Günümüzde coğrafya denilince sizi herhangi bir şekilde ilgilendiren, etkileyen jeopolitik unsurların, aktörlerin, ilişkilerin bazen küresel boyuta ulaşan yapısının tüm örgüsünü anlamak gerekiyor. Söz konusu Türkiye olduğunda bu coğrafya ve bu örgü pek az ülkeye nasip olan bir çeşitlilik, karmaşıklık, derinlik ve genişliğe ulaşıyor. Türkiye'yi "Kuzey, Güney, Doğu ve Batı'nın birleştiği ve tüm sorunlarına maruz kaldığı ülke" olarak tanımlayan siyaset bilimci, akademisyen Prof. Dr. Burhanettin Duran tüm boyutlarıyla coğrafyamızı ve içinde dönenleri Lacivert'e yorumladı.
Türkiye ve etrafını saran coğrafyadaki jeopolitik örgüyü konuşacağız ama bu örgüyü anlamak adına İbn Haldun'a atfedilen meşhur söz ile başlayalım isterseniz: Coğrafya kader mi?
İbn Haldun'un yedi iklime ayırdığı bir coğrafya tasnifi var. Bunlar içerisinde orta iklime gelen bölgede daha mutedil ve kalıcı yönetimlerin, iktidarların olacağını söyler ve bunun üzerine bazı yorumlar yapar. Tabii coğrafyanın şekillendirici yapısı diye baktığımızda birçok düşünürün bunu temel alarak yorumladığını görüyoruz. Ancak burada "bu coğrafyada kaçınılmaz olarak otoriteler kurulur ya da savaşlar olur" sonucuna varacak bir determinizm kastediliyorsa doğrusu bu yorumun, Türkiye'nin performansıyla da baktığımızda aşılabilen bir tür yaklaşım, tecrübe olduğunu düşünüyorum. Tabii şurası net: Coğrafyanın, iklimin ve içinde bulunduğumuz birçok kesişen bölgenin kaderinin bizi etkilediği doğrudur. İster I. Dünya Savaşı ister daha eski zamanlara gidin bunlar hep coğrafyadaki meydan okumalarla bağlantılıdır. Osmanlı İmparatorluğu yayıldığı dört kıtadaki meydan okumaları yönettiği sürece uzun süreli bir devlet oldu. Bunlara karşılık veremediğinde de yıkıldı. Bu anlamda Türkiye'nin karşılaştığı riskler, meydan okumalar, fırsatlar bizim "kaderimiz" diyebiliriz.
Etrafımızı saran coğrafya tek bir bölgeden ibaret değil? Jeopolitik açıdan bunların her birinin üzerimize ayrı etkisi söz konusu mu? Böyle bir coğrafyada yaşamak sizce ne anlama geliyor?
Açıkçası Türkiye olmak neredeyse dünyanın bütün meselelerini bir şekilde yaşamak demek… Dünyada milliyetçilik, merkantilizmin öne çıkışı, mülteciler sorunu, insan hakları ve demokraside gerileme gibi sorunlar, savaşlar, silahlanma, bölünmüş toplumlar gibi aklınıza gelebilecek her mesele Türkiye'nin de içinde olduğu coğrafyada öne çıkan meseleler.
Türkiye sadece Ortadoğu, Kafkaslar ya da Balkan ülkesi değil; çevresindeki ülkelerin toplamı. Kuzey ve güneyin, doğu ve batının birleştiği ve onların sorunlarının da yaşandığı bir ülke...
Böyle olunca da hem büyük güçlerce dikkate alınması gereken önemli bir bölgesel güç hem de bir şekilde paylaşım kavgalarının verildiği Doğu Akdeniz ve Karadeniz'e doğrudan muhatap olan bir ülke. Kuzey ve güneyin, doğu ve batının birleştiği ve onların sorunlarının da yaşandığı bir ülke. Evet, Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafya aynı zamanda onun kaderi.
Bu aynı zamanda modernleşme tecrübemizde de gördüğümüz bir noktadır. Batılılaşma ve bir yönüyle bunun travması ama bir yandan da meydan okuması hâlen Türkiye'yi terk etmiş değildir. Baktığınızda Türkiye hâlen adeta "Avrupa'nın hasta adamı" muamelesine maruzdur. Bugün "Türkiye, Batı ekseninden kaymakta mıdır" tartışmalarının yürüdüğü bir dönemdeyiz. Bunca yıl geçmesine rağmen insan ister istemez düşünüp soruyor, "Coğrafya kader midir" diye.
