Teoman Duralı: Hayır, Coğrafya Kader Değildir!

Hayır, Coğrafya Kader Değildir!
Giriş Tarihi: 20.8.2019 16:59 Son Güncelleme: 7.12.2021 12:06
Diğer canlıların aksine insan doğaya mahkûm değildir: Ne iklim ne de coğrafya. Benzer coğrafya şartlarında yaşayan insanlar birbirlerini andıran tepkiler göstermiyorlar.

İbn Haldun'a atfedilen "Coğrafya kaderdir" tabirinde en veciz ifadesini bulan tarihî ve coğrafî şartların toplumları biçimlendirme etkisi konusunda düşünürlerin çoğu hemfikir. Eski Yunan filozof ve felsefecilerinden Orta Çağ düşünürlerine, Yakın Çağ'da yaşamış Montesqieu'den günümüz düşünürlerine dek hayli geniş perspektifte yankı bularak sosyal bilim ve disiplinlerin kuramlarını şekillendiren bu paradigmanın geçerlilik payı tartışılmaz da değil. Bu bakış açısını derinden sorgulayanlardan biri de felsefe-bilimin en yetkin isimlerinden Prof. Dr. Teoman Duralı. Coğrafî, fizikî, siyasi ya da kültürel şartların neticeyi belirlediğine dayanan bakış açılarının tersine o, devreye insan denilen "sınırsız bilinmeyenli denklem" girdiğinde olayların sonuçlarının belirlenemeyeceğini düşünüyor. Coğrafya ya da mekâna bağlı somut ya da soyut durumların toplumları ne kadar şekillendirdiğini Prof. Dr. Teoman Duralı ile konuştuk.

Meşhur bir vecize var: "Coğrafya kader mi?" Siyasi ve kültürel bağlamın dışında salt coğrafya ve doğa şartları açısından baktığınızda siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsan hiçbir şeyin mahkûmu değil, bu sebeple doğanın da mahkûmu değildir diyebilirim. En olmadık bölgelerde, olumsuz iklim şartlarında bile insanlar varlıklarını sürdürebilirler. Darwin, seyahatinde uğradığı Güney Amerika'nın en ucunda, "Ateş Ülkesi"nin (Tierra Del Fuego) yerlilerini gördüğü vakit çok hayret eder. Oranın soğuğunda, dehşet verici bir iklimde insanların çıplak yaşamaları ve buna rağmen hayatta kalmış olmaları buna bir örnektir. Sonra Kuzey Kutbu bölgesinde Eskimoların yaşadığı bölgelere geçtiğimizde yine olumsuz iklim şartlarına uyum sağlayan insanları görebiliyoruz.

Diğer canlıların aksine insan doğaya mahkûm değildir: Ne iklim ne de coğrafya. Benzer coğrafya şartlarında yaşayan insanlar birbirlerini andıran tepkiler göstermiyorlar. İngilizler öteden beri adada yaşarken, açık denizlere açılıyorlar fakat yine bir ada devleti olan Japonlar açık denizlere açılma ihtiyacı duymamışlardır. Japonlar kıyılarında balıkçılık yaparak hayatlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Yine çok uzun kıyılara sahip Çinliler de seyahatlere çıkmalarına rağmen denizle çok büyük bir bağlantı kurmamışlardır. Oysa Kuzey Batı Avrupa ülkeleri eskiden beri denizle haşir neşir olmuşlar. Birçok örnek vardır denizle ilişkisi kuvvetli olan: Yunanlılar, Fenikeliler… Öte yandan yeryüzünde kıyısı olan pek çok toplum çok olmasına rağmen, hepsi aynı tepkiyi göstermemişler.

