Celal Fedai: 15 Temmuz: Türk fütürizminin ruhu

15 Temmuz: Türk fütürizminin ruhu
Giriş Tarihi: 21.07.2020 12:59 Son Güncelleme: 21.07.2020 12:59
Bir derin pınar olarak Türkiye, 15 Temmuz ile tarihin içinden getirdiği Ruh’un varlığını kanında hissetti. O kan bedeninde dolaştı. İçinde bir seçkin duygu ve soylu bir düşünce doğdu. Vaktiyle dedelerinin olduğu gibi yaşanan zamanda insanlık için Nuh’un gemisi olmanın fikri derinlerine düştü.

Ağırdır duyuşu bütün derin pınarların", diyor Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün bir yerinde ve devam ediyor: "Derinliklerine neyin düştüklerini bilmeleri için uzun zaman beklemeleri gerekir." Büyük sanatçıların içlerinden doğan esaslı sanat eserlerini izah etmekte işimize yarayabilir bu söz. Çocukluğumda kör kuyulara küçük taşlar atmayı severdik. Korkuyla kuyuya yaklaşır ve avuç içi kadar büyük bir taşı tedirginlikle boşluğa bırakırdık. Sessizlikle kulak verirdik bırakılan taşın çıkardığı sese. Doğru bırakılan taş bir zaman sonra eğer duvarlara çarpmadan düşmüşse tok bir "şlokkk" sesi çıkarırdı. Doğru bırakılmamışsa çıkan ses karmakarışık olurdu.

Sanatçının da "iç"i böyledir. Derinliğine düşen gereği gibi düşmüşse vaktini bekler estetik formunu bulabilmek için. Bu bazen kısa zaman alır, bazense uzun. Derin pınar ya da derin kuyu… Kuşkusuz farklı nesnel, somut metaforlar ama asıl mesele: Bir "iç"e sahip olmak. "İç"e, yani Ruh'a…

Müslümanlar için "Ruh" kelimesi özel bir kelime. O'nun insana üflendiğine inanıyoruz ve dolayısıyla insanlardan oluşan millette de O'ndan bulunduğunu düşünüyoruz. Devlet tasavvurumuzu Kutadgu Bilig'den beri bunun üzerine inşa etmişiz. O'nu, O'ndan aldığımız bilgiyi her şeyimiz sayıyoruz. Yusuf Has Hacip'in şaheseri, bu "kutluluk" veren bilgi üzerine kuruludur. "Mutluluk"u ona kıyasla küçük görüyoruz. İnsanın evladı olunca "kut" buluyor. "Göz aydınlığı" kazanıyor. Mutluluk ise küçük, anlık duygular. Herkese "kut" nasip de olmuyor.

Bu sözleri şunun için söylüyorum: Ruh, kendisinden sonra başlayan her şeyi kendisine göre yorumlatıyor. Biz Türkler, dünya hayatının manasını birey ve toplum olarak işte böylece yorumlanmış, bulmuşuz önümüzde. Lakin bir hazıra konma değil bu. Her çağda yeni yorumu yapmak o çağın insanlarının boyun borcu. Yoksa onların değilse bile sonradan gelen evlatlarının boyunları vurulur. Hegel'in "zeitgeist"ının (zamanın ruhu) bizim için anlamı bu.

Yaşananı asıl olan zamana uygun kılmak

"Çağın ruhu" sözü yaşanan zamana uyma manyasına kapılmışlar için çok büyülü bir söz. Oysa Türk devlet felsefesi, yaşanan zamanı asıl olan zamana uygun kılmak üzerine kurulu. "Yaşanan zaman"ı bozanların moda kıldıklarına Türkler burun kıvırmışlardır. Onların tarafında oldukları bir "Ruh" vardır. Onun için vardırlar. Aksi tüm iddiaları tarihin tanıklığı davadan düşürmeye yeter. En zor zamanlarda, çağa tapınanların bu histerileri uğruna her türlü zulmü, ihaneti göze aldıkları zamanlarda bile söz konusu "Ruh'tan yana olanlar sahneye çıkıp oyunu bozmuş ve yeni oyunu kurmuşlardır.

