Cevabının verilmesi son derece zor bir soru çünkü ap-açık olanın izah edilmeye kalkışılması, o açık olanı anlaşılmaz hâle getirebilir. (Bu girizgâh cümlesi de, daha başta verilen bir cevaptır.)
Biz yine de, sorunun iki unsuru olan "kader"ve "coğrafya" terimleri üzerinde duralım biraz.
"Kader nedir?" sorusuna itikadi, ideolojik ya da felsefi uzun tartışmaları tekrarlayarak cevap vermeye kalkışmak, hem bu yazının hacmini aşar hem de konuyu daha bir karmaşıklaştırır.
Müslüman halkın dilinden düşürmediği kültüründe ve hatta inanç sisteminin özü olan Amentü metninde yer alan, "(…) ve bil'kaderi, hayrihi ve şerrihi min'Allah'u Tealâ… (...) /… kaderin, hayır ve şerrin Allah'u Tealâ tarafından geldiğine (…) iman ettim" ibaresi göz önüne alındığında, "kader" kelimesinin açıklamasını yapmak daha kolaylaşır.
Gerçi, halk kitleleri, bilerekbilmeyerek yaptıklarının veya yapmadıklarının/yapamadıklarının sonucunu da "kader"e bağlar; amma, açıktır ki, kader, insanın kendi hayatının ortaya çıkması, şekillenmesi ve sonlanmasında, dünyadan hangi yaşta, nerede ve nasıl ayrılacağına dair kendi aklı, iradesi veya duyguları açısından hiçbir ilgisi-bilgisi/etkisi/katkısı olmadan hayatına yön veren, "irade ötesi/dışı ve insan üstü" gücü ifade eder.
Çünkü hiç kimse, ana-babasını, doğduğu zamanı ve mekânı, ırkını, derisinin rengini, cinsiyetini, dünyaya geldiği ve içinde büyüyeceği sosyal çevreyi ve ne kadar yaşayacağını ve ne zaman öleceğini belirleyemez. (Avrupa rasyonel düşünce ve felsefesinde önemli isimlerinden büyük filozof ve matematikçi René Descartes'ın, "Akıllı insan 100 yaşına kadar yaşar" dediği; ama o kadar akıllı ve akılcı kabul edilmesine rağmen, 54 yaşında ölürken, büyük bir ruhi çöküş ve hayal kırıklığı yaşadığı anlatılır.)
Ya da, bizde ünlü "35 Yaş" şiirinin şairi Cahit Sıtkı Tarancı, "Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder..." derken, herhalde 70'lere varacağını düşünmüştü; 46'sında öleceğini bilseydi, o rakamı yazmazdı.)
Kaderin üstünde bir kader vardır
Yani açıktır ki kişi, kendi hayatına, yetiştiği çevre ve aldığı terbiye ve eğitim seviyesine ve idrak kabiliyetine ve müşahede gücüne göre, aklının erdiği veya duygularının yönlendirdiği şekilde farklı tavırlar-tepkiler geliştirse bile; kendi hayatının asıl sahibi ve yönlendiricisi değildir.
Hayatı bütünüyle "bilimsel" yöntemlerle izah etmek iddiasında olan materyalistler, son kertede, birçok şeyi izah edemeyip, "tesadüfler zinciri" izahına tutunurlar. Hattâ, mükevvenâtın /evrenin ilk ortaya çıkışında bir yaratıcıyı kabul etmemek için, her şeyin, ne ve nasıl olduğu bilinmeyen bir "Big Bang/ Büyük Patlama"yla ortaya tesadüfen çıkıverdiğini iddia ederler.
Bir gayb aleminin olduğuna ve Tanrı (Müslümanlıkta Allah) inancına bağlananlar ise, mükevvenât'taki/evren'deki her şeyin insan aklının erişemeyeceği (bilinemez değil, insan idrakini aşan) bir "yaratıcı" tarafından var edildiğine inanmaktadırlar ki bizim kültür ve inanç dünyamızın en etkin kavramlarından birisi olan "kader" de işte budur ve bu kavram, yaratıcının iradesi olarak, hayatı izahta zorlandığımız her yerde önümüze yeni ufuklar açmaktadır. "Allah nûr-us'semâvâtu ve-l'arz…/ Allah, semâların, sonsuz evrenin ve arz'ın nurudur!" (Kuran-ı Kerim, Nûr Suresi, 35. âyet meâli)
Bu konuyu, Sezai Karakoç, "Kaderin üstünde bir kader vardır / …/ Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır" mısralarıyla ne kadar güzel izah etmektedir.
Evet, "kader" böylesine meçhulümüz ama hayatımız üzerinde böylesine etkili ve bütün akli ve hissi hesaplarımızı, umutlarımızı, hayallerimizi bir anda sıfırlayabilen bir "insan iradesi ötesi ve üstü bir güç" olarak da her an karşımızda. Elbette ferd veya cemiyet olarak hayatımız üzerinde hiçbir etkisi olmayan, iradesiz varlıklar değiliz, irademiz ve de his ve sezgilerimizle bile hayatımızın akışını değiştirecek etkinlikte fiillerimizi yönlendirebiliriz, ama sezgi veya duygularımızla hiç ilgisi olmayan ve önleyemeyeceğimiz-beklemediğimiz etkenler ve oluşlar da hayatımızı bütünüyle değiştirebilir ve hatta sonlandırabilir. Böyleyken kim, ben "kader"imi kendim belirlerim diyebilir?