Denizlerde aynı durumda olmasına rağmen farklılıklar öne çıkabiliyor. Peki, bozkıra baktığımızda da farklılıklar söz konusu mu?
Aslında bozkırlarda, kendi aralarında daha büyük benzerlikler var. İklimden mi, coğrafi şartlardan mı, tarih boyunca sıkı temasları olduğundan mı kaynaklanıyor; açık bir biçimde belirtemiyoruz. İç Asya bölgesinde yaşayan toplumların birbirleriyle benzeşen yaşama tepkileri olmuştur. Yeme içme alışkanlıkları gibi konularda benzeşiyorlar. Hatta başka bir bozkırda mesela, Afrika bozkır toplumlarında, tarım toplumları benzer bir tavır gösterirler. Tarımın çok gelişmiş olduğu yörelerde; yeme içme ve ortaya konulan tavırlar açısından önemli benzerlikler var.

Başka toplumlar ile görece daha fazla ilişki kurmalarından kaynaklanıyor olabilir mi? Mesela ada toplumları daha izole olduğu için mi daha farklı yönelimleri olabiliyor?
Evet, bu olabilir. Ada toplulukları ille de uzun mesafelere seyahat etme tavrında olmamışlar. Ada toplumlarından bazılarının birkaç defa girişimi olmuş; çok uzun mesafelere yelken açmışlar ama orada çakılıp kalmışlar, bir daha hareket etmemişler. Aynı şey İzlanda için de geçerli. Ataları Vikingler bir tarihte denizlerle çok iç içe yaşamış, uzaklara gitmişler ama sonra bakıyorsunuz ki, uzun yol denizciliğiyle ilişkilerini kesmişler. Kıyılarda balık tutmakla yetinmişler. Mesela, İngiltere Norveç gibi yakın yörelere dahi gitmemişler. Artık geç bir tarihte teknik ilerledikçe bahsettiğim bölgelere gitmişler. İlk defa Kuzey Amerika'yı keşfeden Vikingler olmasına rağmen İzlandalılar sonra bir daha Amerika'ya gitmemişler.

Genellikle İbn Haldun'a atfedilen "Coğrafya kaderdir" sözü birçok antik düşünürde de karşımıza çıkmakta. Bu sözün birçok düşünür tarafından söylenmesi ne anlama geliyor?
"Coğrafya kaderdir" sözünü Aristoteles de, Heredot da söylüyor fakat bu ilk akla gelen fikir ve kolaycılıktır. Bozkır toplumlarına baktığımızda yüzeysel bir benzerlik görülüyor. Oysa derinlere inildiğinde çok daha farklı şeyler görülebilir ama genellikle bu yapılmıyor. Yani coğrafya kader değildir!

"Coğrafya kader değildir" derken, coğrafyanın hiç etkisi yoktur demek istemiyorsunuz değil mi?
Kesinlikle! Hiçbir etkisi yok değil tabii ki. 1994 yılında Viyana'da, öğrencilerim ile Viyana'nın çevresindeki ormanları gezmeye gidiyorduk. Bir keresinde yanımızda Marksçı düşünceye sahip birisi daha vardı. Yürüyüşümüzde yağmur başladı, "Hocam, buralarda medeniyetin bu kadar gelişmesi şaşırtıcı değil. Tükürsen tükürük ağacı bitecek, o derece verimli topraklar ve iklim mevcut" dedi. Ben de bunun Marksçı bir düşünce olduğunu söyledim ve bu tipik açıklamaların aslı esası olmadığını ekledim. İtirazımın sebebini sorduğunda ise şöyle açıkladım: Amerika ulusu aynı burası gibidir. Gerek iklim, gerek doğa görünümü açısından çok benzer. Fakat Kızılderililer binlerce yıl avcı toplayıcı bir hayatı sürdürmüşlerdir ve çadırlarda oturmuşlardır; devlet kurmamışlardır ve medeniyet ortaya çıkmamıştır. Oysa burada (Batı'da) medeniyetin en üst seviyesine ulaşmış insanlar. Dünyaya biçim veren bir tavır içindeler. Öne sürdüğün iddiaya vereceğim cevap ancak böyle olur. Bu dediğime yönelik birçok örnek var. Yeni Zelanda'nın da birçok bölgesi burayı andırır. Mesela, Maoriler bu medeniyetin binde birini gerçekleştirememiştir. Sonuç olarak, iklimin elverişli ve coğrafi şartların uyumlu olması belirli bir sonu yaratmaz. İnsan faktörünü fizikle karıştırmamak gerekir. Fizik belirli nedenler, belirli sonuçları ortaya koyar. İnsanların ve hatta canlıların genel olarak değişkenliklerini bilemeyebiliyoruz.