15 Temmuz, bu yüzden Kutadgu Bilig'den beri süregelen devlet felsefemizin tam can verecekken canlandığı bir kutlu vaktin adıdır. Batı'nın postmodern dönem sosyal bilim anlayışıyla kabzettiği, tutukladığı tarih bilimi, bu kutlu vakti nasıl inceler tahmin etmek zor değil. Zaten geçen zamanda bu tarih anlayışı işlevini yerine getirerek 15 Temmuz neşvesini unutturmaya çalıştı. Benzer çaba her alanda yürütüldü. 15 Temmuz'un, Türklerin tarih sahnesinde daraldığı vakit nasıl dirildiklerini anlatan destanlardan bir destan olması engellenmeye çalışıldı. Bu tutumun süreceğine de kuşku yoktur.

15 Temmuz gecesi, milletin güzide ve yiğit bireyleri devletine Ruh'unu hatırlattı. Devletin bu Ruh'a göre ihyası asıl zor olan meseledir. Devlet, insanlara maaşlarını ödeyen, eğitim veren, yol yapan bir organizasyon değildir. Devlet, Türkler için bir "ide"dir. Batılılar için devlet ise, tarihleri boyunca kilise ile işbirliği içinde onlara zulmeden bir yapıdır ve bu yüzden yıkılmalıdır. Nitekim Batı'nın son üç yıllık tarihi bu türden onlarca yıkıma işaret eder.

Oysa Türkler için devlet, milletin düşüdür. Zeval görsün istenmez. Ne var ki son 150 yılda Türkiye'de de Türk devlet idesini yıkıp yerine başka düşlerin devletini kurma istekleri, girişimleri de olmuştur. Sözgelimi Türkiyeli sosyalistler, Türk milletinin izzetinefsini unutarak Türkiye'yi SSCB'nin emir kulu yapmak istemişlerdir. Türkiyeli kapitalistler ise aynı şeyi Amerika için Avrupa Birliği için düşlemişlerdir. Maocuların Çin düşü bile bugün hâlâ canlıdır. 15 Temmuz, bu düşlerin tamamına muarızdır.

Biz kimiz? Ulusal kimlik arayışı

Yaşanan zaman Türkiye'ye Selçuklu'ya ve Osmanlı'ya Orta Asya'dan aksettirilen Ruh'un mesuliyetini üstlenmesinin gereğini göstermiştir. Şaşılacak bir durumdur: Türkiye'de bu Ruh'u aktüelleştirecek bir entelijansiya yokken millet, devletin entelijansiyasının da kendisinin olduğunu açıkça belli etmiş ve hain darbe girişimine canını siper etmiştir.

Millet vazifesini yapmıştır. Tarih, 15 Temmuz gibi hadiselerden sonra vazifesini yapanların geri çekilmesiyle birlikte oluşan cephenin çoğu kere dağılma tehlikesi yaşadığının misalleriyle doludur. "11 Eylül Saldırıları" sonrası ABD, böyle bir hâl oluşmasın diye büyük bir çaba sarf etmiştir. Hâlâ da etmektedir. 15 Temmuz işgal girişimi ile 11 Eylül'ü asla yan yana anmak istemem ama bize bir hususu fark ettirebileceği için bunu yapmanın zarureti var.

11 Eylül sonrası ABD'nin yaşadığı kimlik bunalımı karşısında ülkenin dünya çapında namlı isimlerinden Samuel Huntington, derhal kaleme sarıldı ve Biz Kimiz? Amerika'nın Ulusal Kimlik Arayışı kitabını yazdı. Üzerinde pek çok tartışmanın döndüğü Medeniyetler Çatışması kitabının müellifi, son derece kolay anlaşılır bir dille yazıyordu bu defa. Çünkü belli ki olabildiğince çok ABD vatandaşı bu kitabı okusun istiyordu. "Candice, Max, Eliza'ya ve onların Amerikalı geleceğine" diyerek başladığı kitabında Huntington, ne evvelce yazdığı entelektüel irtifası olan eserlerine bir halel getiriyordu ne de böyle bir eser yazmakla basit bir bürokrat kılığına bürünüyordu.

