolması, taşınan inanca duyarsızlaşma ya da kayıtsızlaşma anlatılarıyla yorumlanması da bir yere kadar meşru addedilebilir. Sekülerleşme sürecinin "iman-amel" birlikteliğini kopardığını, inandığı gibi yaşaması gerekli kişilerin bunu başaramadıkça bir süre sonra yaşadıkları gibi inanmaya başladıklarını da söyleyebiliriz yani.

Hayatlarında inandıkları hakikatin gölgesini hissedemeyenlerin bir süre sonra inandıkları o hakikatten kuşkulanmaya başlamaları olarak nitelendirebileceğimiz bu vetirede girdikleri birtakım krizleri de dolayısıyla daha serinkanlı değerlendirmenin yoluna girebiliriz. Hatta bu krizlerin o kişiler için bir yerde inanıldığı iddia edilen hakikat ile doğrudan yaşanan hayat arasındaki rezonans bozukluğunu düzeltip gidermeye dönük bir işlevi de olabilir pek tabii ki.

Güncele ilişkin bu ihtiraz kayıtlarını yapmak gerekli, çünkü "inanç krizi" denilerek popülerleştirilen, böylelikle üzerine konuşulamaz bir hâle dönüştürülen durumların yapıp etmelerle nitelendirebileceğimiz bir alandan taştığı, o alandaki başarısızlıkların bir türevi olduğu görülmelidir. Herhangi bir hakikat araştırmasının evvelemirde yapıp etmeler alanı olarak niteleyebileceğimiz, doğrudan hayatın kendisinden başlamasının gerekli olduğuna işaret ediyoruz böylelikle.

Hakikate ilişkin her araştırmasoruşturmanın kendiliğinden apaçık bir "değerlerin değersizleşmesi" olarak kavranabilecek hayatlarımızdaki nihilizmi baz aldığı, bu nihilizmin bir türevi olarak görünür hâle dönüştüğü, belki de bu nihilizmi bir başlangıç noktası edindiği vurgulanmalı.

Mümkün bir hakikat arayışı

Bu minvalde mümkün bir hakikat arayışının ilk ve en önemli ilkesini şu şekilde belirleyebiliriz: Hakikat, hakikatsiz bir şekilde aranamaz, ama yine de hayatlarındaki hakikatsizliği fark edenlerin bu arayışa koyulduklarını söylemek icap eder. Türkçede "hakikatli" olmanın ilk işaret ettiği şey içtenliktir kuşkusuz, bu anlam "hakikate sahip olmayı" içermez ilk elden.

İçtenlik, hakikat addedilene kayıtsız şartsız bağlılıktır bir yerde. Elinde avucunda olanı ona adamaktır. Bu içtenlik olmadan hakikate doğru atılacak her adımın bizi bir uçuruma sürükleyeceği rahatça gösterilebilir. Yanlış bir adım atmak hakikate yaklaştırmak şöyle dursun, ona ilelebet ulaşamaz bir hâle düçar kılabilir bizi. Üstelik hakikatin kendisini içten pazarlıklı bir şekilde arayan kişiye sürekli gizli kalacağı da açıktır.

Sözüm ona, hakikat arayıcısının içten pazarlıklı bir şekilde bu arayışı sürdürmesinin imkânsız olduğu da izahtan varestedir. Bir yerde bulduklarıyla yetineceği, bulduklarını kendisine hakikat belleyeceği açıktır bu kişinin. Bulunan o şeylerin bizatihi hakikat olup olmamasıyla da ilgilenmeyecektir o kişi neticede. O aradığını bulmuş, bununla mutlu mesut olarak hayatını idame ettirebilecektir. Hakikat değildir belki de onun arayışını sevk eden amil. İçten pazarlıklı bir şekilde sürdürdüğü arayışında hakikat olarak addettiği paraya, mala, kadına yahut mutluluğa erişmesi o kişinin arayışını sona erdirmesine yetecektir.

