İnsanlığın endişeden muaf olduğu bir dönem yok. Ancak içinde bulunduğumuz zaman diliminde sorunlar, endişeler fazlasıyla çeşitlenmiş ve küresel bir boyut kazanmış görünüyor: Hâl ve gidişatın bizi kara kara düşündürdüğü şeyler artık kocaman listelerle uzayıp gider oldu: "Ne olacak bu dünyanın hâli, memleketin hâli, şu iklimin hâli?" Ya da Ortadoğu'nun, ABD'nin, Koronavirüs salgınının, dünya siyasetinin, çılgın liderlerin, göçmenlerin, Müslümanların, terörizmin, virüslerin, hayat pahalılığının, savaşların, çatışmaların, çevre kirliliğinin, kimyasalların, enerji savaşlarının, trafiğin, GDO'ların, gençliğin, sosyal medyanın ve daha bir sürü şeyin hâli? Tüm bunlar yetmezmiş gibi "dünyaya ne zaman göktaşı çarpacak", "büyük deprem ne zaman olacak", "yaşadığımız binalar bize mezar mı olacak", "dijital kıyamet kapıda mı" gibi soruları her akşam sofralarımıza taşıyan TV kanallarına muhatabız. Yakın zamana dek sadece marjinal dergi ve sitelerde okuduğumuz "dünyayı yöneten/yönlendiren gizli örgütlenmeler, Koronavirüs'ün yapay olduğu ve dünyaya kasıtlı bulaştırıldığına dair söylentiler, 5G tehdidi, Küreselciler, şeytani milyarderlerin aşı oyunları, hepimize çip takılacağı öngörüleri artık pencereden pencereye laf yetiştiren ninelerimizin bile dilinde. Kimi ispatlı, gerekçeli, kimi ise mantıklı bir dayanaktan yoksun binlerce haber, yorum, bilgi, tehdit, söylenti ya da komplo teorisi üzerimize boca edilircesine sürekli dolaşımda. Tabiri caizse bu kaygı üretim mekanizmasının çoğu göründüğü kadar gerçek olmasa da insanları, toplumları hatta devletleri giderek güvensizlik ve şüphenin hâkimiyetinde bir çağa doğru sürüklüyor: Paranoyanın altın çağına…
21'İNCİ YÜZYILIN DEHŞETİ
Londra'da Kings College Psikiyatri Enstitüsü'nde görev yapan itibarlı bir bilim insanı olan Dr. Daniel Freeman daha 2000'li yılların başlarından itibaren uyarılarda bulunuyor ve dünyayı önlem almaya çağırıyordu. Bu enstitüde 10 yıl boyunca araştırmalar yürüten ve paranoya rahatsızlığını sanal gerçeklik kullanarak test edebilen bir metot geliştiren Dr. Freeman'ın dikkat çektiği küreselleşme yolundaki bu tehdit özetle şu anlama geliyordu: "21'inci yüzyıl bir paranoya çağı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor." Freeman'a göre psişik bir rahatsızlık olan paranoya ciddi bir artış gösteriyor ve eğer bu ilerleyişi durdurmak için acil önlemler alınmazsa kontrol dışı kalacaktı. Dünya toplumlarının yaşam ve çalışma tarzındaki değişikliklere dikkat çeken psikiyatriste göre bu gidişat bir "paranoya çağına" girmekte olduğumuz anlamına geliyordu. Freeman ve ekibinin yürüttüğü araştırma ve testler, büyük halk kitlelerinde paranoya olarak nitelendirilebilecek, patolojik boyutlara ulaşmış kaygı, korku, belirsizlik ve karamsarlığın geçmişte hiç olmadığı kadar yüksek seviyelere çıktığı sonucunu gösteriyordu. Bu sonuçlara göre büyük ve kalabalık toplumlarda her dört kişiden biri düzenli olarak paranoyak düşüncelere sahipti. Freeman psikolojik bir rahatsızlık olan paranoyanın bu yükselişini temelde bir sebepler yumağının beslediğini öngörüyordu: Şehirlerde yaşayan nüfusun kalabalıklaşması, yaşanılan fiziki