19'uncu yüzyılın ortalarında, 20'nci yüzyılın "Amerikanolar"ın çağı olacağını müjdeleyen Walt Whitman'ın izinden giden Huntington'un eseri, en az Medeniyetler Çatışması kadar işlevseldir ve ABD'nin bu defa iç siyasetine son derece anlamlı bir katkı sunmuştur. Kitabın alt başlıklarını inceleyen bir göz, bu çalışmanın bir benzerinin niçin bizim entelektüellerimizin kaleminden çıkmadığına ne kadar hayıflansa azdır.

Ulusal onur ve Tanrı

Kuşkusuz Huntington, tıpkı Brzezinski, Fukuyama gibi kurgulanmış bir kalemdir ve son derece etkilidir. Onun gibi farklı alanlarda pek çok isim vardır ve bu isimlerin her biri, ABD'nin günlük kültürel politikalarını icra etmekten önce, uzun vadede yaşadığımız zamanı şekillendirecek Brzezinski'nin adlandırmasıyla "satranç tahtası"nın kültürel irade ve idaresini belirlemekle mükelleftirler.

Benzer durum Avrupa Birliği, Rusya ve Çin gibi ülkeler için de söz konusudur. Aksi takdirde pek çok unsurun bir arada olduğu bu yapıları beraber tutmak mümkün değildir. Bu nedenle Huntington, ABD'nin çok kültürlülüğüne vurgu yapanların: "Amerika tek bir yaygın kültüre sahip bir toplum değildir ve olmamalıdır. Ergime noktası ve domates çorbası metaforları gerçek Amerika'yı betimlemez. Amerika bir mozaiktir, bir salatadır, hatta 'soslu bir salata'dır." şeklindeki görüşleri dikkatle eleştirir. Buna karşı da ABD'nin 1990-1991 yıllarında dünyada "ulusal onur ve Tanrı'nın önemi" üzerine yapılan güvenilir bir araştırmada çıktığı üst basamağa işaret eder.

Gerçekten de ABD, "ulusal onur"una ve Tanrı'ya düşkün olmak bakımından İrlanda'dan sonra dünyada ikinci ülkedir. Bu durum gerçekten de çok çarpıcı bir gelişmeyi ifade eder. Zira Max Weber, 20'nci yüzyılın başında ABD'de dinin etkisini epeyce az tespit etmiştir. Geçen yüz yıllık zaman içinde ABD, ulusal kimliğini Huntington'un kitabında saptadığı sınırlar içinde geliştirmiştir. 11 Eylül sonrasında, bugün de aynı gayreti sürdürmektedir.

Bugün ABD, tıpkı Rusya, AB, İsrail ve Çin gibi sözde laiklik maskesi altında kendi devlet idesinin peşinden gider. Batı, Türkiye tarihî sorumluluklarını her üstlendiğinde onu "siyasal İslam" sopasıyla dövmeye kalkar ama asıl Hıristiyanlığı ve Yahudiliği siyasallaştırdığını maskeler. İslam'ın Siyasallaşması adlı çalışmasında Kemal Karpat, bu gerçeği II. Abdülhamit üzerinden inceler ve Osmanlı ülkesindeki gayri Müslimlerin haklarını savunma bahanesiyle Osmanlı'ya müdahale eden İngiltere ve Fransa'nın aynı şeyi Müslümanlar için II. Abdülhamit yaptığında nasıl ikiyüzlü bir tutum sergileyerek onu "İslamcı" yaftası ile yargıladığını ortaya koyar. Bugün de değişen bir şey yoktur. "Fundamentalist", "cihadist", "siyasal İslamcı" gibi ifadeler, Batılı ülkelerin Hıristiyanlığı, Yahudiliği siyasallaştırmalarının maskelerinden başkası değildir. Hasılı, sadece ABD için değil tüm Batı dünyası için "kendi 11 Eylülleri" siyasetlerinin belirleyicileri olmaya devam etmektedir.