Coğrafyamızla ilgimiz tek bir bölgeden ibaret değil; örneğin Türkiye'nin böyle bir konumda Filistin, İsrail, Irak'ın işgali, Kıbrıs'ta yaşananlar ya da Kuzey Irak ve Suriye'de küresel güçlerin kurdukları oyunlardan kendini muaf tutabilmesi söz konusu mu?
"Arap Baharı"ndan sonra İslam dünyasıyla gelişen ilişkilerimize, bizi de etkileyen etnik, mezhepsel ya da çatışmalı sorunlara bakılarak Türkiye'nin aslında bir Ortadoğu ülkesi olduğu söyleniyor. Kafkaslar ve Balkanlar'a da baktığımızda Türkiye, Ermenistan ile Azerbaycan'ın sorunlarından kaçamıyor. Bosna'nın kaderi bizimle yakından irtibatlı. İran'daki ve Irak'taki sorunlar hepimizi etkiliyor. Suriyeli mülteciler konusunda olduğu gibi yarın İran'da da mülteci krizi yaşanırsa ilk olarak biz etkileneceğiz. Bu şunu gösteriyor: Bu coğrafyada olmak bütün bu sorunlarla uğraşmayı gerektiriyor.
Görmezden gelinen Türkiye'nin uğraştığı bu sorunların büyüklüğü ve ciddiyetidir. İki ciddi iç savaş, 4 milyonu aşkın mülteci var, dünyanın en fazla mülteci alan ülkesi konumuna gelmişsiniz ve etrafınızdaki birçok paylaşım kavgasının odağında duruyorsunuz. Bir yönüyle NATO ve Batı dünyasının parçasısınız, öte yandan Rusya ile doğrudan muhatapsınız. Bunların hepsini bir araya topladığınızda PKK, DEAŞ gibi terör örgütleriyle mücadele eden ülke ve aynı zamanda demokrasisini ayakta tutan bir ülke.
Türkiye bu coğrafyadaki türbülans ve krizlerle mücadele etme noktasında çok eşsiz bir performans göstermektedir. Bu tür meydan okumalarla herhangi bir Avrupa demokrasisi karşılaşsaydı tek başına Türkiye gibi bir direnç gösteremezdi. Bu anlamda bu coğrafyanın özellikleri anlamında kökü derinlere inen bir devlet geleneği ve asıl önemlisi millet hafızası var. Hafızamız zaman zaman çeşitli travmalara maruz kalmış olsa bile bu coğrafya ile nasıl hâlleşileceğine, nasıl yüzleşilebileceğine dair bir tefekkürümüz var. Bu, zaman zaman milletimize atfettiğimiz ferasetin kaynağı olarak ortaya çıkmakta.
Ortadoğu, Balkanlar, Türki cumhuriyetler, Arap ülkeleri ya da Kuzey Afrika… Bizi tarihsel açıdan ve doğrudan da ilgilendiren bu coğrafya en azından 100 yıldır işgaller, darbeler, savaşlar, diktatörlüklerle malul durumda. Neden böyle? Bu coğrafyanın etkilerinden kaçabilir miyiz?
"Bu coğrafyada darbeler kaçınılmazdır" ya da benzeri başka bir şey üzerinden indirgemeci bakış açısını kabul etmediğimi söylemeliyim. Açıkçası "Ortadoğu'da neden demokratik rejimler yok" sorusu kapsamlı bir sorudur. "Neden Ortadoğu'da hep çatışma olmaktadır" sorusu da benzer bir kapsam içerir. Burada çoklu bir değişkenden bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Bölgenin sadece kültürüyle ya da birtakım etnik-mezhepsel bölünmüşlüklerle açıklanmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Ayrıca Ortadoğu'nun enerji kaynakları sebebiyle büyük güçler arasında bir çatışma alanı olduğunu asla ihmal etmemeliyiz.
