Gökhan Ergür: Terapi odaklı diziler bizi iyileştirebilir mi?

Terapi odaklı diziler bizi iyileştirebilir mi?
Giriş Tarihi: 4.2.2021 13:21 Son Güncelleme: 4.2.2021 13:21
Son dönemde popüler olan terapi odaklı dizilerde izleyiciler yaşamış oldukları psikolojik sıkıntıların sadece kendilerine has olmadığını görüp bir rahatlama (katarsis) hissediyor. Bazen dizideki karakterin iyileşme yöntemlerini görüp kendi hayatına uygulamaya çalışıyor.

Son dönemde; televizyon ekranlarında, beyaz perdede, kitapçı raflarında karşımıza sıklıkla çıkan terapi ve psikoloji temalı eserlerin/ürünlerin, dönemlik bir modanın veyahut popüler bir tartışmanın sonucu olduğunu varsayabilirsiniz. Fakat burada, daha derinlerde bir ihtiyacın ve karşılanamamış beklentilerin olduğunu düşünüyorum. Evet, bu bir ihtiyaç…

Tüm dünyada "çok satan" kitap listelerini incelediğimizde karşımıza muhakkak, kendine yardım (self-help) yani kendi psikolojik problemlerimize kısmi müdahaleyi ya da ruhsal iyileşmeyi vaat eden kitapların çıktığını görüyoruz. Ya da şu anda ülkemizde bir anda parlayan, en çok izlenen ve tartışılan dizilerin de yine terapi ve psikopatoloji eksenli diziler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, ne oldu da insanlar bu tarz dizilere, kitaplara ihtiyaç duymaya başladılar?

Aslında bu ihtiyacın hızlanarak artması Sanayi Devrimi'ne kadar dayanır. Özellikle 1800'lü yılların ikinci çeyreğinde makineleşmeye başlayan dünya, düşünce sahasında da tek tipleşiyor, Hegel'in soyut hakikatle gerçekliği özdeşleştiren ve insanı akılcı bir formülasyonla tanımlayan düşünce formu geniş kitleler tarafından kabul görüyordu. Şahsi deneyimlerin ve insan ruhunun reddi elbette ki kişiyi bir çıkmaza ve mutsuzluğa sürüklüyordu.

İşte tam da bu noktada, ortaya makinelerin ürettiği yapay anlam ve sözde mutluluk çıkıyordu. Ruhunu ve huzurunu yitirmiş insana; çamaşır makinesi, araba, televizyon, telefon, kasetçalar satarak her şeyin yolunda gittiğinin ve gideceğinin mesajı veriliyordu. Önüne sürülen anlam ve mutluluk oyuncaklarından sıkılan insana anında yeni ve bir üst model oyuncak sunuluyordu. Ve böylece insanları para harcadıkça mutlu olabilecekleri, para kazanmak için de gece gündüz çalışmak zorunda oldukları bir düzenin içine hapsediyorlardı.

Kitaplar, diziler ve filmlerle ucuz terapi

Fakat insanlar yavaş yavaş, satın aldıkça huzur bulamadıklarını ve gittikçe anlamsızlık çukuruna saplandıklarını fark ettiler, kendileriyle ve ruhlarıyla yüzleştiler. Bu yüzleşmenin sonucu tahmin edebileceğiniz gibi pek de iç açıcı olmadı. Yolunu ve yönünü kaybetmiş, anlama dair tüm sezgilerini yitirmiş, sürekli kötü hisseden, başı ağrıyan, stres çukurundan bir türlü kurtulamayan, her yere geç kaldığını düşünen insan bu semptomları ortadan kaldırmak için psikoloji bilimine, maneviyata ya da iyileşme umudu satan sözde yaşam koçlarına başvurdu.

Terapi ücretlerinin sabit gelirli insanlar için dünyanın birçok yerinde yüksek olmasının rolü oldukça kritik. Ülkemizde asgari ücretle çalışan bir kişi maaşının tamamını gözden çıkartsa dahi alanında "gerçekten uzman" bir terapist ile ayda en fazla iki ya da üç kez görüşebiliyor. Hâl böyle olunca yani terapi insanlar için bir lüks hâline gelince, yaralanmış ruhunu tedavi etmeye, iyileştirmeye çalışmak da kişinin kendisine düşüyor.

İşte bu noktada da devreye az önce bahsettiğimiz kitaplar, diziler ve filmler giriyor. Görece daha ucuz ve ulaşılabilir olan bu materyallerle bir çıkış yolu arıyoruz. Özellikle pandemi sürecinde bu arayışların giderek arttığına şahit oluyoruz.

