"Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpâre, geniş bir ânın Parçalanmaz akışında" Ahmet Hamdi Tanpınar
Zaman ve mekân kavramı eski çağlardan beri insanoğlunun sorguladığı ve tanımlanması zor olan mefhumlardan ikisi. Edebiyatın, tasavvufun, dinî ve beşeri bilimlerin, felsefenin, sanatın, sosyal ve fenni bilimlerin kendi teorik bilgileri ile açıklamaya çalıştıkları bu iki kavram, yüzyıllarca anlamını bulmaya çalıştı insanoğlunun zihninde.
Zaman ve mekânın birbirleriyle ilişkisi nedir? Mimarlığın zaman ve mekân kavramıyla ilişkisini sorgulayacak olursak öncelikle mekân kavramını açmaya çalışalım.
Mimarlık tarihinin dönüm noktalarından biri bu asrın başlarında mekân kavramının mimarlığın esas öğesi olarak ele alınmasıyla başlar. Mimarlığın temel konusu olan mekân kavramı, insan algılaması ve mekânın sınırlanmasına bağlı olup sınırlayıcı öğelerin farklılığına göre, doğal, yapay ve karma isimleriyle çeşitlenir. Mekân kavramını bütün duyu organlarımızla algılar ve bu algılarımızı belleğimizde bulunan durumlarla mukayese ederiz. Bu mukayese insandan insana farklılık gösterdiği gibi büyük planda toplumdan topluma da farklılık gösteriyor aslında. Her toplumun mekân tahayyülünde ve mekânsal davranışında büyük farklılıklar vardır. Bu durum da toplumların kültürel ve zihinsel farklılıklarından kaynaklanır. Zaman içinde her kültür sistemi, yaşama biçimini, mekân anlayışı ve onu kullanışıyla yansıtmıştır.
Mekân kavramını daha iyi anlayabilmek için üç farklı ortamda bulunduğumuzu kabul ederek bir gözlem yapmak yerinde olacaktır. Birincisinde her yönden açık, göz alabildiğine uzanan, hudutsuz, sonsuz görünen bir tabiatın ortasında; ikincisinde kısmen ağaç ve ağaç gruplarının ve nispeten de muhtelif yükseklikte çalılarla kuşatılmış bir ortamda; üçüncüsünde de ağaç gövdelerinin çok sık olduğu bir ormanda bulunduğumuzu tahayyül edelim. İşte ağaç ve çalılarla çevrelenmiş olan ikinci ortam bizde ilk mekân kavramını düşünmemizi sağlar. Bir anlamda mekân, hissî korunmuşluk ve çevrelenmişlik duygularıyla ortaya çıkmaktadır.
Zaman-mekân ilişkisi
Peki, modern tarihleri boyunca birbirlerinden bağımsız iki soyut kategori oldukları varsayılan zaman ve mekânın ilişkisi nedir? Aynı ayırma ve soyutlamanın sonucu olan zamanın mekânsallaştırılması ya da zamanın mekâna tabi kılınmasından vazgeçmek mimarlık için ne anlama gelir? Dolayısıyla şöyle de sorulabilir; zamanı temsil etmekten çok, ortaya çıkaran bir mimarlık ne demektir? Zaman ve mekân nedir? Bu soruları, sorabilmek ve sonrasında tartışabilmek için gerekli iki varsayımı da hemen başlangıçta dile getirmekte yarar var. Birinci varsayım, zaman ve mekânın birbirlerinden ayrılabilir iki soyut kategori olmadıklarıdır. Saf olarak kendi başlarına ele geçirilemezler, aksine her zaman bileşik (composite) olarak bir arada var olurlar. İkincisi ise, saf olarak ele geçirilememelerine karşın bileşik varlıkları içinde iki farklılık eğilimi oluştururlar; her ikisi de farklılık üretir ancak mekân niceliksel, zaman ise niteliksel farklılığın üreticisidir. Dolayısıyla zamanın mekândan dışlanması niteliksel farklılıkların dışlanması demektir.