Yine Batı hâkimiyetinin önce Osmanlı Devleti'ni parçalayarak sonrasında da bu parçalardan küçük küçük devletçikler kurarak, halkı bu topraklara yanlış bir şekilde yerleştirerek ortaya çıkardığı bir siyasi coğrafya söz konusu. Bu siyasi coğrafyanın gerçekliklerini gözetmeksizin öyle dengesiz bir siyasi yerleşme oluşturdular ki bu coğrafyanın istikrar içinde olması mümkün değil. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan siyasi coğrafya sürekli sorun yaşamaya meyilli bir şekilde kurulmuştur. Ulus-devlet olarak kurulan bu ülkeler kendi halklarının tamamının birlikteliğini sağlayacak millî kimliklerini oluşturamamışlardır. Bu coğrafyanın değerleriyle uyumlu bir millî kimlik bilinci gerçekleştirilememiştir. Ulus-devlet başarılı bir şekilde kurulamadı, yerine yeni bir şey de koyulamadı; kurulan devletler de işgaller sebebiyle parçalandı. İşte Irak ve Suriye'nin durumu ortada.
Özellikle Ortadoğu'nun kaderinde istikrarsızlık kaçınılmaz gibi…
Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra Ortadoğu hiç iyi gün görmedi. Bölgenin kendi kaderini eline almasına müsaade edilmedi. Ne emperyal güçlerin I. Dünya Savaşı sonrası kurduğu bölgesel düzen ne post-kolonyal dönemdeki seküler Arap milliyetçiliği bölgenin sorunlarına çare olabildi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra İsrail'in kurulmasıyla bölgede öyle bir siyasi coğrafya oluşmuştur ki bu coğrafyanın huzura ermesi, siyasi istikrara kavuşması neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
İç içe geçmiş işgallerin ve travmaların bölgesi olarak Ortadoğu'da öyle bir istikrarsızlık yerleşti ki buraya on yıllar boyunca sükûnetin geleceğini beklememek gerekir. Etnik, mezhebi ve milliyetçi rekabet bölge dışı güçlerin müdahaleleriyle öylesine karmaşık ve uzlaşılamaz bir yapı oluşturdu ki bu coğrafyada komşusundan emin olmak mümkün değil. İç bütünlüğü koruma tedirginliği ayakta kalan birkaç devletin bile ana gündemi durumunda.
Böyle bir coğrafyanın kıyısındaki Türkiye'nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bölgede isyanlar, yabancı müdahaleler, ekonomik krizler, çatışmalar, bölünmeler o kadar süreklilik arz ediyor ki bu dalgaların içinde Türkiye'nin gerçekten istikrar adası olduğunu söyleyebiliriz ama tümüyle dışında kaldığını söyleyemeyiz. Suriye İç Savaşı Türkiye'nin iç türbülansını derinden etkiledi.
Peki, Türkiye bölgesel türbülansa nasıl tepki vermektedir?
Türkiye hem dünyayla uyumlu olabilecek ve küresel türbülansa cevap verebilecek hem de bölgeden kaynaklı yakın tehditlerini aşma noktasında bir mücadele yürütmektedir. Zaman zaman iç siyasette AK Parti'nin yürüttüğü politikaya ilişkin olarak birtakım seçenekler ortaya konmaktadır. Bunlardan biri; "Etrafımızdaki sorunlarla ilgilenmeyelim. Bu türbülans bizim bölgeyle fazlaca ilgilenmemizdendir. Kapılarımızı kapatalım" şeklinde. Tarihi iyi okumak lazım. Fetihçi romantizm de, içe kapanmacı refleks de gerçekçi değil. Osmanlı Devleti'nin yaşadıkları ve yıkılışı her ikisinin başarı imkanı olmadığını göstermektedir. Yani Türkiye bölgedeki sorunlardan, meydan okumalardan kopabilecek bir ülke değildir. Irak, Suriye ve İran'daki her şey birebir bizi etkiliyor. Dolasıyla AK Parti döneminde uygulanan "bölge ülkeleriyle yani coğrafyamızla ilgilenme siyaseti" aslında bir zorunluluktur. Türkiye'nin başarılı bir ulus-devlet olarak var olabilmesi etrafından gelen sorunlara cevap üretmesiyle mümkün.
Ticaret savaşları, ABD'nin küresel durumunun değişimi, Atlantik hattında çatırdama, şimdi Rusya ve ABD'nin yürüttüğü ambargolarla beraber yaşanan gerilim, Körfezdeki gerilim, İran-Suudi Arabistan kapışması vb. durumların hepsini beraber gördüğümüzde dünyada da bir türbülans söz konusu. Biz türbülansları her zaman önceden yaşayan bir ülke konumundayız. Bölgesel ve küresel türbülansın birleştiğini görüyorum. Bu dönemde Türkiye'nin kendi coğrafyasının sorunlarını görmezlikten gelme, ilgilenmeme gibi bir durumu yoktur. Bir kere bu bir seçenek bile değildir. Kısa vadeli rahat uğruna uzun vadede bölünmeyi kabul etmektir.
