Son üç yıllık dönemde Türkiye, dış ve güvenlik siyasetinde çetin ve zorlu bir dönemden geçti ve hâlen geçmeye devam ediyor. Türkiye ve Rusya arasında ilişkilerin uçak düşürme hadisesinden sonra dibi görmesinin hemen ardından Türkiye uluslararası bir komplonun kurbanı olmaktan son anda kurtuldu. Başarısız asker? darbe girişimin hemen ardından Ankara-Moskova arasında hızlı bir yakınlaşma süreci başlarken Türkiye, Batı özellikle de Washington ile hızlı bir güven bunalımı sürecine girdi. Darbe sonrası Moskova Türkiye'nin derin ulusal güvenlik kaygılarını giderici daha pratik hamlelerde bulunurken, Washington Ankara'nın ulusal güvenlik sorunlarını daha da derinleştiren taraf oldu.
DEAŞ'ın Türkiye'de terör saldırılarını arttırdığı ve yerel ağını güçlendirmeye yönelik bir strateji benimsediği kritik bir dönemeçte Ankara DEAŞ'ın Türkiye'nin Suriye sınırında yer alan varlığını ortadan kaldırmak için ABD ile birlikte askeri operasyon planı yaparken Washington'un isteksizliği ya da muğlak tavrı nedeniyle son anda Rusya ile anlaşarak Fırat Kalkanı Harekâtı'nı başlatmıştı. Washington ise bu sırada YPG'yi DEAŞ ile mücadele kapsamında daha fazla güçlendirdi ve alan kontrolünü genişletti. Bununla da yetinmeyen Washington yönetimi, Türkiye için Suriye'nin kuzeyinde derin bir ulusal güvenlik sorunu oluşturdu.
Ankara ise doğal olarak, ABD'nin derinleştirdiği güvenlik krizini Moskova ile çözmeyi tercih etti. Afrin'deki PKK varlığını temizlemeyi hedefleyen Zeytin Dalı Harekâtı Moskova ile uzlaşarak gerçekleşti.
Ancak günün sonunda Türkiye, Moskova ile Washington arasında kendi yolunu çizmeyi başardı. Afrin, Fırat Kalkanı, İdlib bağlamında Soçi uzlaşısı, Fırat'ın doğusunda ABD ile yürütülen müzakereler ve muhalif askeri grupları tek bir çatı altında toplamayı başarması ve Astana süreci düşünüldüğünde Türkiye Suriye'de öyle ya da böyle bir aktör olmayı başardı. Bu süreç, Türkiye'nin dış ve güvenlik siyasetinde yıpranmasına neden oldu ancak kriz yönetme, manevra yapma, esnek olma ve gerektiğinde güç kullanma, hemen vazgeçmeme ve müzakere etme gibi diplomasinin birçok aracını daha etkin kullanmayı da öğretti.
Çetin bir sınav: S-400
Şimdi ise Türkiye'nin karşısında S-400 hava savunma sistemlerinin alımıyla ilgili yeni ama daha çetin bir sınav söz konusu. Benzer süreçleri bu sefer S-400 tercihi ile yaşayacak görünüyor. Asıl soru ise bu konuda da Türkiye kendi yolunu çizebilecek bir formül üretebilecek mi? Zira ortada yönetilmesi gereken bir kriz, sonuçlarının iyi hesaplanması gereken bir politik tercih ve en azında kötü senaryolar için birkaç çıkış planına ihtiyaç var.
Bunlardan ilkini, S-400 tercihinin Türkiye'nin dış politika tercihlerinde de bir değişikliğe neden olacak ölçüde sonuç üretip üretmeyeceği oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle, sanıldığı gibi S-400 tercihi Türkiye'nin stratejik kimliğinde bir değişime işaret ediyor mu? Daha açık bir soru sormak gerekirse, S-400 Türkiye'nin Batı ittifakından kopması anlamını mı taşıyor?
Gerçekte S-400 alımı Türkiye'nin tehdit değerlendirmeleriyle uygunluk gösteren ve belirli ölçülerde Türkiye'nin hava savunma kabiliyetini arttıracak bir tercih olarak ortaya çıktı. Türkiye'nin de içinde yer aldığı birçok farklı jeopolitik dinamiği barındıran geniş bir bölgede silahlanma yarışının arttığı, Türkiye'nin diplomatik ilişkiler ağının bölgesel ölçekte daraldığı ve sıcak çatışma bölgelerinin Türkiye'yi doğrudan etkilediği bir dönemde Türkiye'nin zayıf bir hava savunma sistemine sahip olması S-400 kararının ilk bakışta rasyonel gerekçelerini oluşturuyordu.
Ancak S-400 alımının asıl tetikleyici dinamiklerinden birini Türkiye ile Batı, özellikle de Washington ile Ankara arasındaki güven bunalımı oluşturuyor. Dolayısıyla S-400 sadece asker?- teknik ve jeo-stratejik değerlendirmenin bir sonucu olarak değil aynı zamanda jeopolitik bir değerlendirmenin bir sonucu olarak belirlenmiş durumda. Yani, algılar ve beklentiler Türkiye'nin tercihlerini belirledi.
Eğer S-400 tercihi politik bir kararın ya da Washington ile Ankara arasındaki güven bunalımın, algıların ve beklentilerin sonucu olarak ortaya çıktıysa, o zaman söz konusu tercih Türkiye'nin stratejik kimliğinde bir dönüşüme işaret ediyor mu? Zira S-400 tercihi Türkiye'nin ABD ve NATO ile olan ilişkisini yeni bir forma sokma ihtimali taşıyor ve günün sonunda bu tercih Türkiye'nin dış politika kimliğinin değişmesine de neden olabilir.