çevre şartları, giderek artan gelir eşitsizliği, medyanın terör ve suçlar konusunda abartılı yayınları vs…" Freeman yaptığı araştırmaların gösterdiği endişe verici sonuçları Paranoia: The 21st Century Fear (Paranoya: 21'inci Yüzyılın Dehşeti) adlı kitabıyla tüm dünyaya duyurdu. "Günümüzde çocuklarımızın dışarıda oynamalarına izin veremiyor, yabancılardan çekiniyoruz. Her yer güvenlik kameraları ile çevrili" diyen Freeman şöyle devam ediyordu: "Görünüşe göre bir paranoya devrine giriyoruz. Üstelik belirtiler bunun giderek daha beter olabileceğini gösteriyor." Freeman'ın kitabıyla dünyaya gönderdiği uyarının üzerinden sadece 12 yıl geçti ancak "Dikkat, bir paranoya devrine giriyoruz" uyarısı kısa bir sürede gerçekleşti. Üstelik terör eylemleri, virüs salgınları, kazalar, çatışma ve savaşlar, diplomatik ya da ekonomik krizler, siyasi çalkantılar, darbeler, yalancı baharlar, isyanlar, işgaller, göçmen ve mülteci akınları, çevresel felaketler gibi kısa sürede tüm dünya ahalisini bir şekilde etkileyen faktörlerin sarsıntılarıyla psikiyatrinin konusu olan paranoya rahatsızlığının dışında mecazi olarak "paranoya" tabiriyle nitelendirilebilecek türden birçok korku, endişe, şüphe, panik ve belirsizlik teknoloji ve iletişim imkanlarının gelişmesine paralel bir hızda gezegen sathına yayılmakta ve bir virüs gibi tüm toplumlara bulaşmakta gecikmedi.
28 ŞUBAT VE NEFRETİN PSİKOPOLİTİĞİ
90'lı yılların sonunda 28 Şubat Süreci olarak anılan, ayrımcılık, nefret ve kutuplaşmanın siyasete, medyaya, devlet işleyişine ve kamusal alana entegre edildiği utanç verici bir dönem yaşadık. Bu dönem aynı zamanda ayrımcı ve jakoben bir kesimin politik paranoyasıydı. Tesadüfe bakın ki tam da o mahut sürecin fiilen ve organize biçimde başladığı günlerde 1997'de ABD'de paranoyanın politika ile gayrimeşru ilişkisini kavramsallaştırarak "politik paranoya" kavramını öne süren Political Paranoia: The Psychopolitics of Hatred (Politik Paranoya: Nefretin Psikopolitiği) kitabı yayınlanıyordu. 2001'de ülkemizde de yayınlanan bu kitabın yazarlarından biri Beyaz Saray eski danışmanlarından siyaset bilim profesörü Robert S. Robins, diğeri ise CIA'in Kişilik Analizi ve Politik Davranış Merkezi'nin kurucusu olan psikiyatri profesörü Dr. Jerrold M. Post'tu. Bu iki deneyimli yazar o güne dek insanlara atfedilen paranoya hastalığını bireylerin inhisarından çıkarıyor ve aslında kamusal-toplumsal alanlara ve kurumlara sirayet etmiş entelektüel ve politik bir ruhsal hastalık olarak tanımlıyorlardı. İki yazarın daha geniş ve etkin kurumsal alanlarda teşhis ettiği bu yeni hastalığın başlangıcı ise hâliyle on yıllar öncesine dayanıyordu. Yazarlara göre paranoya sadece bazı bireylere mahsus karanlık bir zihinsel durumdan ibaret değildi ve daha geniş bir anlamda modern toplumlara yayılmıştı. Onlara göre paranoya insanlığın gelişme tarihinde etkin rolü olan bir unsurdu ve daha da önemlisi paranoyak bir bireyin toplumsal etkinliğine bağlı olarak çok geniş topluluklara mal olabiliyor, kitle hareketlerini yönlendirebiliyor ve soykırımlara bile yol açan bir şiddet üreterek gücün patolojik kullanımına kadar varabiliyordu.
