Afrika, Asya ve Avrupa'dan oluşan üç kıta arasında uzanan Doğu ve Batı uygarlıklarının kesişme noktasındaki eşsiz coğrafi konumunun yanında son yıllarda izlediği jeopolitik ve jeoekonomik siyasetiyle de küresel dengelerdeki ağırlığı giderek artan Türkiye bugün dünyada, uluslararası yeni düzenin burçlarından biri olarak görülüyor.
Ülkemiz 82 milyon 961 bin 805 olan nüfusuyla dünyada 19'uncu, 783 bin 562 kilometrekare yüzölçümüyle de 36'ncı sırada. Onca finansal saldırıya rağmen 2019 verilerine göre de hâlâ dünyanın ilk 20 ekonomisinden biri.
Jeo-kültürel anlamdaysa Türkiye, Çin ile beraber Batı-dışı modernleşme, post-seküler çağdaşlaşma ve alternatif kalkınmanın başarılı simgesi diye gösteriliyor.
Türkiye'nin yeni siyasi kadrolarının siyasi, ekonomik ve kültürel alanlardaki bu performansı, özellikle Atlantik dünyasındaki akademik çevrelerin tezleri kadar "gizli hükümet" denilen istihbarat kurumlarının raporlarına da konu olduğunu bilmeyen yok.
Özellikle entelektüeller ve medya elitleri, siyasi iktidarın 2002- 2012 dönemini kapsayan ilk on yıllık icraatlarını "Batı dışı yükselişin sembolü" diye niteledi. 2013'ten sonra ise Türkiye izlediği bağımsız politikalar ve yeni savunma konseptiyle özellikle Batı dışı dünyanın referansı, İslam dünyasının ise gurur ve ilham kaynağı hâline geldi.
Adeta "siyah kuğu" işlevi gören Türkiye'nin sosyolojik, kültürel, tarihi ve dinî kimliğini demokratik değerlerle sentezlemede gösterdiği beceri, Batı'nın İslam dünyasına yönelik oryantalist bakışını tuzla buz etti.
Ancak zihinleri Anglosakson işgal ideolojisi ve Batılı efendilerin narkotik etkisi güçlü kavramlarıyla uyuşmuş olanlar, Türkiye'nin son yıllardaki performansını bu toprakların öz gücüne ve öz güvenine bağlamak yerine, bu millî başarımızı her tür meselede olduğu gibi yine "dış güçlere" mâl etme kolaycılığına saptı/ sapıyor.
NATO, İslam Konferansı Teşkilatı, Medeniyetler İttifakı, Avrupa Birliği, BM ve IMF gibi uluslararası statükonun kurum ve organizasyonlarındaki son yıllarda artan etkinliğine rağmen Türkiye'nin bir anlamda bu kurumlarla simgelenen eski dünya düzenine isyan anlamına gelen "Dünya beşten büyüktür" söylemi ile Arap Baharı'ndaki siyasi liderliği, önyargı ve yanılgılarını değişmez tarihsel hakikatler olarak gören içimizdeki kolonyal zihniyete sahip Batıcı kesimlerin bakışını değiştiremese de Batılıların "pozitivist" kimyalarını alt üst etmeyi başardı.
Müslüman Türkiye, Budist Çin ve Ortodoks Rusya
Bu pencereden bakınca, sosyalist Çin dışında dünyanın şu sıralar en çok muhafazakâr ve demokratik modernleşmenin yıldızı olan Müslüman Türkiye'yi dikkatle izleyip yorumladığını görüyoruz. Çin, Konfüçyüs düşüncesini "sol modernizm ve devlet kapitalizmi" ile bütünleştirmede gösterdiği başarıdan dolayı övgü topluyor.
Türkiye ise Müslüman bir ülkenin demokratikleşip kalkınabileceğini dünyaya ispatladı. Bu bağlamda Müslüman Türkiye, Budist Çin ve Ortodoks Rusya, şu an uluslararası sistemde stratejik ve jeopolitik değerleri en yüksek aktörler konumunda.
Küresel güç haritalarının yeniden çizildiği bir dönemde, gelecekteki pozisyonlarını korumak veya güç pastasından en stratejik payı kapmak için yarışan ABD, Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere, Hindistan, Mısır, İran, Brezilya ve Endonezya gibi farklı ölçek ve coğrafyalardaki aktörler öncelikli olarak Ankara, Pekin ve Moskova ile bir ittifak kurmaya çalışıyor.
İsrail gibi ideolojik bariyerlerini aşamayan bazı ülkeler dışında kimse Türkiye'yi karşısına alma niyetinde değil. Çünkü geleceğin dünyasında söz sahibi olmak için yarışan bütün aktörler, 1 milyar 600 milyon nüfusuyla dünyanın en etkin demografik gücü konumundaki İslam âleminin siyasi lideri Türkiye ile "senkronize" hareket etmenin kendilerine nasıl bir dinamizm katacağının hesabı peşinde.
Türkiye neden Doğu'ya yöneldi?