Hakikate dair "ön bilgi"

Hakikatin ne olduğuna ilişkin "ön bilgimiz" belki de arayışımızı içten pazarlıklı bir hâle dönüştürüyordur, kim bilir. Bizim neyi kendimiz için değerli bulup neyi kendimiz açısından değersiz addettiğimizin bir remzine dönüşür hakikatle ilgili bütün tasavvurlarımız. Hakikat arayışının çıkış noktasını oluşturan kaba nihilizmin de buradan beslendiği açıktır. O zamana kadar değerli gördüğümüz çabalara atfetmeye başladığımız değersizlikler; yani şimdiye dek kendimiz açısından değerli gördüklerimizin aynı açıdan o eski değerlerini koruyabilecek bir anlama ve öneme sahip çıkamayacak oluşudur olup biten.

Esasen bu tespit bir yola çıkmanın o yola bağlanmayı da şart koştuğunu bize hatırlatır. Hakikat arayışı bu ve burada yeterince üzerinde duramayacağımız başka birçok sebeple tam anlamıyla bir yolculuktur. Bir yolculuk, bir yolda olma hâli, attığımız tüm adımların çıktığımız o yola uygun adımlar olmasını da gerekli kılar. Hakikate değin taşıdığımız "ön bilginin" hakikatin mahiyetine ilişkin bir ön kestirim, bir sezgi olduğu kadar hakikat arayıcısının kendine, bu arayıştan beklediklerine dönük bir ufkunun da olması bu yüzden kaçınılmazdır.

Hakikat arayışını bir arayış kılan ilk şey, hakikate sahip olamayacak oluşumuz, hakikatle aramızda tam da "ara" deyişimize uygun bir mesafenin kendiliğinden daima var olacak oluşudur. Bu mesafe hem bizim hakikatin ne olabileceğine dair bir ön bilgimizin varlığına delalet eder, hem de ondan "uzak" oluşumuzun elemini ve hakikate yönelik taşıdığımız özlemi her daim yaşadığımızı gösterir bu elem ve özlem yaşamamızı tepeden tırnağa biçimlendirir. Yaşadığımız hayatta gölgelerini bulamadığımız hakikatin peşine düşmüş, hayatlarımızı hakikat olarak tasavvur ettiğimiz, yokluğunun elemini çektiğimiz, var olmasıyla özlemimizi dindirebileceğimizi zannettiğimiz bir "nazenine" yönelmişizdir tüm benliğimizle.

Anlamsızlıktan duyulan ürküntü

Peki, ama neden? Elemlerimizi, özlemlerimizi dindirebileceğini düşündüğümüz, hayatlarımızı tamamen ona göre biçimlendirmeyi arzuladığımız bu hakikat, sahiden var mıdır? Hakikat arayışlarını sekteye uğratan ilk kuşku budur. Yoksa, sahiden olmayan bir şeyin peşinde mi ömür tüketiyoruz? Hakikat yoksa bu arayış nedendir ya da varsa niye bizden kendini sürekli gizlemektedir? Bu kuşkuya ilk elden verilebilecek cevap bellidir: Hakikatin var olduğu inancıdır, hakikat arayışına yol açan.

Bizatihi bir arayış içinde olma hâlimiz, hem el'an içinde bulunduğumuz durumu kendiliğinden "hakikatsiz", "içtenliksiz", "değersiz", yani "anlamsız" addettiğimizi gösterir hem de arayışın sonunda bu hakikatsiz, değersiz, anlamsız durumdan bizi kurtaracak, yaşadığımız hayatları değerli, hakikatli, anlamlı kılacak yeni bir hâle ulaşacağımız umududur.

Kendisini bize "inanç krizi" olarak izhar eden şey, öyleyse hayatlarımızda hakikat bütün haşmetiyle olmasa bile, en azından o haşmetten esintiler taşıyan gölgelerini de bulamayışımız değildir sadece; ayrıca yaşadığımız hayatlarda kendimize dair taşıdığımız umudun da kurumuş bir ağaç kabuğuna dönüşmüş olduğunu fark etmemizdir. Hakikat arayışını tetikleyen inanç krizleri esasen kişinin kendi varoluşunun anlamsızlığından duyduğu ürküntünün de tezahürüdür.

BİZE ULAŞIN