POLİTİK PARANOYANIN BAŞAT ÖRNEKLERİ
Politik Paranoya: Nefretin Psikopolitiği yazarlarına göre paranoya 20'nci yüzyılın karakteristik bir zihniyetiydi ve sayılan tüm bu mahsurlarını geçtiğimiz asrın siyasi hayatında fazlasıyla gördük. İki dünya savaşında yaşananlarla; ABD'de McCarthy'ci cadı avıyla; Hitler, Stalin, Franco, Mussolini yönetimleriyle; Pol Pot vahşi faşizmiyle; Soğuk Savaş yıllarıyla; Holokost, Bosna, Ruanda soykırımlarıyla; Vietnam savaşıyla; Arakanlıların kitlesel katli ile; Filistin'in hâlâ devam eden işgal süreciyle politik paranoyanın küresel ölçekteki en başat örneklerini yaşadı dünya. Maalesef takvimin değişmesi tüm bunlara bir silgi çekilmedi. Yeni bin yıla girerken aynı politik paranoya bu defa 11 Eylül saldırılarıyla, teröre karşı sözde savaş konseptiyle, Irak, Afganistan işgalleriyle, Batı'da üretilip Ortadoğu'da türetilen El Kaide, IŞİD ve türevleriyle, Suriye'de tezgahlanan iç savaşla, Arap coğrafyasını yeniden darbecilerin eline düşüren "Arap Baharları" ile; mülteci ve göçmen akınlarıyla, neticede tüm Müslümanları hedef tahtasına oturtan Charlie Hebdo, Breivik ya da Yani Zelanda kanlı baskınlarıyla; tek faili Çin'le sınırlı kalmayan dijital takip kayıt ve fişleme sistemleriyle; ABD'de kitlesel tepkilere yol açan kurumsallaşmış ırkçılıkla ve tıpkı Hitler'in Nazi rejiminde olduğu gibi George W. Bush ve Donald Trump yönetimlerinde komplo teorilerinin devlet politikalarına entegre edilmesiyle aynı politik paranoyanın bu yüzyılda da devam ettiğini rahatlıkla gözlemliyoruz.
TARTIŞMALARIN KUTUPLAŞTIRILMASI ZAMANIMIZIN PARANOYA PSİKOZUNUN İŞARETİ
Avrupa ve Batı'nın düşünce ve ifade özgürlüğün kalesi olarak böbürlendiğini biliriz. Ancak bazı Avrupalılar bu konuda aynı kanaatte değiller. Hatta Avrupa'da artık sıradanlaşmaya başlayan, kamusal alanla ilgili her tartışmanın bir kutuplaşma-kamplaşma meselesine dönüştürülmesi eğilimini günümüz toplumunun paranoya psikozuna bağlayanlar bile var. Bunlardan biri de Fransız psikolog-yazar Ariane Bilheran. Yakın zaman önce "Le totalitarisme et le choix de vie héroïque" (Totaliterlik ve kahramanca yaşama seçimi) adlı bir makale yayınlayan Bilheran düşünce ve ifade özgürlüğünde günümüzde gelinen noktanın paranoyak bir psikoz sinyalleri verdiğini ileri sürüyor. Bu yaklaşımıyla oldukça ses getiren ve tartışmaya yol açan Bilheran'a göre artık dünyanın pek çok yeri gibi Batı'da da insanların farklı ya da marjinal düşünceler geliştirmeleri ve bunları ifade edebilmeleri eskisi kadar kolay değil. Kamusal alanla ilgili tartışmaların artık Batılı ülkelerde de kolayca kutuplaştırıldığına, siyasi ve toplumsal kamplaşma malzemesi hâline getirildiğine dikkat çeken Fransız psikolog şöyle diyor: "Artık farklı ve marjinal biçimde düşünme hakkı tanınmıyor. Böyle düşünceler ifade edenler derhal yaftalanıyor." Psikologa göre "artık farklı tonlara ve farklı biçimde düşüncelere kamusal alanda yer hakkı tanınmıyor." Bilheran bu durumu şöyle nitelendiriyor: "Bu 'çeteler'e karşı en ufak bir farklı fikir getirdiğinizde derhal kriminalleştiriliyor ve marjinalleştiriliyoruz. Bu son derece vahim bir durum ve paranoyak bir psikoz yani sanrısal kesinlik oluşturuyor."
