İNSAN YAŞADIĞI YERE BENZER
İnsan yaşadığı yere benzer, diyor şair. Türkiye de yaşadığı yere, coğrafyaya benziyor dersek abartmış olmayız. Türkiye'nin ve halkının yaşadığı coğrafya Anadolu ile kısıtlı değil. Anadolu bir anlamda etrafını kuşatan Yakın Doğu, Türki cumhuriyetler, Karadeniz, Slav dünyası, Ön Asya, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Arap coğrafyası, Balkanlar, Ege, Akdeniz, Avrupa'nın da coğrafi olduğu kadar kültürel bir kesişimi. Coğrafyamız bir nevi Osmanlı bakiyesi. İşte bu yüzden Türkiye bu coğrafi yapıların her birinde olan bitenle ayrı ayrı etkilenen ama aynı zamanda etkileyen bir ülke olarak tüm bu coğrafyanın bir yansıtıcısı… O sebeple Türkiye'de bir Anadolu görmenin yanında, bir Ortadoğu, bir Uzak Doğu, bir Kafkasya, bir Karadeniz, bir Akdeniz ya da Balkanlara rastlamak şaşırtıcı değil. İnsan yaşadığı yere benzer ama yaşadığı yeri de kendine benzetir. Onun yani coğrafyasının tutsağı olup olmadığını ise gayreti, iradesi belirler.
YAKIN COĞRAFYAMIZIN KADERİ
Coğrafya kaderimiz mi? İnsan mı coğrafyayı, coğrafya mı insanı belirler? Bu tavuk-yumurta ikilemini zahiri manasıyla tartışmak anlamsız… Zira bu çevresel şartların ve ortamın bireylere olduğu kadar devletler ve toplulukların hayatındaki büyük etkisini ve yönlendiriciliğini anlatan bir yakıştırma. "Tarihi öğrenmek için coğrafyayı öğrenmeye mecburuz" diyor bir siyaset bilimci. Tabii ki hiçbir şey gibi coğrafya da yüzde yüz kaderi belirlemez; zaten böyle bir düşünce olsa olsa kadercilik, şartlara teslim olmak, kötümserlik ve atalet anlamına gelir. Ancak coğrafyamızın en yakın kısımlarına bir baksak, mesela Ortadoğu'ya, mesela Ön Asya'ya; göreceğimiz manzara tam da bu anlama geliyor gibi. Yüzlerce yıl boyunca hukuk, adalet, güvenlik, esenlik, barış anlamına gelen bu coğrafyanın şimdi yansıttığı gerçekliğin başlıca unsurlarını saysak herhalde şöyle bir manzara çıkar ortaya: Hukuksuzluk, otoriter rejimler, diktatörler, darbeler, insani ve evrensel temel ilkelere aldırış etmeyen yönetimler, baskıcı rejimler, savaşlar, iç çatışmalar, işgaller, cehalet, adaletsizlik, zulüm ve bol kargaşa… Ama etrafımızı saran coğrafyanın büyük kesiminde bu manzara hâkim diye bu duruma teslim olacağımızı, sineye çekeceğimizi de kimse söyleyemez.
COĞRAFYANIN KURBANLARI: FİLİSTİNLİLER
İçinde bulundukları coğrafya doğrudan kaderi olan hatta coğrafyalarının kurbanı olanlar da var. Coğrafya kurbanları denilince benim aklıma ilk gelen Filistin ve Filistinliler… Filistin, coğrafyası en hızlı değişen, dünyada en hızlı toprak kaybeden ülke… Filistinlilerin vatanı sürekli küçülüyor. Son 60 yıldır coğrafyası öyle hızlı değişiyor ki şimdiden parçalanmış, bölünmüş ve her geçen gün toprakları azalan bir halkın memleketi burası. Neden mi coğrafyasının kurbanı… Filistinliler, Osmanlı hâkimiyetindeki Ortadoğu'da 400 yıl kadar dünyanın en güvenli topraklarında yaşıyorlardı tıpkı Araplar gibi. Ama 100 yıldır Osmanlı'nın asırlar boyu bu topraklarda kurduğu güvenceden mahrum, Türklerin 90 yıllık mecalsizliğinin, Arapların utanç veren aymazlığının, emperyalist Batı'nın ikiyüzlülüğünün ve Siyonizmin hak-hukuk tanımaz aç gözlülüğünün hüküm sürdüğü bir Ortadoğu coğrafyasında yaşıyorlar artık. Bu türden bir coğrafyanın getireceği nokta da, sunacağı kader de ne Filistinliler ne de diğerleri için başka türlü olmuyor. Böyle bir coğrafyanın sunduğu-sunacağı kaderin Iraklılar, Suriyeliler, Yemenliler, Libyalılar, Mısırlılar, Cezayirliler, Ürdünlüler, İranlılar ve diğerleri için çok da farklı olmadığını, olamayacağını defalarca gördük.