Stratejik kimlik değişimi mi?
Ancak salt bir savunma sistemi bu sonucu ortaya çıkarabilir mi? Bu oldukça abartılı bir yaklaşım. Zira stratejik kültür ya da dış politika kimlik, tarihsel ve son derece sosyolojik bir olgudur; uzun bir tarihsel süreç boyunca oluşur. Stratejik kültür aynı zamanda coğrafi konumun bir parçası olarak geliştiği için ülkelerin adeta DNA'sı gibidir. Rusya, Türkiye'nin stratejik kültüründe kaymaya neden olacak bir aktör olmaktan çok söz konusu stratejik kültürün pekişmesi işine yarayan bir aktör olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla S-400, Türkiye'nin stratejik kültüründe bir kaymaya neden olacak ölçüde önemli bir değişken değildir.
Öte yandan Batı Türkiye'nin stratejik kültürünün, dolayısıyla da stratejik kimliğinin oluşumunun hem parçası hem de tamamlayıcısıdır. Bu stratejik kültürün yapısal bazı kodları olduğu kadar yapısal olmayan normatif yanları da söz konusudur. Bu nedenle başlı başına S-400 tercihi stratejik kimliğin dönüştüğünü bize göstermez; asıl yaşanmakta olan Türkiye'nin stratejik özerklik arayışının neden olduğu yeni ilişki biçimidir.
S-400 bu arayışın dışa vurumunun sadece bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Yoksa S-400 Türkiye'nin stratejik kimliğinin kristalize olduğu bir örnek değildir. Öte yandan, S-400 Türkiye'nin savunma ve askeri kabiliyetinin sadece bir kısmını oluşturmaya adaydır. Dolayısıyla, Türkiye'yi Rusya'ya güvenlik alanında bağımlı hâle getirmesi mümkün değildir. Daha da önemlisi, Türkiye yurt dışı hazır alım modeline dayanan bir füze savunma sistemi almak için Moskova ile askerî bir ittifak oluşturmuş değildir.
Dolayısıyla S-400 alımın en kritik noktası kimlik ya da Türkiye'nin Rusya'ya kayma endişesi değildir. Kritik nokta, S-400 sisteminin Türkiye için askerî rekabet alanında "oyun değiştirici" bir işleve sahip olup olmayacağıdır. Bu da krizin nasıl yönetileceğinden daha çok sonuçlarının hesaplanmasıyla ilgili olmak zorundadır.
S-400 alımı maliyet üretir mi?
Bir ülkenin askerî kapasitesi birçok faktörün bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Klasik askerî kapasite, arzu edilen hedeflerin harp sahasında etki ortaya çıkarabilme kabiliyetidir. Savaşma hazırlığı, sürdürülebilir bir kabiliyet ve kuvvet yapısından oluşan üç temel sütunu vardır. Hava savunma, askerî kapasitenin birçok boyutundan sadece birini oluşturmaktadır ve bütün sistemlerin birleşmesinden oluşan bir kompleks niteliğindedir. S-400'lerin tek başına Türkiye için askeri sektörde oyun değiştirici bir işlev görmesini beklemek doğru bir yaklaşım olmaz. Ancak mevcut jeopolitik gelişmeler düşünüldüğünde Türkiye'nin elini rahatlatacak bir kabiliyet olacaktır.
Türkiye'nin hâlihazırdaki hava savunma sistemindeki açıklar ve eksiklikler düşünüldüğünde Türkiye'ye caydırıcı bir üstünlük sağlayacaktır. Özellikle Akdeniz merkezli yeni jeopolitik gelişmeler dikkate alındığında bu üstünlük dış politikada bir rahatlama sağlayabilir. Ancak, S-400 sistemlerinden dolayı ABD-NATO-Türkiye arasındaki gerginlik orta vadede Türkiye'nin asıl askerî alandaki caydırıcılık araçlarının zayıflamasıyla da sonuçlanabilir. Zira S-400 alımı eğer beraberinde ABD tarafından askeri düzeyde bir ambargo sürecini doğuracaksa tek başına S-400 alımı beklenen stratejik katkıyı sağlamak yerine daha fazla maliyet üretebilir.
Bu maliyetlerden biri kuşkusuz beşinci nesil savaş uçağı olan F-35 programından Türkiye'nin çıkarılması ya da sipariş verdiği uçakların teslimatının geciktirilmesi ya da iptal edilmesidir. Burada Türkiye'nin önümüzdeki 10 yıl içerisinde kuvvetler bazında tehdit kütüphanesini oluşturarak söz konusu tehditlerin caydırılması için hazırlıklarını yapmış olması gerekir. Öte yandan Türkiye'nin savunma sanayii kapasitesi kendi kendine yeterlik düzeyi istenilen seviyeye ulaşmamıştır. Savunma sektörünün lokomotif kurumlarının ve firmalarının da bu sürece dair planların yaparak alternatif tedarik zincirini şimdiden oluşturmuş olmaları gerekir. Dolayısıyla, Türkiye'nin krizin tırmandığı anda krizi yönetimine, krizin derinleştirdiği dönemde ise sonuçlarına dair şimdiden hazırlık yapması gerekir.
Dış politika tercihleri boşlukta oluşmaz. Her kararın arkasında bir neden ve karar alma süreci vardır. Bir kere karar alındığında bu kararlar, tıpkı kararın alınma sürecinde olduğu gibi boşlukta operasyonel hâle gelmezler. S-400 tercihi bu anlamda bir istisna oluşturmamaktadır. Türk dış politikasının hâlihazırdaki meydan okumaları oldukça karmaşık görünmektedir. Bu meydan okumaların aşılabilmesi için S-400 sonrası döneme dair yol haritasının şimdiden oluşturulması gerekir.