Esasen içinde namaz kılınmayan bir evin saatlerine itimat etmek caiz değildir!" diye söyletiyordu kahramanına Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz kitabında. Biteviye sınanmayan iddialar, en iyi ihtimalde dahi su-i zannın ötesine geçemiyor ve her halükarda da kof olmakla malul. Ancak çağımız, büyük anlatılardan kopmuş sürüklenen büyük iddialar çağı; yön duygumuz örselenmiş ve pusulamızın ayarı da hiç itimat telkin etmiyor.
Tanpınar'ın muazzam eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde belki eserin en süzülmüş şahsiyeti bir nesnedir; evin emektar saati o menhus "Mübarek". Eve uyum sağlayamamış bu devasa Frenk saati, "Kendi hâlinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkâre gibi başıboş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilân ederdi? Bunu hiç bilmezdik." şeklinde tarif edilir eserde. "İyi saatte olsunlara uğramış modern sonrası insan, kendini tavaf etmekle sermest, sadece kendinin çılgın yahut dalgın yürüyüşünde, kimsenin ona tutunmaya, bel bağlamaya cesareti yok. Zira yalnızca aşina olduğumuza itimat besleyebiliyoruz." sözleriyle anlatılır.
Güven üzerine serdettiğimiz her ifade, aslında çok parçalı bir yapıyı tanımlıyor; emniyet hissimizden olduğu kadar itimat duygumuzdan ve inancın, sevginin elimizden tutup yönlendirdiği bir bağlanma arzusundan bahsediyoruz. Güvenin temeli geçmişe dair bir aşinalık, oradan neşet eden bir emniyet hissi değil yalnızca, bir benzeşim arzusu daha uzun bir aşinalık beklentisidir. Bize, hukuk jargonuyla tanıştırılan Latince bir tabir "bona fide" ıstılahen, hüsn-ü zan/iyi niyet terimleriyle eşleşir. Muhatabın, deklare edilmiş geçmişine olduğu kadar, müşterek geleceğe dair bir emniyet hissini havidir.
Emniyet hissi, artık uzak bir şey
Bundan daha aşkın olarak da güven, bir babaya, bir geleneğe, bir dosta, bir Tanrıya sırtını yaslayabileceğini hissetmektir. Birine inanabilirsiniz ama onun kudretine ve esirgeyiciliğine dair umut beslemediğiniz müddetçe ona güvenmezsiniz. Emniyet hissi mesafeyi iptal etmeyen bir temasla da yaşanabilir, ama yalnızca bu şekliyle güven, o uzaklığı birinin aşıp size gelmesi beklentisidir. Onun bunu yapabilecek kudrette olduğunu bilirsiniz, bunu ona yaptıracak kadar önemli olduğunuzu bilirsiniz. Toplum düzeni ve istikrar açısından emniyet hissinin önemi elbette yadsınamaz ama insanı iyileştiren, bu tür bir aşkın güvendir daima.
Batı'dan başlayarak geleneksel dünyanın parçalanmasının çok sayıda öngörülebilir ve arzulanan neticeleri oldu ve ondan daha fazla miktarda da akla gelmeyecek, daha sarsıcı tali serpintileri. Bir başka uzak memlekette yerleşmeleri için ferman çıkınca, yanında götüreceği şeyleri toparlaması için verilen kısa sürede, gidip köyünün en eski mezar taşlarını söken birini anlatan bir hikâye vardır, niçin bunları yanında sürüklediği merak edilince "Oranın bana ait olduğunu ispatlamak için, dikip, bunları göstereceğim" demiş. Eskilerin belki ancak çok travmatik tecrübelerle yüzleştiği sürgünlük, yerinden edilme hâli, her modern insanın ilk atlattığı - kanıksadığı badirelerden biridir.
Metropoller, çevreden ve taşradan gelen insanları birbirine yabancı kılarak birlikte yaşatmakla temayüz eder. Geleneksel dünyada yabancı, insanların yaşamında belki hiç karşılaşılmayan, çok nadir ve emrivaki hâllerde birkaç gün âlâ vâlâ ile abartılı bir şekilde konukseverliğe boğulup yersizliğini unutmasına izin verilmeyen ertelenmiş ve ötelenmiş arızî bir karakterdi. Modern kentlerde ise yabancı her yerde, evin kapısından dışarı adım attığınız andan itibaren öteleyemediğiniz bu insanlarla erteleyemediğiniz temaslar yaşamak zorunda kalıyorsunuz mütemadiyen.