''VAAT EDİLMİŞ TOPRAKLAR'' SAPLANTISININ ZEHİRLEDİĞİ DÜNYA PARÇASI
Coğrafya kader midir değil midir tartışılır ancak Siyonistler için bunun bir saplantı olduğu bir gerçek. Nil'den Fırat'a kadar olan "vadedilmiş topraklar"ın hayali ve emperyalistlerin desteğiyle Ortadoğu'ya yerleştirilen İsrail'in varlığı ve bugüne dek uyguladığı hukuk tanımaz politikalar bu coğrafyanın makûs talihinin de önemli belirleyicilerinden biri oldu. 1948'de uluslararası ve evrensel hukuk kuralları hiçe sayılarak İsrail devleti bu coğrafyada ilan edildiğinde sözde bu devletin amacı; "Dinî, etnik ve cinsî ayrım gözetmeden tüm vatandaşları için siyasi ve sosyal eşitliği temin etmek; inanç, düşünce, eğitim ve kültürel özgürlüğü tesis etmek; tek tanrılı dinlere ait tüm mukaddes mekânları korumak; Birleşmiş Milletler ilkelerine uymaktı". Aradan geçen 71 yılda ilan edilen bu niyetlerin bölgeye yansıması sadece insan hakkı ihlalleri, uluslararası hukukun ayaklar altına alınması, işgaller, ilhaklar, tacizler, ablukalar ve öldürülen insanlar oldu. İsrail, Ortadoğu'nun kalbine saplanmış bir kama. Haritadaki görüntüsü bile aynen böyle. Bu kamayı oraya saplayanlar yıllardır bu yarayı deşmeye ve derinleştirmeye devam ediyor. Bölgeyi zehirleyen, gerilimleri sürekli yükselten, bölünmeleri körükleyen, vicdanları dağlayan ve güvensizlik duygusunu giderek yaygınlaştıran bu durum, 100 yıldır olduğu gibi bu coğrafyanın özellikle Nil ile Fırat arasında yaşayan toplumların bundan sonraki kaderini de belirlemeye, olumsuz etkilemeye devam edecek görünüyor.
GEÇMİŞİN COĞRAFYASINI DİRİLTMEK İSTEYEN PROJE: İPEK YOLU
İpek Yolu yüzlerce yıl boyunca üzerinde bulunduğumuz coğrafya ile birlikte atalarımızın da kaderini belirledi. Bu yol geçmişte dünya ticareti anlamına ve Batı'nın da kaderinin Doğuluların elinde tutulması anlamına geliyordu. Batı coğrafi keşiflere yönelerek İpek Yolu coğrafyasının belirlediği talihini değiştirince İpek Yolu ve onu çevreleyen geniş bir dünya parçası da dünyanın değişen konjonktürü ile 17 ila 20'nci yüzyıllar arasında gözden düştü, ihmal edildi.
Ancak tarih? İpek Yolu ile birlikte koca bir coğrafyanın da dirileceği günler yakın görünüyor. Dünya liderliği yarışına kendini kaptırmış görünen Çin'in "Yol ve Kuşak" adını verdiği dev ticaret ve iletişim ağı yüzlerce yıl öncesinin coğrafyasını diriltmeye yönelik bir proje olarak zuhur ediyor. Taş Devri'nden Antikite'ye uzanan tarih? İpek Yolu şimdi dev bir coğrafi yeniden doğuşu getirebilir ve 21'inci yüzyılda önemli bir kavşak noktasını teşkil ettiğimiz kaderini yeniden belirleyebilir.
"Bir devletin politikasını coğrafyası belirler" diyen Nopoleon Bonaparte'a kulan vermiş görünen Pekin'den Londra'ya uzanarak bu yolun Asya, Afrika ve Avrupa'yı birleştiren alt yapı çalışmaları ve dünya ekonomisinin yüzde 40'ını temsil eden 80 ülkeyi bağlayacak olan bu ağ bu yaşlı ve ihmal edilmiş coğrafyanın dirilişi anlamına gelebilir.