Nitekim İngiliz The Guardian gazetesindeki makalesinde Philip Inman, "Hayal kırıklığına uğratılan Türkiye yüzünü doğuya çevirdi. Avrupalı liderler, dönüp geriye baktıklarında yaptıkları en büyük hatanın Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmasını engellemek olduğunu görecekler" serzenişinde bulunmuştu.
Yine ünlü yatırım ve danışmanlık şirketi PwC gibi birçok kurumun yıllardır hazırladığı raporlarda, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu "yeni dalga" ekonomilerin 2050 yılında Batı'yı geride bırakabileceği ve Türkiye'nin Avrupa'nın en güçlü ekonomisi olacağı tahminleri yapılıyor.
Tanınmış yatırım bankası Goldman Sachs gibi firmaların her yıl yayımlanan öngörülerine göre de Türkiye 2050'de en büyük 10 ekonomiden biri olacak ve küresel taşlar bu yeni gelişmeye göre yeniden dizayn edilecek.
Eldeki verilere göre yapılan bütün tahminlerde de geleceğin dünyasında ilk üç sırayı Çin, ABD ve Hindistan alırken onları Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika, İngiltere, Türkiye ve Japonya takip edecek. Fransa, Almanya ve Kanada ilk 10 ekonomi dışında kalacak.
Türkiye'nin jeopolitik ve stratejik ağırlığı da hesaba katıldığında küresel güç skalasındaki etkinliğimizin ilk ondan aşağı kalmayacağını kestirmek zor değil.
Geleceğe dair bütün yorumlar da gösteriyor ki Türkiye, yol haritası giderek netleşen "yeni dünya"nın tam kavşağında yer alıyor.
Gerçekten de Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Orta Asya, Kuzey Afrika, Hazar ve Akdeniz gibi jeopolitik kriz bölgeleri, hammadde kaynakları ve enerji yataklarının ya merkezinde ya da geçiş yolu üzerinde yer alan Müslüman ve demokrat Türkiye, hem mevcut uluslararası sistemin hem de gelecekteki olası dünya düzeninin ekonomik ve siyasal meşruiyetinin kilit aktörü konumunda.
Washington'un geçen yüzyılın ortalarından beri Türkiye'ye uyguladığı yakın markaj boşuna değil. ABD eski başkanlarından Bill Clinton, 1999 yılında TBMM'de yaptığı konuşmada bu ilginin nedenini "Türkiye'nin geleceği 21'inci yüzyılı şekillendirecek" cümlesiyle özetlemişti.
Yine 16 Amerikan istihbarat kurumunun 2000'lerin başında ortaklaşa yazdığı Küresel Eğilimler 2030 isimli raporda da Türkiye'nin geleceğin küresel güç hiyerarşisinde "belirleyici aktör" olacağının altı çizilmişti.
Yeni güç merkezlerinin mücadelesi
.Süper güç ABD artık tek hegemon değil. Hatta "eşitler arasında birinci" konumunu bile kaybediyor.
.Dünyanın periferisinde yeni güç merkezleri ortaya çıkıyor.
.ABD'nin liderliğindeki "birinci dünya" (Atlantik İttifakı/ABD-AB) çözülürken Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'da Türkiye; Pasifik ve Asya'da Çin ile Hindistan; Avrasya, Doğu Avrupa ve Ortadoğu'da Rusya; Latin Amerika'da ise Brezilya gibi yeni güç merkezleri ortaya çıktı.
.Daha önce de vurguladığımız gibi Soğuk Savaş'tan sonra çöken "ikinci dünya" (Rusya liderliğindeki sosyalist blok) yerine başını Türkiye ve Çin'in çektiği ve Rusya'nın da destek verdiği "yeni bir ikinci dünya" yükseliyor.
.Çin, Pakistan üzerinden İran Körfezi'ne, Myanmar ve Sri Lanka üzerinden Pasifik Okyanusu'na, Sudan ve Nijer yoluyla da Afrika'ya açılıyor/ açılmak istiyor.
.Çin'in Asya kıtasındaki ticaret hacmi artık Pasifik ve Atlantik Okyanusları'nın iki yakasındaki (AB/ABD) ticaret hacmini çoktan geçti.
.Gözler, ABD liderliğindeki "birinci dünya" ile "üçüncü dünya"dan çok Türkiye, Rusya ve Çin liderliğindeki "yeni ikinci dünya"da.
.SSCB liderliğindeki eski ikinci dünya 1991'de çöktü. Şimdi, Türkiye, Rusya ve Çin'in liderliğini yaptığı "yeni ikinci dünya" dönemine girdik.
.ABD, Doğu Bloku ve Balkanlar'dan sonra şimdi de Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika'yı "kendi dünya sistemi"ne entegre etmenin mücadelesi içinde. Ancak birçok zorluk ve fiyaskoyla karşılaşıyor.
.AB ve ABD'nin geçen yüzyılda olduğu gibi küresel ekonomi ve siyasete tamamen hükmetme dönemi artık geride kaldı.