Tüm dünyada uygulanmaya başlayan karantinada hepimiz hiç olmadığımız kadar kendimizle baş başa kaldık. Öncesinde daimi olarak bir hareketin, çalışmanın, kalabalığın içerisinde olan insan karantina tedbirleri ile beraber evde kendiyle vakit geçirmeye başladı. İlk başta kendiyle vakit geçirmemek ve kendine dair düşünmemek için elinden geleni yapsa da bir noktadan sonra içine dönmek, düşünceleriyle yüzleşmek, duygularını tanımak zorunda kaldı.

Bu yüzleşmenin sonunda güçlü ve zayıf yönlerimizi gördük, yaralarımıza, yorgunluklarımıza, aksayan yönlerimize dikkat kesildik, üzerine düşündük. Ve nihayetinde aslında sandığımızdan daha problemli bir iç âleme sahip olduğumuzu anladık. Hâl böyle olunca da bunu kendi başımıza düzeltmeye, iyileştirmeye çalıştık.

Yaşamın sorumluluğundan kaçış

İnsanın en büyük sınavlarından biri yalnızlıktır. Yalnız kalmak bizim için dünyanın en zor deneyimlerinden. Seansta danışanlar sıklıkla şunu sorar: ''Bu sıkıntıyı çeken sadece ben değilim, değil mi?'' Bunu sorar çünkü yaşamış olduğu sıkıntının yalnızca onun başına gelmesi, bu azap için seçilmiş kişi olduğu düşüncesi ve dert karşısındaki yalnızlığı onu daha da incitir. Başkalarının da bu sorundan mustarip olduğunu duymak kısacası yalnız kalmadığını anlamak kişiyi iyi hissettirir.

Son dönemde popüler olan terapi odaklı dizilerde izleyiciler yaşamış oldukları psikolojik sıkıntıların sadece kendilerine has olmadığını, diğerlerinin de bu sorunları yaşadığını görüp bir rahatlama (katarsis) hissediyor. Hatta bazen de dizideki karakterin iyileşme yöntemlerini görüp kendi hayatına uygulamaya çalışıyor.

Terapi odaklı dizilerin temelinde ortak ve üzerinde düşünmemiz gereken bir nokta var: Yaşamanın sorumluluğundan kaçış. İzlediğimiz dizilerde, filmlerde karşılaştığımız tablo genelde birbirine benzer; sorumsuz ebeveynlerin kötü muamelesine, ihmaline maruz kalmış çocuk ve bu çocuğun ilerleyen yıllarda bir türlü yoluna girmeyen yaşantısı ya da aynı davranışları örnek alarak etrafına bu şekilde kötü ve ihmalkâr davranması.

Bunu izleyen seyirci; şu an içinde bulunduğu kötü durumun, yolunda gitmeyen işlerin sebebini geçmişe yani ebeveynlerine atar ve "bu benim suçum değildi" diyerek iç huzuruyla hayatına devam eder. Oysa hayat böyle bir yer değildir. İnsan olmanın, iradenin, çaba göstermenin, iyileşmek ve gelişmek için çaba almanın bir anlamı ve gerekliliği vardır.

Ebeveynlerimiz bizi incitmiş, ihmal etmiş olabilir, hayat sahiden de baştan sona bizim için kötü gitmiş olabilir ama bunların hiçbiri suçu geçmişe atıp yaptıklarımızı haklı çıkartmaya ve değişmeden hayata devam etmeye gerekçe değildir. Bu noktada bize düşen eşref-i mahlûkat olduğumuzun bilincinde olarak kırgınlıklarımızı, yorgunluklarımızı ve zayıf yanlarımızı iyileştirmektir.

Salgın psikolojik rahatsızlıkları tetikledi

Yine bu bağlamda özellikle son dönemde kendi ebeveynleriyle yaşamış oldukları sorunlu ilişkilerden yola çıkarak "toksik ebeveynlik" çatısı altında, tüm ebeveyn-çocuk ilişkilerinin problemli olduğunu ima eden terapistler türedi. Niyetlerinin temiz olmadığı ve ne yapmaya çalıştıkları gören gözlere aşikâr.