COĞRAFYA BİLİMİNİN SÖMÜRGECİ KÖKENLERİ
Coğrafya ile toplumların kaderi arasında doğrudan güçlü bir bağlantı var. Ne de olsa coğrafya demek büyük ölçüde "mekânın kontrolü" demek. Coğrafyayı inceleyen ve tanımlayan disiplin olan coğrafya ile sömürgecilik, kapitalizm ve emperyalizm arasında doğrudan bir bağ mevcut. Batı'da sosyal bilimlerin ve bilhassa coğrafya ilminin gelişmesinde sömürgeci yayılmacılığın büyük bir katkısı ve etkileşimi söz konusu... Hatta coğrafya biliminin Batı'da geliştirilen hâlinin Avrupa emperyalizminin bilimi olarak ortaya çıktığı ve "keşif coğrafyası, sömürge coğrafyası, tropikal coğrafya" gibi kategorilere ayrılarak kolonileştirilen ülkeler üzerinde tatbik edilen bir millî menfaat uygulaması olduğu açık.
Bunun en açık örneğini görmek için Avrupalı devletlerin başlattığı coğrafi keşifler dönemi sonrasında dünyanın o döneme dek bilinmeyen büyük kısmının keşfedilişiyle birlikte sömürgelere dönüştürülmesine göz atmak yeterli. Edward Said'in Oryantalizm ve Kültür ve Emperyalizm kitaplarında sömürgeciliği içinde coğrafya biliminin büyük ölçüde görev aldığı bir mekânsal tahakküm operasyonu olarak nitelemesi bu yüzden hiç tutarsız değil. Hélène Blais, Florence Deprest et Pierre Singaravélou gibi yazarlar da doktrinlerinde coğrafya ve mekânsal bilgilerle sömürgecilik arasındaki yoğun ilişkiyi vurgulayanlar arasında bazılarıdır.
YAKIN COĞRAFYAMIZIN DİKTATORYAL FLORASI VE DARBE BEREKETİ!
Türkiye'nin etrafını sarmalayan coğrafyanın neredeyse tamamının politik geçmişine hatta bugününe bakınca göze çarpan ilk unsurlardan biri büyük kısmı bir zamanlar bereketli hilal olarak anılan bu toprakların en az Latin Amerika kadar darbeler açısından bereketli topraklara dönüştüğü gerçeği. Coğrafya kaderdir mottosunu ciddiye alacak olursak bu coğrafyanın kaderinde çok özel bir yeri bulunan askerî darbelerin bu bölgenin kaderinin -en azından bugüne dek- önemli bir parçası olduğu görülür. Kendimizi de istisna bırakmayarak şöyle kısa bir tur yapacak olursak; Mısır, Irak, İran, Ürdün, Suriye, Yemen, BAE, Etiyopya, Libya, Cezayir, Azerbaycan, Rusya, Yunanistan, Gürcistan, Eski Yugoslavya, Kuveyt, Romanya, Bulgaristan, Lübnan, Çeçenistan, Kıbrıs ve Türkiye… Kimi en az bir defa, kimi, defalarca askeri ve politik darbelere ya da darbe girişimlerine sahne oldu. Darbeler yetmediği gibi coğrafyamızı oluşturan devletlerin önemli bir kısmı yakın geçmişte ya da hâlihazırda cuntalar, otoriter rejimler, diktatörlükler, kukla yöneticiler, mutlakiyetçi monarşiler ya da cumhuriyet adı altında devrim konseyleri tarafından yönetildi/yönetiliyor. Çoğunda da iç çatışmalar, ayaklanmalar, hareketler eksik olmuyor. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu Osmanlı'nın emperyalistler tarafından yıkılmasıyla Batılı güç odaklarınca kuruldu, sınırları çizildi, yöneticileri belirlendi ve sık sık Batılı ülkelerin eliyle darbelere maruz bırakıldı. Bu eğilimden Türkiye de muaf olamadı; benzer oyunlar ülkemiz üzerinde de oynandı. Mevcut duruma bakınca bu durumun bu bölgenin kaçınılmaz kaderi olduğunu düşünmemek elde değil.