.ABD neden olduğu ve içinden çıkamadığı küresel sorunları Türkiye, Rusya ve Çin'in temsil ettiği dünya ile eşgüdüm hâlinde hareket ederek aşmanın planlarını yapıyor.
Küresel blokajı aşma sorunu
.Avrupa ve ABD artık küresel normları belirlemede ölçü olma niteliğini kaybediyor. Dünyanın farklı bölgelerinde farklı değerler ve kültürler kendi jeopolitik normlarını oluşturuyor.
.ABD ve Avrupa'nın askerî müdahale gücü de zayıflıyor. Çin'in yayılma politikasına engel olunamıyor. Rusya'nın Orta Asya'da yeniden "Sovyetleştirme" siyasetine karşı ise ABD'nin cılız itirazlar dışında geliştirdiği bir strateji yok. Bunun son örneği Ukrayna ve Suriye'ydi.
.ABD ve AB, Rusya ve Çin'in uluslararası blokajı karşısında kitlenmiş durumda. Washington, bu blokajı Türkiye yoluyla aşmaya çalışıyor. Ancak geldiğimiz aşamada Türkiye, bağımsız davranma kararı alarak ABD, Rusya ve Çin'e eşit mesafede ve kendi ulusal çıkarlarını önceleyen bir politika izlemeye başladı. Bu durum ister istemez en çok 'müttefikimiz' ABD'yi rahatsız ediyor.
.Bölgesel ve küresel krizlerle birlikte ABD'nin Rusya, İran, Çin ve Türkiye'ye karşı devreye soktuğu yeni ekonomik savaş ve yaptırım siyasetinin başarılı olması çok zor. Nitekim aynı siyaseti Venezuela'da devreye sokan ABD, erken havlu atmak zorunda kaldı.
.ABD ve Avrupa, yaptığı hatalarla Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'daki tek can simidi olan Türkiye'yi neredeyse kaybetmenin eşiğine geldi.
.Stratejik otonomi şiarı ile hareket eden Türkiye'nin S-400 füzelerinin alımında da görüldüğü üzere ulusal fayda sağladığı anlaşmalara imza atması en çok da vesayet rejimine alışmış ABD'yi çileden çıkarıyor.
.Rusya ve Çin ise teknoloji transferini de içeren cazip anlaşmalarla, ortak askeri ve ekonomik ittifaklarla Orta Dünya'nın (Afrika ve Asya) kesişme noktasındaki Türkiye'yi yanlarına çekme gayreti içindeler.
.ABD sonrası dünyada çok kutuplu bir küresel sistem döneminin filizlenmesi bir bakıma Türkiye'nin de müttefik yelpazesini çeşitlendirmesinin önünü açtı.
.Geldiğimiz aşamada yeni küresel kutuplardan bir olarak görülen Türkiye, bu konumunun doğal sonucu olarak hem Avrupa ve ABD ile hem de Avrasya eksenindeki Rusya ve Çin ile son derece özerk ve bağımsız politikalar izliyor.
Savaş planlayıcıların Türkiye paniği
Küresel rekabetin giderek kızıştığı kritik bir dönemden geçerken artık şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz söyleyebiliyoruz… ABD'nin Türkiye'ye yönelik politikalarını belirleyen temel faktör, hâlâ İngiliz ve Fransızların yüz yıl önceki algılarına dayanıyor.
Batılı akıl, Türkiye'nin bölgesel ve küresel dengelerde artan nüfuzuna, Rusya ve Çin ile girdiği yeni ilişkilerle İslam dünyasına yönelik politikalarına tıpkı 1914-1918 arasındaki savaş planlayıcıları gibi yaklaşıyor.
Emperyal güçler bir asır önce Osmanlı'nın direnişinden nasıl çekindilerse şimdi de Türkiye'nin küresel statükoya karşı sergilediği dirençten ve yeniden ayağa kaldırmasından dolayı benzer bir panik içindeler.
Mısır'da darbe yaparak, Suriye'deki iç savaşı derinleştirerek, İhvan-ı Müslimin yerine DEAŞ'ı öne çıkararak, Kürt-Türk ittifakını bozmaya çalışarak ve Rusya ile jet krizini tezgâhlayarak Türkiye'yi hedef alan karşı devrim sürecini başlattılar.
Ancak başaramadılar. Devreye sokulan her tezgâh bir bumerang gibi dönüp onları vurdu. Küresel masallar ve büyük anlatılar dönemi bitti. Hibrit ve çok kutuplu bir jeopolitika dönemindeyiz.
Amerikan sonrası dünyada, kökü ırkçılığa kadar dayanan Kant'ın revize edilmiş kozmopolitanlığı yerine İbni Haldun'un ''asabiyesi" öne çıkıyor.
Herkes köklerine dönerek yeniden büyüyor. Neo-Konfüçyüs Çin, neo-Osmanlı Türkiye ve neo-Sovyet Rusya bugün Batı'ya değil daha çok birbirlerine bakıyor.
Batı'nın tek egemen olmadığı bir dünya giderek ete kemiğe bürünüyor ve bu dünyanın en parlak kutuplarından biri de Türkiye...