Kader inancına sığınan insan boşluğa, umutsuzluk girdabına düşmüyor; tam tersine ve kendi iradesiyle yönlendirmesi de bulunmayan sebeplerden dolayı karşısına çıkan felaketlere daha güvenli şekilde direnebiliyor. Çünkü bu kavram muazzam bir teselli limanı mahiyetindedir. Kader gibi güvenilir bir limanları olmayanlar ise, çaresizlik içinde umutsuz çırpınmalara, depresyonlara ya da intiharlara sürükleniyorlar.
Peki, coğrafya nedir?
Kader, evreni anlamakta bir boşluk bırakmamak için akıl yoluyla kavranılması da hem gerekli ve hem de çetin olan bir terimken "coğrafya" nedir ve o da insan için bir "kader" midir?
Coğrafya terim olarak, bir ferdin ya da bir halkın, toplumun yerküre üzerinde, doğduğu, yaşadığı ve hayatını geçirmeyi benimsediği, sadece kendisine ait değil, ecdadının mirasını da taşıdığına inandığı ve sahiplendiği bir arz parçası. Hiç kimse de kendi iradesiyle belirlediği bir zaman, mekân ve coğrafyada dünyaya gelmiyor. Elbette irademizi kullanacak hâle geldikten sonra birtakım mekân değişiklerine gideriz- gidebiliriz ama aileden ve sosyal hayattan aldığımız eğitim ve öğretimlerin de dışında, dünyaya geldiğimiz coğrafyaların üzerimizdeki görünen-görünmeyen yığınla etkilerinin şekillendirmesine de tâbiyizdir. Farkında olmadan o coğrafyalar tarafından da şekillendiriliriz.
Göçebe hayatı yaşayan kişi ve toplumlar ise, değişik yerlere göçmeyi, her mevsimde bir ayrı yerde konaklamayı, geniş coğrafyaları kendilerinin bir vatanı ve "kader"i olarak görürler ama onlar istisnai bir durum oluştururlar.
Vatan ya da coğrafya
Ama binlerce yıllık bir geçmişe uzanan insanın tarihinde, zaman tünelinin herhangi bir kesitinde, filan anne-babadan, filan dil grubundan, filan deri rengiyle doğması, yaşaması, ölmesi esnasında, bir kişi veya toplumun "asıl yaşama alanı" olarak bağlandığı mekânın adıdır, vatan ya da coğrafya. Pek azı müstesna, insan topluluklarının ezici bir ekseriyeti, vatan dedikleri coğrafyayı kendileri belirliyorlar değil. Doğuştan kendilerinin ve cetlerinin vatanı olan coğrafyalarda buluyor insanlar ve toplumlar, kendilerini… "Ben yaşayacağım vatan ve coğrafyayı kendim belirlerim" diyen insanlar hem çok azdır hem de cetlerinin topraklarından, hatıralarından, kültürlerinden koptuklarını, bütün o geçmişi terk ettiklerini iddia etseler bile, o cetlerinin coğrafyalarına ait kültürler, inançlar, hâtıralar ve hatta efsaneler bile, yeni coğrafyaları vatan edindiklerini söyleyenleri terk etmezler.
Evet, cemiyet hâlinde yaşamak zorundaki bir canlı olan insan için, yaşadığı arz olarak, coğrafya, kaderinin kaçınılmaz asli unsurlardan birisidir. Hatta hiç de imrenilecek bir yerde olmasa bile, insanoğlu için, vatan coğrafyaları azizdir.
Bu durum insana bazen tuhaf bile gelebilir. Nitekim denizlerin, göllerin, nehirlerin kenarlarında, ormanlık, yeşil, verimli, ılıman coğrafyalarda yaşayanlara, çöllerde veya ziraata elverişli olmayan dağlık yerlerde yaşayanlar imrenerek baktıkları gibi, bunun tersi de olabilir…
Çünkü her insan ve halkın diğerleriyle tıpatıp aynı olduğu söylenemez. Her kişi veya halkın, kendi tarihî geçmişinden tevarüs ettiği, miras aldığı birçok zenginlikler, gelenekler, yaşama tarzları, zevkler vardır ki, onlar ancak belli coğrafyalarda asli manasına kavuşur-yeşerirler.
Ve öyle coğrafyalar vardır ki, insan oralarda yaşayabilir ama oraları vatan edinemediği için kaderinin yaşama alanı olarak kabul edemez. Nice coğrafyalar vardır ki, tarih boyunca deprem vs. gibi tabiî âfetlerin ve savaş gibi beşerî felaketlerin anayurdu olarak bilinirler ama toplumlar kendi kaderlerinin ayrılmaz bir parçası bildikleri o coğrafyaları bir vatan olarak bildiklerinden, o felaketlerin tekrarlanacağını bildikleri hâlde, genelde o yerlerden kopmazlar ve o yaşama alanlarından aldıkları lezzeti başka coğrafyalarda bulamadıklarını ifade ederler.