Emniyet hissi, yaşı artık bir haddi aşmış pek azımızın sıcak, huzurlu bir öğleden sonrası duygusuyla hatırlayabildiğimiz uzak bir şey. Kilitlenmeye lüzum görülmeyen kapılar, komşuya ve sokağa emanet edilen çocuklar, mahalle bakkalına götürülen minik borç defterleri, geç saatlerde dönülen, uyumuş çocukların kucaklarda taşındığı ev gezmeleri… Tüm bunlar büyük kent yaşamının müeyyidesiz bırakmayacağı nahiflikler.
Güvenin kaybı
Gün geçmiyor ki, insana güvenimizi tuzla buz eden bir haberle karşılaşmayalım. Sosyal medyanın da şeamet tellallığı ve üstün yardakçılığıyla, "insan insanın kurdudur" anlayışı, bir kara duman gibi aramızda yürüyüp sızıyor ruhlarımıza. En yakın olduklarımız tarafından bile istismar edilme tedirginliğine alıştırılıyoruz yavaş yavaş. Ancak, insan güven duymaksızın yaşayamaz, çünkü insan bekler. Hakşinas insanı güvenle, haksızlık edeniyse korkuyla bekleriz. Güven, umudun sağ elidir bu yüzden, korku ve kaygı ise bir tür gizli küfür sayılan umutsuzluğun hempası sayılır.
Ancak güven, aslında tek odaklı bir ilişki biçimi değil. İnancımızda "mü'min" inanan ve güvenene münhasır bir isim olduğu kadar, "El Mü'min" de inanıp bel bağlanacak olanın esmasındandır. Güven, bakışımlı bir tekliktir. "İnanç, bugün ve gelecek adına önemli bir güven duygusudur, bu emniyet duygusu çok büyük, çok güçlü, bilinmeyen bir varlığa güvenmekten doğar. Her şey bu güvenin sarsılmaz oluşuna bağlıdır. Bu varlığa ne şekilde tasavvur ettiğimiz ise, bizim diğer yeteneğimizle, hatta içinde bulunduğumuz şartlarla ilgilidir, bunların ne olduğunun bir önemi yoktur. İnanç, her bireyin kendi duygusunu, zekâsını, hayal gücünü yetenekleri ölçüsünde içine atmaya hazır olduğu kutsal bir kaptır." diyordu Goethe.
Bugün güvenle ilgili meselelerin bu kadar konuşulmasının ve güven buhranından bahsetmemizin en önemli sebebi belki artık bizlerin de emin insanlar olmaktan çıkmamız. Bizler güvenilmekten uzaklaştığımız oranda, güven hissi kayıplara karışıyor, onun yerine şüphe, kuşkuculuk arz-ı endam ediyor. Toplumsal boyutta güvenin kaybı, güvenilirliğin kaybıyla at başı gidiyor. Modernleşmenin getirdiği parçalanmalardan birisi de, her ortama göre deri değiştiren, kimlik-kişilik değiştiren bukalemun kişilikler. İnsanlar, bukalemun kişiliklere büründüğü nispette insan teki güvenilir, bel bağlanır, omzuna yaslanılır, özü sözü bir, sözünün eri, tutarlı bir varlık olmaktan uzaklaşıyor.
El-emin olmaya bir davet
İnançtaki bağlılığın güveni tesis edememesi bugün en büyük trajedimiz. Âlemdeki parçalanmışlık, kesret, her zaman için bir yozlaşmayı ima eder; inancımızdaki bu parçalanmışlık da ruhumuzu yozlaştırıyor. Güvendeki azalma, sahici maneviyattaki, tevhit idrakindeki bir azalmayla at başı gidiyor. Peygamber efendimiz El-emin olarak bilinirdi. Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayeti, tartıda hile yapmamanın önemini vurgular, insanları emin olmaya, söylediği sözü kasteden ve o sözün arkasında durabilen kişi olmaya davet eder. Güven de, temelde budur; ben söylediğimi yapacağım, senden de söylediğini yapmanı bekleyeceğim. Karşılıklı güven aslında, karşılıklı El-emin olmaya bir davet ediştir.
Elias Canetti, Körleşme'de "İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbette ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve duaların yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan farklı değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise (kendilerini tekrar edip duranların dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçler tarafından yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onda insanca tepkiler yaratabildiğine yönelik o sonrasız güven duygusuydu." sözleriyle güveni yıkan farklı bir dilsizleşmeden, dilin tahliyesinden bahsediyor.