BİLİŞSEL KIYAMETE DOĞRU: "İNSANLIK PARANOYAK BİR TÜRE DÖNÜŞTÜ"
İnsanlığın gidişatı, daha da kötüsü genel zihin yapısının gidişatı konusunda karamsar düşüncelere sahip düşünürler şu sıralar alarm zilleri çalıyor. Bu zilleri çaldıran başlıca sebeplerden biri tüm insanlığın maruz kaldığı aşırı bilgi ve yorum bombardımanı… Bu konuda alarm verenlerden biri de Fransız bir sosyal bilimci ve yazar olan Gérald Bronner. Paris-Diderot Üniversitesi'nde sosyoloji profesörü olan Bronner'in 2020 sonunda yayımladığı son kitabı Apocalypse Cognitive (Bilişsel Kıyamet) adını taşıyor. Kolektif inançlar ve komplo tezlerinde uzman olan sosyolog, son kitabının adından da anlaşılacağı üzere şu sıralar insanlığın içinde bulunduğu zihinsel durumu pek de iç açıcı görmüyor. Bu kitabında kamusal tartışmalarda rasyonelliğin giderek gerileyişini ve zehirleyici (yalan-yanlış-yanlı) bilginin istikrarlı yükselişini tahlil eden Bronner'in insanların maruz kaldığı bilgi akışının 19'uncu yüzyıl başı ile 21'inci yüzyıl başındaki yoğunluğunu kıyaslaması son derece ibretlik olduğu kadar içinde bulunduğumuz zihinsel-psikolojik durumu açıklamak adına oldukça kayda değer. Şöyle diyor Bronner: "Beynimizi kullanma süremiz sürekli artış gösteriyor. 19'uncu yüzyılın başlarına kıyasla bugün insan zihni 8 kat daha fazla zihinsel işlem yapıyor. Dünyadaki eğitim seviyesinde muazzam bir artış içindeyiz. Ancak düzensiz bir 'bilişsel piyasa' içindeki bilgi seli, beynimizi sonsuz bir manipülasyona maruz tutuyor ve uygarlığımızı tehdit ediyor." Sosyolog Bronner, maruz kaldığımız bu bilgi akışı yoğunluğunun insanların dikkatini tarihte hiç olmadığı ölçü ve oranda meşgul ettiğini düşünüyor ve bir röportajında böyle bir bombardımana maruz kalan insanlık adına endişesini şu ifade ile özetliyor: "İnsanlık paranoyak bir türe dönüştü." Bronner kitabının başlığında kullandığı "kıyamet" tabirini de şöyle açıklıyor: "Bilişsel kıyamet, büyük verilerin kendimiz hakkında ortaya çıkardığı şeydir: Korku, çatışma ve cinselliğe yönelik muazzam eğilimimiz. Bu 'bilişsel değişmezler' kendi başlarına kötü değil, ancak liberalleşen dijital dünya ve bilgi piyasası ile karşılaştıklarında bizi sözünü etmek bile istemeyeceğimiz bir risk ile karşı karşıya bırakıyorlar: Uygarlığımızın çöküşü."