BİR YANGIN YERİ: İSLAM COĞRAFYASI
Büyük bir kısmı coğrafi yakınlık gösterse de, bütününü inancın belirlediği ve dünyanın birbirinden çok farklı iklim ve kültür kuşaklarına uzanmış bir yapı aslında İslam coğrafyası dediğimiz. Dile kolay; Ortadoğu, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Doğu Afrika, Hindistan ve civarı, Malezya, Endonezya, Hint Okyanusu, Orta Asya, Kafkaslar ve Güney Asya'ya yayılan, nüfusunun çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ve İslam kültürü ile ciddi ölçüde şekillenmiş tam 27'si İslam'ı resm? din kabul etmiş 60'a yakın ülkeyi ve 1 milyar 650 milyon Müslümanı kapsıyor bu tanımlama. (Nüfusu içinde belli ölçüde Müslüman barındıran ülkeler dâhil edildiğinde bu ülkelerin sayısı 100'e, toplam nüfus ise 1,9 milyara çıkıyor) Osmanlı'nın bünyesinde büyük ölçüde tek bir bünyede temsil edilen bu coğrafya ve medeniyet, Osmanlı'nın dağılmasından sonra irili ufaklı onlarca ülke ve devlete bölündü. Ancak bu türden bir çoğalmanın rahmetten sayılıp sayılmayacağı hayli su götürür. İslam coğrafyasının günümüzdeki hâlini en iyi anlatan tanımlama "bölünme" ya da "nifak" olsa gerek. Bu bölünme birlik ya da bütünlüğü de ortadan kaldıran bir karmaşa ortamı olarak da değerlendirilebilir.
İNSANLARIN DEĞİŞEN MİKRO COĞRAFYASI
1900'lerin başında dünyada sadece 10 kişiden biri kentte yaşıyordu. Günümüzde bu oran yüzde 50'ye yaklaştı, 2050'de ise her üç kişiden ikisinin kentte yaşayacağı öngörülüyor. Bugün nüfusu 1 milyonu geçen şehirlerin sayısı 420, 10 milyonu geçenlerin sayısı ise 33 civarında. Yani yeryüzündeki her sekiz kişinin biri bu şehirlerde yaşıyor. Günümüzün en büyük eğilimlerinden biri kırsaldan kente ve büyükşehirlere olan bu göç… Bu aynı zamanda bireyler bazında bir mikro coğrafya değişimi. Bu göç dalgası beraberinde kentleri ve çevrelerindeki doğal yapıyı da çoğu zaman beton lehine, doğal yapı aleyhine değişime sürüklüyor. Bu yapının değişimi ekonomik yapıdaki dağlımı da değiştiriyor. Bu şehirleşme 2030 yılında dünyanın toplam servetinin üçte ikisinin nüfusu 1 milyonu aşan şehirlerde toplanmış olacağı anlamına geliyor.
COĞRAFYANIN TİRANLIĞI
Uluslararası ilişkilerde hâkim faktörün coğrafya olduğuna inanan tanınmış Yunan siyaset bilimci ve uzun soluklu siyaset adamı Andreas Andrianopulos coğrafyanın bir ülke üzerindeki etkilerine dair derin düşünceleri var ve o bunları şu başlık altında toplamayı uygun görmüş: "Coğrafyanın Tiranlığı". "Kendine özgü bir tarihsel yol arayışında ve millî psikolojik yönelimler benimsemesinde bir ülkenin kaderinin coğrafyası tarafından belirlendiğini herkes gözlemleyebilir" diyen Andrianopulos kendi ülkesinin millî psikolojisinin coğrafyası tarafından nasıl şekillendiğini şöyle anlatıyor: "Yunan devleti Osmanlı İmparatorluk yapısının radikal bir şekilde çöküşünün ve boşluğunu doldurmak isteyen hâkim güçlerin ihtiyaçlarının sonucunda kuruldu. Türkiye'nin yakınlığı Yunanistan'a -doğal çevre farklı olsaydı hiç gelişmeyecek olan- bir zihin hâli telkin etti hep. Ege'ye yayılmış binlerce adayı korumak için bir donanmaya sahip olmak çok büyük askerî harcamalar gerektirir zira. Oysa çok çeşitli ya da geniş topraklar ve muazzam bir okyanus gibi korunmak için büyük fiziki bariyerlere sahip Çin ve Japonya bunlar sayesinde tarihlerinde defalarca büyük istilalardan kurtulmayı başardılar. Oysa fiziki engellerin yokluğu Polonya, Avusturya, Litvanya ve Ukrayna gibi ülkeleri dış saldırılara ve fetih hedeflerine mahkûm ederek asırlar boyunca cezalandırdı.