Coğrafyamıza dışarıdan giren ulus-devlet, pozitivizm, seküler hayat ve Batı fikrinin sonuna doğru yaklaştığımız söyleniyor. Belki komplo, belki hayal… Türkiye bu sona doğru nasıl bir hamle kurmalı ya da kuracak?
Sorduğunuz soruda iki düzlem var. Birinci düzlem Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölgenin modernleşme tecrübesi. İkincisi de güncel siyasi rekabetlerin dünyası. Batılılaşma diye de adlandırılan uzun modernleşme sürecinde coğrafyamız Avrupa modelinin kopyalanarak burada başarılı olmayacağını çok acı bir biçimde tecrübe etti. Ulus devlet pratiği burada kurulamadı ve hatta çeşitli yeni problemler ortaya çıkardı. Yeni etnik ve mezhebi çatışmalar üretti. Mesele bununla da kalmadı. Batı kurumlarını yerleştiremeyen coğrafyamız Batılı değerlerin iflasını gösterecek çok sayıda deneyimi peş peşe yaşadı. En sonuncuları "Arap Baharı"nda halkların demokrasi taleplerine karşı gösterilen ilgisizlik ve İsrail yayılmacılığına verilen destektir. Statükocuların desteklediği darbecilere Sisi gibi- Batı dünyasında gösterilen müsamahadır.
Hatırlayalım, Türkiye gibi Batı ile entegre bir ülkede bile 15 Temmuz gecesi Batı başkentleri sonucu bekledi. Bu örnekler Batı'nın liberal demokrasi değerlerini sadece kendisi için istediğini ayan beyan eyledi. Başka halkları kendi kendini yönetmeye layık görmüyorlar. Bu kavrayış Ortadoğu halklarının zihinlerinde derin bir yer etti. Bu anlamdaki Batı krizi çok uzun vadeli bir krizdir, iflastır.
Aynı ikiyüzlü yaklaşım Türkiye'ye karşı yoğunlaşıyor gibi. Türkiye'nin buna cevabını nasıl yorumlamalıyız?
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Batı medyasında ötekileştirilmesi ve Türkiye'yi sadece "Erdoğan'ın ülkesi" diye okuyan bu yaklaşım bize oryantalizmin zirvesini gösterdi. Eğer Edward Said yaşıyor olsaydı herhalde "Batı'daki Erdoğan-fobi" üzerinden yeni bir cilt yazması gerekecekti. Erdoğan reformla başladı. Batı dünyasıyla entegrasyonu önemsedi ki hâlâ ekonomik ve siyasi açıdan önemsiyor ama 2006'dan sonra aldığı cevap şu oldu: Sürekli Türkiye'yi dışlayan, Türkiye'nin karşılaştığı sorunları görmezden gelen, o sorunların büyümesine katkıda bulunan müttefikler.
Böyle bir dönemde Erdoğan'ın cevabı reformla mücadeleyi birleştirmek oldu. Her alanda kendi ülkesini kalkındırmak, dünya standartlarına çıkartmaya çalışmak, bir taraftan da birçok güvenlik sorunuyla, bölünme tehdidiyle mücadele etmek zorunda kaldı. Bunları da millî menfaatlere göre yaptı. Bu çok zor bir denklemdir. Sadece coğrafyanın kaderiyle yüzleşmiyorsunuz, bu coğrafyayı bu kadere mahkûm edenlerle de yüzleşiyorsunuz. Burası çok büyük bir meydan okumadır. Tarih ileride bunu yazacaktır. Verdiği cevap da çok onurludur ve önümüzdeki yıllarda sürekli hatırlanacak, ilham olacaktır. Bunu garpzedelerin anlamasını beklemeyin. "Liberaldeğerlerin" ışıltısı sönmeye başlamışken bile reform ile mücadeleyi sentezleyen Erdoğan siyasetinin tarih? anlamına gözlerini kapayanların bir alternatif oluşturmasını beklemeyelim. Muvafık kopyalardan ötesine geçemezler. Velhasıl, Batı'ya bir cevap verememiş olmak, bu bölgede Batı'nın verdiği formüllerin çalışmaması ama kendi formülünü üretemiyor olmak da bölge halklarının en büyük sorunudur. AK Parti tecrübesini kolaylıkla mahkum edenlerin heybelerindeki formüller bölgeye uygun değil.