Tarımın oluşmasına bağlı olarak yerleşik hayat ve devletleşme sürecinin daha ziyade üç büyük bölgede (Mezopotamya, Çin'in doğusu ve İndus Nehri) çok etkili olduğunu görüyoruz. Bunların ortak özelliği sulak ve verimli araziler olması değil mi?
Tabii, mutlaka suya ve verimli araziye ihtiyaç var. İster kıyıda, ister bozkırda yaşanılsın olmazsa olmazlar vardır. Irmak boylarında, çölde yaşanılıyorsa vahalarda yer alınması gerekir. Arap şehirleri; Mekke, Medine gibi yerler... Belirli bir yere kadar coğrafyanın bir etkisi var. Fakat her şeyi coğrafyaya yüklememek gerekir.

TOPLUMU BİÇİMLENDİREN BAŞ ETMENLER
Toplumu belirleyip biçimleyen en başta gelen etkenler, tarihî ve coğrafi şartlardır(…) İnsan, hem canlı hem de kültür varlığı olarak geçmişin ürünüdür. Avami siyasi bir söze başvurursak, insan, hem doğal, hem toplumsal kalıtımı bakımından 'gerici'dir. Doğal kalıtımı cihetiyle anne-babası yoluyla en eski canlılara, çekirdeksiz hücrelere; başta dil gelmek üzre, kültür-toplum mirası vechesiyle ise, yaşadığı günden çok öncelere geri gider. Ne var ki, aynı zamanda 'ilerici 'dir de. Zira her anne-babanın çocuğu, ebeveynine birtakım iç -gen etik- ile dış -tip- özellikleri bakımından benzemekle birlikte farklıdır. Bu, kültür-toplum düzleminde de böyledir. Nesiller, birbirlerine bazı değerleri aktarırlar: Gelenekler. Ancak, her nesil, kendi değerler hazinesinde-:Görenekler -irili ufaklı değişiklikler yaparak birtakım kültür unsurlarını sonrakisine devreder. Sözünü ettiğimiz değerler, insanın elinin altında ve çevresinde bulduğu fizik, coğrafya, topoğrafya, iklim ile hava şartları ve hayvan ile bitki varlıkları çerçevesinde ve taş ile toprak cinsinden hammaddelerden yararlanılarak üretilirler. (Kaynak: Tarihin Dayanılmaz Ağırlığı)