SON 100 YILIN TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMLERİ
Binlerce yıl boyunca dünya denilince ilk akla gelen şu anki topraklarımızın tam merkezinde yer aldığı coğrafya oldu. Dünyayı etkileyen hemen her şeyin büyük kısmı bu topraklarda gerçekleşti, yaşandı, keşfedildi. Son 119 yıllık dilimde de dünyanın en büyük toplumsal-siyasi-kültürel değişimlerine, dönüşümlerine yine bu coğrafya şahit oldu ve her birinin etkileriyle yüzleşti. Kabaca şöyle bir sayacak olsak; Osmanlı'nın siyasi bütünlük olarak ortadan kalkışı, I. ve II. Dünya Savaşları, Ermeni tehciri, Çarlık Rusya'sının yıkılışı ve Sovyet İhtilali, Osmanlı'nın bıraktığı boşlukta ortaya çıkan ve her biri kısa sürede masa başlarında kurulan onlarca Arap devletinin, emirliğin ortaya çıkışı, İslam dünyası ve emperyalizmin ezdiği toplumlar için direnişin işaret fişeği olan Kurtuluş Savaşı… Yetmedi; Sovyetlerin çöküşünden sonra birçok yeni devletin bağımsızlığını ilan edişi, İsrail'in bölgeye yerleştirilişi ve devlet olarak ilanı, Filistin'in bitmek bilmeyen işgali ve Filistinlilerin direnişi, İran-Irak savaşları, petrolün dünyada enerji tahtına oturuşu ve petrol milyarderi şeyhlerin zuhuru, Balkanların sosyalist sistem altına girişi ve sonrasında sosyalizmin çöküşüyle Yugoslavya'nın dağılışı, yeni devletlerin ortaya çıkışı, Slav milliyetçiliği ve dökülen kanlar, Boşnak soykırımı, Ermenistan-Azerbaycan Savaşı, Karabağ işgali ve katliamlar… O da yetmedi; Osmanlı'nın küllerinden laik bir demokrasinin doğuşu, Arap ülkelerinde sosyalist ve laik siyasi arayışların zuhuru, İran-Irak savaşıyla Yavuz Sultan Selim'den beri çıkan en büyük Şii-Sünni çatışması, sözde "Arap Baharı" denilen toplumsal ayaklanmalar, Lübnan iç savaşı, Baas partilerinin Arap toplumlarındaki yıkıcı ve bölücü etkisi, Irak'ın ABD ve müttefiklerince işgali, Suriye'deki iç savaş, Ortadoğu'da aşırılıkçı selefi hareketlerin ve din kisveli terör örgütleri El Kaide, DEAŞ vb. zuhuru, trajik mülteci ve göçmen akınları, petrol savaşları, Yemen'deki iç savaş ve dram ve daha bir sürü şey… Saymakla bitmiyor; Türkiye'nin tam ortasında bulunduğu ve etkilerine her an maruz kaldığı coğrafya işte böyle bir şey.
MİLLÎ KARAKTERİN OLUŞUMU VE COĞRAFİ ŞARTLAR
Kimi sosyolog ve siyaset tarihçilerine göre denizlerle bağlantısı olmayan kara milletlerinin toplumları ayrıksı psikolojik karakterler geliştirerek genellikle zenofobi ve başkalarına karşı güvensizlik duygusu içinde sıkışıyorlar. Oysa ada ve kıyı milletleri İngiltere, Japonya, İspanya ve Hollanda gibi daha kozmopolit, daha dışa dönük, genişlemeye eğilimli ve agresif büyümeye daha meyilli oluyorlar. Örneğin coğrafi konumu nedeniyle soğuk denizler ve geniş karalarla çevrili Rusya devleti için bu durum asırlarca devlet asabiyeti hâline gelen "sıcak denizlere inme" stratejisini doğurduğu gibi, dış ülkelerle irtibatı engelleyen bu coğrafya Rus milletinin de yabancılara karşı güvensizlik ve dış hâkimiyete karşı asabi bir psikoloji doğuruyor. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık… Tarihsel-toplumsal psikolojinin yanında günümüzde özellikle Batı ülkelerinde yayılma eğilimindeki bu akraba hastalıkların da tarihî nedenlerinden başlıcasını yine coğrafya teşkil ediyor.