İnsanın insana yurt, şifa olması
Tarihsel tecrübelerimiz bizi çok örselediği için, bilhassa Türkiye'nin yaşadığı bir demografik depremle, köylerin şehirlere akmasıyla, herkesin birbirine yabancı olduğu bir ortamın oluşması, mahallenin kaybolması, geleneğin solmasıyla beraber ortaya çıkan hemdîl olmadığımız bir takım insanların orasında kalmayı ifade eden yeni bir durumdan bahsediyoruz. Hiç sanmıyorum ki iki yüz yıl önce Türkler birbirine bu kadar az güvenen insanlar olsun.
Batı, köklerinden koparak fabrikalara, ticarethanelere yığılmış, yabancılaşmış bir büyük nüfusu duygusal motivasyondan ziyade kurallara, müzakereye ve taahhütlere dayanan bir sistem dâhilinde beraber yaşatmayı başardı. Biz ise, cümbür cemaat ve ardı ardına köylerimizi boşaltarak hemşeri mahalleleri kurmak suretiyle şehirleştik. Bu yüzden güven hissimiz hâlen daha bu aşinalık ile sıkı sıkıya bağlıdır. Her ne kadar araştırmalarda Türkiye şu an güven endekslerinde aşağılarda görünse de, başka ülkelerin bizim geçirdiğimiz travmaları yaşamadığını göz önüne almak gerekir. Toplumsal travmalar, kolektif travmalar güven duygusunu yerle bir eder. Sadece son üç beş senede bile Türkiye ne kadar ağır travmalar geçirdi, çok vahşi ve kanlı bir darbe girişimine uğradı, sayısız terör saldırısına maruz kaldı.
Yine toplumsal buhran, anomi zamanlarında ve ekonomik krizlerde insanlar birbirlerine karşı daha da güvensizleşebilir, bir başkasının güveni çok daha kolay suiistimal edilebilir. Tüm bunlara rağmen Türkiye, insanın insana yurt, şifa olmasının, insanın insana misafir olabilmesinin, birbirimize dost ve yaren olmamızın gerektirdiği bir içsel ahlakı tazammun eden bir ruha sahiptir. Çünkü evvelemirde, güvenilecek yegâne merci olduğu bilinci bizi kavi tutar, insanın içindeki cevhere inanır, onda Hızır'ı göreceğimizi ümit ederiz.
Ancak bu tekinsiz gibi görünen durumunda kendine has bazı avantajları mevcut; toplum hukukun, karşılıklı çıkarın ve gözetimin tedibinden kurtulduğu anda, ahlakın -manevi yahut duygusal- zemininin çöktüğü bir vasatta, güveni orada zapt edebilecek bir şey de kalmaz. New York kentinde 1977 yılında bir gece boyunca süren elektrik kesintisi esnasında gerçekleşen yağmalama, soygun ve tecavüz olaylarının sayısı, insan türüne beslenebilecek tüm güveni bir kez daha yıkmıştır. Kapattığımız asır, türümüze olan güvenimize karşı art arda ağır hüsrana uğradığımız bir dönemdi, yenisi de çok parlak görünmüyor.
Yalan ve hakikat melezleşti
Toplumsal düzeyde güven hissinin erozyonu bilişim teknolojilerinin de hızlı bir aşındırma etkisine maruz kalıyor. İnternette kendimizi güvende hissedip yaptığımız işlemler, başımıza türlü dertler açıyor. Teknoloji yalan söylemeyi kolaylaştırıyor. Bizatihi sosyal medya, günümüzde bir yalan teknolojisi olarak, giderek işlerlik kazanıyor. İnsanlar kimliklerinin göstermek istedikleri taraflarını gösteriyor, tasarladıkları imaj çerçevesinde saklamak istediklerini saklıyor. Aynı zamanda bu ortamlarda çok kolay kimlik hırsızlığı yapılabiliyor. İnsanlar kolayca müşteri hâline getirilerek, bırakılan çerezlerle av gibi reklamlara muhatap ediliyor. Her halükarda teknoloji mahremiyeti yok ettiği gibi güvenliği de yok ediyor. Umberto Eco'nun çok sevdiğim bir post modernite tarifi vardır, mealen bir yalanı kırk defa söylediğiniz zaman onun doğru kabul edilmesi" olgusudur postmodernitenin gerçeklik algısı.
İçinde yaşadığımız bu postmodern veya geç modernlik çağının mümeyyiz vasıflarından biri, yalan ve hakikatin melezleşmesidir. Nerede yalan başlıyor, nerede hakikat, biz hayatlarımızı ne kadar gerçek yaşıyoruz, ne kadar yalanız, kendi hayatlarımız ne kadar yalan? Ne kadar kendi özümüze değerlerimize sadık kalabiliyoruz? Güven, biraz da kendi değerlerimize sadakatle alakalı bir şey. Karşımızdaki insan kendi özüne, değerlerine ne kadar sadık? Bu sadakati paylaşabiliyorsak biz zaten ikimiz de kendimizi birbirimize el-emin, güvenilir kılmışız demektir.