BİLİM VE TEKNOLOJİNİN HÂKİMİYET DÖNEMİNDE KOMPLO TEORİLERİNİN İRONİK YÜKSELİŞİ
İnsanları endişe ve şüpheye esir eden komplo teorilerine bugüne kadar zaman zaman maruz kalıyorduk. Sonra Koronavirüs geldi ve durum değişti; artık gün geçmiyor ki yeni bir komplo teorisine, yeni bir korku projesine ya da bilindik komplo teorilerinin yeni uyarlamalarına maruz kalmayalım. Koronavirüs'ün çıktığı ilk günlerden itibaren televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya platformları sayesinde yeni bir dünya düzeni, yapay virüs üreten laboratuvarlar, insanlığı ayara getirmek için başlatılan planlı salgınlar, genetiğimizi değiştirecek aşılar, insanlara takılacak çipler, tüm iletişimi hatta insan zihnini kontrol edecek dijital teknolojiler, insan nüfusunu yüzde 90 azaltmaya ant içmiş milyarderler gibi birçok komplo teorisi ile karşılaşıyoruz. Bu felaket senaryoları aile sofralarının bile vazgeçilmez sohbet konusuna dönüştü dünya genelinde. İnsanlığın başına örülen yüksek teknolojili, bol yapay zekâlı çoraplar konusunda ninelerimizin uyarılarına, teyzelerimizin nasihatlerine, annelerimizin sorularına muhatap oluşumuz artık vakayı adiyeden sayılıyor. Bol kepçeden savrulan senaryoların ve bunları dillendirenlerin sayısına bakınca bilimin, teknolojinin, iletişimin hâkimiyet döneminin ironik şekilde komplo teorilerinin de yükselme devrine dönüştüğünü düşünmemek elde değil. Komplo teorisyenleri haylidir televizyon kanallarının kadrolu programcıları arasına girdi. Herhangi bir ispatı olmayan, bilimsel araştırma yöntemlerine dayanmayan bu senaryoların insanlığa ne fayda sağladığı ise meçhul. Zira bu teorileri ciddiye alıp kimsenin söz konusu tehditlere karşı önlem aldığını göremiyoruz. Kısacası olumlu bir etkileri yok ama olumsuz etkileri olduğu kesin. Komplo teorileri üzerine uzman olan psikolog Sebastien Dieguez'e göre komplo ve felaket teorileri insanları anksiyete bozukluğuna itebildiği gibi karanlık ve olumsuz bir hayata yatkınlaştırıyor. Dieguez bu teorilerin çoğu zaman akıl-mantık dışı olmalarına rağmen cezbedici olmalarını ise şöyle açıklıyor: "Karmaşık olaylara basit tahminlerle getirilen alternatif açıklamalar, anlam eksikliğini bir şekilde doldurmanın rahatlığı, hayatımızın kontrolünü yeniden kazanma zannı ve bilinçsiz yığınların arasından sıyrılma hissi bu işi cezbedici hâle getiren ana unsurlar."