Son yıllarda Türkiye'ye hayli yükleniliyor. Otoriterleşme gibi ithamlar da yöneltiyorlar.
Türkiye gibi dinamik, orta sınıfı genişleyen, kendine has bir modernlik üreten bir ülkeye indirgemeci yaklaşımlarla bakamazsınız. Mesela Türkiye'yi demokratikleşme-otoriterleşme ikilemine koyamazsınız. Bu ikileme koyduğunuzda oryantalist bir bakış açısıyla "Türkiye demokrasiye layık değil, Türkiye bir Ortadoğu ülkesiymiş. Otoriter bir lider çıkıyor" dersiniz. Hâlbuki Türkiye hem geniş modernleşme tecrübesiyle hem coğrafyasının sorunlarına cevap veren istikrarlı ve mücadeleci iç yapısıyla ve liderliğiyle ama birtakım sorunları da kendi içinde yaşayan demokrasi olarak ortadadır.
Bizim bugün uğraştığımız sorunlar herhangi bir otoriter ya da totaliter Ortadoğu ülkesinin tecrübesi değildir. Bunlar, güçlü bir demokrasinin uğraştığı sorunlardır. Türkiye reformla mücadeleyi aynı anda yürüten bir tecrübeyi temsil ediyor ve buna devam etmek durumundadır. Başka türlü bu coğrafyanın sorunlarını aşamazsınız.
Türkiye'nin neler yapması, ne gibi stratejiler izlemesi gerekiyor?
Ben bu dönemi belirsizlikler, yeni fırsatlar ve riskler dönemi olarak görüyorum. Değişen dengeler, değişen ikili ilişkiler ve yeni konumlanmalar dönemindeyiz. Milliyetçilik ve merkantilizm yaygınlaşıyor diyoruz ama tersine bir bölgeselleşme ve küreselleşme sarkacına da gidebiliriz. Yeni konumlanma nerede olacak, henüz belli değil ama Türkiye açısından şöyle bir imkânımız var; 17 yıldır Türkiye'nin başında olup bütün bu dengeleri gören ve bu ilişkileri yöneten bir lider var ve O milletten aldığı destekle yeni konumlanmalara Türkiye'nin menfaatlerini gözeterek, yeniden tanımlayarak karar verebilecek ve Türkiye'yi götürebilecek bir konumda. Bunun Türkiye için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 15 Temmuz başta olmak üzere Erdoğan'a yönelik saldırıların bu imkânı Türkiye'nin elinden almaya yönelik olduğunu düşünüyorum. Erdoğan'sız bir Türkiye'nin yeni konumlanmalara Türkiye'yi taşımakta çok zorlanacağı, fırtınanın ortasında bir gemi gibi çatırdayabileceğini düşünüyorum. Bizi ne bekliyor derseniz ben bu belirsizlik ve türbülans döneminin devam edeceğini ve burada güçlü liderlikle ülkesini taşıyabilen, gemisini ayakta tutabilen kaptanların gelecekteki 10 yıllar içerisinde ülkelerine önemli katkı sağlayacaklarını düşünüyorum.
BURHANETTİN DURAN KİMDİR?
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden 1993'te mezun oldu. 2001-2009 arası Sakarya Üniversitesi'nde Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2010-2011 yıllarında ABD'de misafir öğretim üyesi olarak George Mason Üniversitesi'nde çalıştıktan sonra İstanbul Şehir Üniversitesi ve Ankara Sosyal Bilimler üniversitelerinin Uluslararası İlişkiler bölümlerinde profesör olarak dersler verdi. Halen İbn Haldun Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Burhanettin Duran, siyaset, strateji, ekonomi ve toplumsal alanlarda araştırmalar yürüten SETA koordinatörlüğünü de yapmaktadır. Türk düşünce tarihi, dış politika, İslamcılık, Avrupa, demokrasi ve sivil toplum gibi konularda akademik makaleler yayınlayan Duran'ın 19. Dönem Parlamento Tarihi başta olmak üzere çeşitli kitaplarda imzası bulunmaktadır.