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ COĞRAFYA: ORTA ASYA DÜZLÜKLERİ
Orta Asya'nın coğrafî hudutlarını bir çırpıda tayîn etmek imkânsızdır(…) Bu dağlarla, ormanlarla, çayırlarla ve bozkırlarla kaplı, sert iklimlerin hüküm sürdüğü açık denizlerden uzak, pek geniş, zorlu, engebeli arazî, güneydoğusundan güneyine, güneybatısı ile batısına doğru uzanan Çin, Hint, kadîm İran (Pers) ile Roma-Bizans gibi tarihin kaydettiği en parlak medeniyetleriyle çevrelenmiş bir bölgedir. Buranın bağrından sökün edip Avrasya anakarasının dörtbir yanına dal budak salmış olan sert, savaşcı ruhlu kişilerin oluşturduğu göçebe, yarı-göçebe, bozkır toplumlar, bölgenin sınır kesimlerinde adı anılan medeniyetlerle süreklice etkileşmişlerdir. Yine burası birçok konuda tarihe ilkleri yazdırmış bir bölgedir. Bunların başında, aşağı yukarı M.Ö. İkinci binden itibâren, atın binek hayvan olarak kullanılması gelir. Bunun yanında, ata binmeğe uygun giyecek (to]), eyer, üzengi, mahmuz v.s. saymak gerek. Ata binilerek, yer değiştirme, yol alma hususunda devrim yaratılmıştır. Muazzam mesâfeler, o devirlere göre, nisbeten pek kısa sayılabilecek sürelerde katedilebilir olmuşlardır(…) İklim ile topoğrafya şartları itibârıyla yeryüzünün en amansız yörelerinden biri olma özelliğini gösteren Orta Asya'nın erkeği, hattâ kadını da, sert, inatçı, tavîzsiz mizâçlıdır. Savaşmak irâdesi, ona ârız olmayıp onun cevheridir. Filhakîka, 1800lerin başlarında Malaya'da bir İngiliz memuru olup da insan tabiatını ilk elde iklimin tayîn ettiği kanâatını taşıyan John Turnbull Thomson, kanısını bize şöyle bir gözlem verisiyle temellendiriyor: "...Malaya'nın (Straits) mayıştırıcı, miskinleştirici, hûlyâlı havaları yerine, dostumuz Mekkavi, Altayların, adamı çelikleştiren berk ikliminde yetişseydi, (Hz) Ali'nin aman tanımaz mutaassıp takîpcisi ve tarafdarı olurdu."

Bahse konu olan, Türklerin "nevişahıslarına münhasır" bir tavırdır. Ele geçirdikleri toprakları onlar, anayurtlarına eklenmiş tâlî, ikincil bir ülke olarak görmemişlerdir. O yöreye yerleşip orasını yeni anayurtları diye kabul etmişlerdir; o kadar ki, geldikleri diyârı, yânî önceki, aslî anayurtlarını maşerî hâfızalarından çoğu kere silmişlerdir. Böylelikle uzun geçmişleri süresince defalarca yurt değiştirişler; bunun sonucunda da tarih boyunca farklı coğrafyalarda birçok yeni Türkeli' ortaya çıkmıştır. Her yeni Türkeli'nde Türk milleti, öncekisinden farklı bir kültür belirlenimine tâbî olmuştur. Ne var ki kimi temel özelliklerini, köklü değişmelere rağmen, her nasılsa, muhafaza etmişlerdir. Bu değişmez özelliklerin üçü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme ile ordu yürütme yetisidir. (Kaynak: Toplu-Devlet Ülküsü Olarak Tarihte Türklüğün Oluşması)

PROF. DR. TEOMAN DURALI KİMDİR?
Felsefe-bilimci, akademisyen Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı 1947'de doğdu. 1973'te mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne iki yıl sonra asistan oldu. Biyoloji felsefesi konusunda hazırladığı tezle 1985'te doçentliğe, "Kant'ın A Priori Bilgi İstidatı" başlıklı çalışmasıyla 1988'de profesörlüğe yükseldi. 1992-93 arası Kuala Lumpur Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde ve 1994'te Viyana Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi sıfatıyla dersler verdi. 1999'a kadar Malezya'da misafir öğretim üyeliği görevine devam etti. İngilizce, Fransızca, Almanca, Latince, Yunanca, İtalyanca, Felemenkçe, İspanyolca, Rusça, Malayca gibi dillere hâkim olan Duralı hâlen İbn Haldun Üniversitesi felsefe bölümünde hocalık yapmaktadır. Canlılar Sorununa Giriş, Yeniçağ Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyetine, Gılgamış Destanı, Çağdaş Küresel Medeniyet Anlamı/Gelişimi/Konumu, Sorun Nedir, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Aklın Anatomisi yayımlanmış eserlerinden bazılarıdır.

BİZE ULAŞIN