Jacques Elull başyapıtı Sözün Düşüşü'nde "İnsan, konuştuğu sözün arkasına bütün bir hayatının anlamını yerleştirmediği sürece bir ifadeyi diğerinden nasıl daha fazla ciddiye alabiliriz?" "Konuşan ile sözleri arasındaki kopma, kesin bir kopuştur. Eğer bir kişi sözünün arkasında değilse, sözü yalnızca bir gürültüdür" diyordu.
Ruhun tüketilebilir olduğu bir çağ
Fukuyama "Bilgi çağının en coşkulu havarileri hiyerarşi ve otoritenin çöküşünü kutlarken kritik bir faktörü ihmal ediyorlar. O da, güven ve bu duygunun altında paylaşılan ahlaki normlardır." Ruhun tüketilebilir olduğu bir çağda, güveni ara ki bulasın. Etkilerini denetleyemediğimiz ve anlayamadığımız çok karmaşık kurum ve uygulamalar arasında yaşıyoruz. Anlaşılmaz ve gizli risk kaynaklarına maruz kalma ihtimalimiz çok fazla: Çevresel riskleri, terör saldırılarını veya nükleer kazaları önlemek elimizden gelmiyor. Bu da bizi bir belirsizlik iklimine savuruyor: Güvenlik serabının ortasında tehlike her yönden bastırabilir. Bir yanda bu muhayyel korkular öte yanda "gelişmekte olan" veya "gelişmemiş" dünyanın baş etmek zorunda olduğu kıtlık, yolsuzluk veya güvensizlik gibi müzmin somut sorunlar. İlkinde hayata yönelen bir tehdit söz konusu, ikincisinde zorluklar hayatın süreğen bir parçası.
Güven, güven doğurduğunda birlikte erdem basamaklarını tırmanırız, güven ihanet doğurduğunda ise bir kısır döngünün içine gireriz. Tehlike ve terör güvenin altını oyar. Böylesi durumlarda güven şartlarını hızla onarmak gerekir. Nasıl yapmalı? İnsan hakları ve demokrasi diyecektir kimileri, ne de olsa tüm barış süreçlerinin altında bu ikisi yatıyor değil mi? Tersinden baksak olur mu? Belki de insan hakları ve demokrasi güvenin değil, güven, insan hakları ve demokrasinin teminatıdır. İnsan hakları, "Benim neye hakkım var?" veya "Ben ne alabilirim?" sorularına cevap ararken, "Ben neyi yapmalıyım?" veya "Sorumluluklarım nelerdir?" sorularını es geçer. Konuşma hürriyeti, ancak başka insanların bu hürriyete saygı gösterme ödeviyle kaimdir. Ötesi sadece belagattir. Galiba başkalarının bizim için ne yapması gerektiğine, bizim onlar için ne yapmamız gerektiğinden daha fazla odaklanıyoruz.
Demokrasi bize politik olarak meşru olanı gösterebilir fakat bize etik olarak haklı olanı işaret edemez. Demokrasi haklara, haklar da görevlere yaslanır. Kendi görevlerini yerine getiren aktif yurttaşlar, ötekinin haklarını da teminat altına alır. Ahlakı politikaya bitiştirdiğimizde soracağımız soru, "Ne yapmalı?" ve "Bunu kim yapmalı?" olabilir, "Ne almalıyız?" değil. Temel ödevlerin görmezden gelindiği bir dünyada, ötekinin hukukuna tecavüz sıradanlaşır ve güven ağır yara alır.
Güven bir ülkeyi ayakta tutan manevi sermayedir. Tarihe güven, insana güven, millete güven, devlete güven. Kendine güven. Çok yara aldık buradan, çok incindik. İncindiğimiz yer en çok güçlendiğimiz yer olmalı. Öyle bir bağlanmalıyız ki kırıldığımız yerden, eskisinden daha güçlü, daha mukavim olmalıyız. Pasif bir insan hakları bakış açısı arkamıza yaslanmamızı ve birinin haklarımızı bize dağıtmasını ister. Hayır, haklarımızı istiyorsak önce eyleme geçelim ve birbirimize karşı ödevlerimizi yerine getirelim. Hakların dili bize lazım ama sorumlulukların dilini unutmadan... Önce ödevimizi yapalım.