ACIMASIZ/KÖTÜ DÜNYA SENDROMU
"İnsan davranışını gerçekten yöneten bir kültürün hikâyelerini artık kimin anlattığını biliyorsunuz. Eskiden bu; ebeveynler, okul, kilise ve cemiyetti. Bugünse söyleyecek hiçbir şeyi olmadığı hâlde satacak çok şeyi olan bir avuç küresel holding." İletişim biliminin öncülerinden Macar asıllı ABD'li Profesör George Gerbner'in bu tespit ile açıklamaya çalıştığı şey günümüzde vahşi hayatı seçmiş az bir topluluğun dışında hemen herkesin maruz kaldığı bir şey: Gerçekliğimizin medya, sosyal medya ve kültür endüstrisi tarafından bize sürekli olarak olduğundan farklı şekilde yansıtılması. George Gerbner'in 1970'lerde Acımasız Dünya Sendromu kavramıyla tanımladığı bu durum arabesk bir çağrışım yapsa da özellikle medya tarafından aşırı ve abartılı bir şekilde yayınlanan şiddet haberleri ve hikâyelerinin toplumda gerçekte olduğundan çok daha tehlikeli ve korkutucu bir dünya algısı oluşturmasıyla ilgili. Televizyonun (günümüzde tüm medyanın) toplum üzerindeki etkilerini incelemenin öncülerinden Gerbner, izleyicilerin kendilerine yansıtılan haberler nedeniyle dış dünyayı olduğundan çok daha tehditkâr ve göz korkutucu olarak algılama eğiliminde olduklarını tespit etti. Çalışmalarından çıkan önemli bir sonuç insanların güvensizlik duygusu ile televizyon karşısında geçirdikleri vakitler arasında sıkı bir oransal bağlantının bulunduğuydu. Gördüğünüz gibi bugün neden dünya ve hayata dair görüşlerimizin daha karanlık, güvensiz ve karamsarlaştığı sorusunun cevabı büyük ölçüde 45 yıl önceden verilmiş. Buna göre insanlar kitle iletişim araçlarının baskın unsurları olan kötü, korkutucu ve şiddet dolu içeriklere maruz kaldıkları ölçüde olumsuz duygularla birlikte etraflarında tehditler olduğuna dair uyarılma hissi geliştiriyor.
DİJİTAL İZLENME ENDİŞEMİZ HİÇ DE PARANOYAKÇA DEĞİL, GERÇEĞİN TA KENDİSİ…
Bilgisayar, akıllı telefonlar, görüntülü izleme sistemleri ve sosyal medyanın hayatımızı örümcek ağı gibi sarmasıyla birlikte bir izlenme, mahremiyetimizin ihlal edilme, özel bilgi ve hesaplarımıza ulaşılma kaygısı hepimizde az ya da çok oluşmuştu. Aslında hepimiz birilerinin bizi izleyip yararlandığını biliyor ancak "sıradan" vatandaşlar olarak şahsi bilgi ve bağlantılarımızın ilgi çekici olmadığı bahanesine sığınıyorduk. Geçtiğimiz ayın başlıca tartışma gündemini oluşturan WhatsApp'ın kişisel verilerimizi satma ve kullanma dayatması bir kez daha gösterdi ki dijital dünyada her türlü bilgimiz, her türlü görüntümüz ve hesap bilgilerimiz, bağlantılı olduğumuz insanlarınkiler de dâhil sıradan şirket ve kurumların bile ilgisini çekiyor hatta istendiğinde kolayca ele geçirilmekle kalmayıp, alınıyor, satılıyor. Bu yüzden izlenme ve mahremiyetimizin ihlaline yönelik zamanımızın yaygın endişesi kesinlikle paranoyakça bir kurgu olmadığı gibi aslında Orwelvâri "Büyük Birader" kurgusunun düpedüz güncel bir uyarlaması. Herkesi izlemekle görevli CIA'in, NSA'in ya da ABD başta birçok ülkenin en mahrem verilerine sızılabildiğini gösteren dünya çapındaki dijital veri casusluğu skandalları hatırlandığında bu gerçek çok daha net ortaya çıkıyor. Büyük Veri'nin yükselişi, Wikileaks, Snowden Olayı, Eyes in The Sky (Gökyüzündeki Gözler), izleme cihazları, GPS, vücut ve web kameraları, artık maske gerisinden bile teşhis yapabilen yüz tanıma sistemleri, dijital korsanlar gibi insanların sinirlerine dokunan pek çok olgu da cabası. Tüm bunlara gelmeden tek başına bile bir örnek yeterli: Tüm verilerimize zaten ulaşıp bunları kullandığını ifşa eden WhatsApp'ın ve Facebook'un sahibi Mark Zuckerberg'in bile çalışırken bilgisayarının kamerasını ve mikrofonunu kapattığı bant. Başka bir örneğe gerek yok sanırım.