Devlet idesini sürdürmek

Peki, Türkiye 15 Temmuz sonrasında ne yapmaktadır? 21'inci yüzyılın Türklerin yüzyılı olacağını söyleyen şairlerimiz var mıdır? Varsa bunu bir hamasi söylem olmanın ötesine taşıyarak estetik formunu bulmuş sanat eserleriyle, kuramlarla, türlü diğer gayretleriyle iddia edebilmişler midir? Siyaset bilimcilerimiz, 1990'larda, "Türkiye bir köprüdür." Ya da "Türkiye bir mozaiktir" diye yutturulan politik liberal safsataları boşa düşürecek ve Türkiye'nin tarihin içinden getirdiği, insanlarından ona katılan bir "Ruh"u olduğunu izah edebilmişler midir? Yani 15 Temmuz gecesi milletin yerine getirdiği vazife entelijansiyamız tarafından sürdürülebilmiş midir? Can alıcı sorulardır bunlar. Cevabı bu yüzden can aldığı kadar can da verir.

Bugün Rusya, ABD, AB, İsrail ve Çin gibi devlet idelerini canlı tutan milletler, büyük bir kültür mücadelesi yürütmektedirler. Bir yandan diğer milletleri, halk, kitle, avam ve alık seviyesine indiren postmodern popüler kültürü desteklemekte ama öte yandan kendi insanlarının ekseriyetini bu "alıklaştırılma" sürecinden korumaktadırlar. Almanlarla özdeşleşen bu "kulturkamf" tutumu, Türkler tarafından benimsenince Türkiye, "baskıcı", "otoriter" vesaire olarak suçlanmaktadır. Gerçek şudur ki andığım devletlerin tamamı bugün kendilerine has bir "kültür mücadelesi" yürütmektedirler. Bir kültür idaresi tesis etmiş ve o idarenin gösterdiği "irade" ile milletlerinin yaşanan zamandaki kültürlerini sevk ve idare etmektedirler. Başka türlü büyük devlet olma yarışını sürdürebilmeleri mümkün değildir.

Bugün Putin'in Rusya'sının Ekim Devrimi sonrası Stalin'in SSCB'sinden, Rus devlet idesini sürdürmek bakımından hiçbir farkı yoktur. Olsaydı Suriye ve Libya'da açık denizlere hâkimiyet kurma adına bulunmazdı. Zaten Stalin'in SSCB'si de devirdikleri Romanovların Rus devletine dair ideallerini sürdürmüştür. Benzer durum ABD için de geçerlidir. Sözgelimi ABD'nin kurucu babalarından Abraham Lincoln, Amerika'yı, bulunduğu kıtadan ibaret bir gemi olarak görmüyordu. Ona göre Amerika, iç savaştan çıkmış olmasına rağmen, kıtalararası seyrüsefer eden bir transatlantik olmalıydı. Mühim olan, bu geminin kaptanlığının anlamını kavramış bir kaptana sahip olmasıydı. Gemiye, onun kaderi nasıl olsa sirayet edecekti.

Tarihî kaderi üstlenebilmek

Eskiler, işlerin kaderinin onu eyleyenin kaderiyle mukayyet olduğunu bilirdi. "Kadersiz" insanlar gözünden tanınırdı. Kutadgu Bilig'de bu bilgi enfes misallerle yerini alır. Orada görüleceği üzere Türklerde arayış yukarıdandır. Devleti yöneten yukarıdan aşağıya doğru bir arayış sergileyerek her iş için kaderi olanı arar.

Aşağıdan yukarıya tırmanmak isteyen Tarık Buğra'nın deyimiyle "diksürüngen"lere müsaade edilmez. Buğra, Gençliğim Eyvah romanında hırslarının, çıkarlarının peşine takılan "diksürüngen tabiatlı" insanların nasıl kullanıldığını fevkalade izah eder.