Vatan kabul edilen coğrafya
Nitekim, insanlık tarihinin en kanlı savaşları genelde "Balkan- Kafkas-Ortadoğu" üçgeniyle Avrupa üzerinde şekillendiği hâlde, bu coğrafyalarda her şeylerinin savaşlarda yakılıp yıkılması ve tahrip olması ve yeniden yapılmasından sonra yeniden yıkılacağı konusunda tarihî tecrübelerle beslenilmesine rağmen, toplumlar yine bu coğrafyaları asıl vatanları olarak kabul ederler. Çünkü orada yaşayan sadece kendileri değildir, geçmişleri, kültürleri, inançları, hâtıraları biline-biline, hâlâ da en fazla bu coğrafyalar yaşamı alanı olarak tercih ediliyorsa bu, işte o tarihî geçmişe bağlılıkla coğrafya arasında yok edilemez derin bağların var olması yüzündendir.
Bu coğrafyalardaki halklar tarih boyunca olduğu gibi, bundan sonra da savaşların en büyük kurbanları olacaklarını bile bile, bu coğrafyaları terk edip başka yerlere gitmemektedirler. Çünkü bu coğrafyalar, o halkların kaderinin bir aslî unsuru olarak telâkki edilmektedir.
İnsan zaman zaman, geçmişte ve gelecekte yaşamak isteyebilir; "Keşke, o muhteşem devirleri ben de yaşamış olsaydım" ya da, "Keşke 100-200 sene sonraki insanlığın hangi merhalelere varacağını görmek imkânı bulsaydım" diye içinden geçirebilir. Kendi hayatımızda da, "'Keşke o günleri, o hadiseleri, o trajik felaketleri, faciaları görmeseydim, yaşamasaydım" diye hayıflandığımız veya "Keşke o mutlu ânımız hiç son bulmasaydı" gibi temenni ettiğimiz hallerimiz hep olmuştur ve olur.
Nitekim, merhûm Mehmed Âkif de bir dörtlüğünde şöyle der:
"Virâneler bekçisi baykuşlara
döndüm,
Gördüm de hazânında, bu cennet
yurdu
Gül mevsimini göreydim, bülbül
olurdum,
Yâ Rabb, beni erken getireydin,
n'olurdu?"
Ancak, bu şairane bir tasavvurdur. Bizim hayatımız, genel çerçevesiyle sadece mekân olarak değil, zaman olarak da, irademizin dışında şekillenir ki, Müslümanlar bu durumu kısaca "takdir-i ilâhî" olarak isimlendirirler. Bu terkibdeki takdir kelimesi de kader kelimesiyle aynı köktendir.
Bu manada, kaderimizin ayrılmaz parçası kabul ettiğimiz coğrafyaları gerçek manada "vatan" bilmek ve yapmak için, vatan denilen coğrafyaya da dünyaya bakışımızın asli ölçülerini ve asli değerlerimizi hâkim kılmak zarureti vardır. "Vatan" kavramı toplumların kendi aslî ve vazgeçilemez değerleri üzerine oturtulamazsa, o coğrafyalar sırf tabiî, tarihî güzellik ve zenginlikleri veya askerî ya da jeo-politik ve stratejik gereklerle benimsenmesiyle, gerçek manada bir vatan coğrafyası olmak özelliğini de koruyamaz. Tarihte nice vatan coğrafyaları vardır ki, taşıdıkları zaaflar yüzünden üzerinde yaşayan toplumların yok olmasını kaçınılmaz hâle getirmiş ve yok olmak da o toplumların kaderi şeklinde tecelli etmiştir.
Ancak, kaderin mahiyetinin kavranması tarih boyunca da tartışılmış, çok farklı yorumlara konu olmuştur. Bu bakımdan, kişi, onu da belirleyen bir en yüce ve külli iradenin mutlaka var olduğuna inanıp O'na bağlanmayı asli hareket noktası veya mihveri görmezse; kendisini hayatta hiç iradesi olamayan, rüzgârların önünde veya kendi dışındaki etken ve güçlerin elinde sağasola sürüklenen bir kuru yaprak durumunda görebilir.
İşte bu noktada, Müslüman insanlar, "Allah'tan başka ilâh, tanrı, her şeyi bir yaratan, bir bütün olarak şekillendiren yoktur" gibi geniş bir manayı içeren "Lailaheillallah" formülüne tutunur. Bu aynı zamanda en güçlü bir "özgürlük manifestosu"dur ki, şairin dediği de işte tam budur:
"Allah'a kul olduk, kaalûbelâ'da, Bu yolda verilmiş ikrârımız var Üç günlük ömür için fâni dünyada Kula kul olmamak kararımız var!"