Hayatımızda ilk kez karşılaştığımız ve maruz kaldığımız Covid-19 salgını bizleri gerçekten yordu. Uzunca bir süredir sevdiklerimizi göremiyor, onlara sarılamıyor, dilediğimiz gibi hareket edemiyoruz. Tüm normalimiz bir anda işlevselliğini yitirdi ve yeni normal dediğimiz kuralara uygun yaşamaya gayret gösteriyoruz.

Psikolojik dayanıklılığımızın da artık yavaş yavaş azalmaya başladığını, tahammül sınırlarımızın düştüğünü, tepkisel davrandığımızı, ümitsizlik ve endişenin günlük hayatımızı ele geçirdiğini görüyoruz. Bu da hâliyle ister istemez çeşitli psikolojik rahatsızlıkların doğmasına sebebiyet veriyor ve konuyla ilgili daha detaylı araştırmalar yapıp başımıza geleni anlamaya çalışıyoruz.

Şunu açıkça söyleyebiliriz ki tüm dünyayı etkisi altına alan bu salgın birçok psikolojik rahatsızlığı tetikledi ve insanların psikopatoloji üzerine eğilmesine, düşünmesine ve bu konular ile ilgili materyalleri yakından takip etmesine neden oldu.

Salgın bizi yordu, bu yorgunluğun bir diğer nedeni de sosyal desteğin artık eskisi gibi olmayışı. Kendimizi kötü hissettiğimizde, canımız sıkıldığında, kafamıza bir şey takıldığında dostumuzu arayıp onunla buluşur, sahilde biraz yürüyüp bir çay bahçesinde bir şeyler içerdik ve bu bize gerçekten iyi gelirdi.

Tuhaf bir hikâyenin içindeyiz

Fakat şimdi en yakınımızı kaybettiğimizde bile dostlarımız yanımıza gelemiyor, bize sarılıp derdimizi, acımızı paylaşamıyor. Çünkü onlar da haklı olarak ilgili kurumların yapmış olduğu uyarılara sadık kalıyor ve virüsün kendilerine bulaşmasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Yazarken bir kez daha fark ediyorum, sahiden de tuhaf bir hikâyenin içindeyiz.

Bu tuhaf hikâyede kişisel hayatta kalma mücadelemizi veriyoruz ve bir bakıma yalnızız.

Fakat salgın öncesinde de sosyal olarak işler pek de istediğimiz gibi değildi. Son yıllarda psikolojiye ve terapiye artan ilginin nedenlerini düşündüğümde aklıma ilk olarak insanların giderek yalnızlaşması geliyordu. İnsanlar artık bir ötekine dert anlatamıyor, hâlini paylaşamıyor çünkü karşı tarafın kendisini dinlemediğini, başka meşguliyetlerinin olduğunu ve kendisiyle ilgilenmediğini düşünüyor.

Ne yazık ki durum birçoğumuz için böyle. Ötekini dinlemeye, vakit ayırmaya, derdiyle hemhâl olmaya çabalayan çok az insan kaldı. Vaktiyle mahallemizdeki köşe başı abileri; bizlere akıl verip yol çizen manevi önderler; derdi para kazanmak, üniversitede kürsü kapmak, etkinliklerde boy göstermek olmayan büyüklerimiz vardı fakat ne yazık ki bu yön gösterici pusulalar yavaş yavaş kayboldu, köşesine çekildi ve insan yalnız kaldı.

Hayatını terapi sayesinde idame ettiren biri olarak şunu açıkça söylemem gerekiyor sanırım; yalnız kalan, etrafında problemleriyle hemhâl olacak birilerini bulamayan, her şeyi bir kenara bırakalım kendisini dinleyecek kimsesi kalmayan insanlar soluğu terapi odalarında almaya başladı. Bazen hiçbir psikopatolojik semptom göstermeyen ama bir şeyler anlatmak isteyen, dinlenilmek, anlaşılmak istenen danışanlarla karşılaşıyoruz. İşte, dünya bizi böyle yapayalnız bıraktı.

Bilimin ışığında tasarlanmış ve kurgulanmış dizilere, sinema filmlerine, kitaplara her daim ihtiyacımız var. Bu eserlerin kısmi bir sağaltım ve anlık rahatlık sağladığı da su götürmez bir gerçek. Fakat kendimizle ilgili problemlere kalıcı çözümler bulmak, yaşamış olduğumuz psikopatolojik semptomları ortadan kaldırmak ya da dünyaya ne için geldiğimizi anlamak, sorgulamak için bu yapımlara başvurmak pek de bir işe yaramayacaktır.

BİZE ULAŞIN