Türkiye'nin bir kaderinin olduğu ve işlerin kaderinin onun eyleyenin kaderiyle irtibatlı olarak şekillendiği unutturulduğu için Türkiye'nin yükünü üstlenecek devlet adamlarımız maalesef uzun süre hep eksik oldu. Onların yerini bürokratların doldurması mümkün değildi. Hele de "diksürüngen" tabiatlı olanların… Nitekim bu olmadı. Fakat bugün Türkiye, 15 Temmuz'un hatırlattığı "Ruh" sayesinde, devlet idesini ve ona rapt olmuş tarihî kaderini üstlenebilecek devlet adamlarına sahip olmalı ki Irak ve Suriye'de olduğu kadar Akdeniz'de, Libya'da da postmodern sömürgecilere ülkesinde durduğu gibi karşı durabiliyor.

Türkiye'nin fütürizmi

Yaklaşık yüz elli yıl önce Nâzım Paşa'nın Ruslara söylediği "Bre biz Osmanlılarız bizde çok adam bulunur" sözü karşılığını yaşanan zamanda gösteriyor. Türkiye, yüz yıl önce Batı'yı sömürgecilik yarışına sokan fütürizmi kendi Ruh'una uygun hâle getirerek yaşıyor bugün. Türklerin fütürizmi, elbette Batılılarınkine benzemeyecek ve onun dünya sömürüsüne muarız olacaktı. Nitekim öyle de oluyor ve Türkiye'ye özgü fütürizm, dünyanın mazlum milletleri için umut oluyor. Dünyayı saran salgın hastalık sürecinin de gösterdiği üzere Türkiye, Hz. Nuh'un gemisi gibi insanlığı kucaklıyor.

15 Temmuz'da tebarüz ve tebellür eden milletin güzideleri, yiğitleri işte milletimize özgü bu fütürizmin neşvesini verenlerdir. Onlara layık olmak o "neşve"yi taşımakla mümkün olacaktır. Kuşkusuz eksiklerimiz vardır. Gelmekte olan nesillerimizi maalesef postmodern popülizm ideolojisinin kültürel hegemonyasından çıkaramıyoruz. Bunun için oluşturulmuş bir kültür idaresinden ve onun belirlediği bir kültür iradesinden yoksunuz. Sadece bizim değil tüm mazlum milletlerin gençlerini küresel dünya vatandaşı kılarak milletinin devletlerine değil de kendilerine bağlamak isteyen küresel kültürel hegemonyaya karşı bir kültürel mücadele eksiği içindeyiz.

Hayatî bir mücadele oysa bu… Gelmekte olan nesiller, hedonist bir yaşamı seçip Türkiye'nin fütürizmini üstlenmezler ise 15 Temmuz'un neşvesi maalesef sönümlenmekle yüz yüze kalacaktır. 15 Temmuz darbesi ile Türkiye'yi ömrü tuvalet ile yatak odası arasında geçen, yiyip içip gezmekten başka hiçbir ideali olmayan, mızmız, mıymıntı ve hedonist insanlar ülkesi hâline getirmek isteyenlerin ülke içindeki destekçileri düşünülecek olursa bu hususun nasıl bir hayatiyet arz ettiği anlaşılacaktır.

Bir derin pınar olarak Türkiye, 15 Temmuz ile tarihin içinden getirdiği Ruh'un varlığını kanında hissetti. O kan bedeninde dolaştı. İçinde bir seçkin duygu ve soylu bir düşünce doğdu. Vaktiyle dedelerinin olduğu gibi yaşanan zamanda insanlık için Nuh'un gemisi olmanın fikri derinlerine düştü. Aralara karışan kanı bozuklardan kurtulma iradesi göstermeye devam edebilir, güzide ve yiğit olmayı gelmekte olan nesillerine aşılayabilirse Türkiye, şu düzeni bozulmuş dünyanın umudu olabilecektir. Umut, naçizane gayret ve dua bunu bekliyoruz…

BİZE ULAŞIN