Zaman-mekân kavramının ilk olarak 20'nci yüzyılın başlarında kübist olarak bilinen bir grup ressam tarafından görsel sanatlarda kullanıldığı görülmektedir. Mekân zamanında daha gerçek bir izlenim vermek için aynı anda bir resim üzerinde aynı cisim veya kişilerin görüntüsünün pek çok noktasını birleştirme düşüncesini geliştirmişlerdir. Dolayısıyla kübist ressamlar geleneksel perspektifin üç boyutuna, zamanı dördüncü boyut olarak ilave etmişlerdir. Bu dördüncü boyut bakış açısının sürekli değişimini belirliyordu.
O dönem bazı sanatçıların yepyeni bir kavram zannettikleri zaman-mekân kavramını matematikçi Hermann Minkowski 1980'Ierde açıkça şöyle tanımlıyordu: "Mekân ve zaman, ayrı ayrı ele andıklarında gölgeler gibi yok olmaya mahkûmdurlar." Bu yeni zaman-mekân görüşü sonraları S. Giedon'un Mekân, Zaman, Mimarlık adlı temel kitabını yazmasında büyük bir etken oldu. C. N. Schulz bu konuda "... İnsan zekâsı, perspektifin üç boyutundan başka mevcut olan bir dördüncüyü keşfetti" diyen Zevi'nin görüşünden bahsettikten sonra, "Astronomik ve mikrokozmik olaylarla ilişkili, soyut fiziksel 'mekân-zaman' kavramının, mimari mekânla hiçbir ilişkisi yoktur; mimari sonsuz sayıda boyuta sahiptir" görüşünü savunur.
Zaman ve mekân insanla mevcuttur
J. Joedicke,'e göre, mekânın öğeleri arasındaki peş peşe algılanan ilişkilerin, bir mimari mekânın algılanabilmesi için zamana ihtiyaç vardır; bu zaman gözlemciyle ortaya çıkar, gözlemci değiştikçe değişir ve gözlemciyle birlikte yok olur. Bir başka deyişle burada zaman insan algılamasının bir özelliği olup insan algılarının ortaya koyduğu bir kavramdır fakat bir inşa edilmiş çevrenin, mimari mekânın her öğesi, bir mimari ürün olduğu kadar, bir zaman (geçmiş veya gelecek) yansıması olarak karşımıza çıkar.
Zaman ve mekân kavramı mimarlık ve sanat dünyasında yorumlanırken, edebiyat alanında da anlamı bulunmaya çalışılmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar için "zaman" meselesi çok mühimdir ve eserlerinde önemli yer tutar. Özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü 'nde zamanı bir "akış" olarak değerlendirmiş ve "saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur" cümlesi ile adeta zamanın karikatürünü yapmıştır.
Tanpınar şehir mekânlarının bir medeniyete ait olması gerektiğini düşünmektedir. Zamanı mekânsallaştırdığı eseri Beş Şehir 'de kent-eleştiri türündeki örneklerinde mekân eleştirisi önemli yer tutar fakat gözden kaçırılan bir hususa da Lefebvre şöyle dikkat çeker: Mekân eleştirisi! Bir mekân eleştirisinin bir anlamı var mıdır? Biri ya da bir şey eleştirilir; oysa mekân ne biridir ne de bir şeydir. Tıpkı bir filozofun dediği gibi, ne bir öznedir, ne bir nesne. Mekân nasıl suçlanabilir? (2014: 117) Lefebvre'nin Mekânların Üretimi adlı eserinde sorduğu soruları Tanpınar, "Şehri hangi medeniyet tasavvuru ile inşa edeceğiz" şeklinde sormaktadır. Eski mekân hangi medeniyetin ürünüdür, yeni mekân hangi medeniyetin üretim mekânı olacaktır?
Zaman ve mekân üzerinden kimlik kavramını açıklamaya çalışan Tanpınar, kimlik inşasının bireysel kopuşla, devam ederek değişmekle mümkün olabileceğini vurgular. Özellikle kültürel mekânlar, toplum kimliğinin önemli bir parçasıdır. Gerek bireysel gerekse kolektif anlamda mekân, varoluşun tutunduğu yerdir. Başka türlü söylersek birey ve toplum belli bir mekânda anlam ve değer kazanır.
İnsanın mekân tasavvuru, onun varoluşuyla kökensel bağlar kurar. Mekân, insanı dağılmış bir varlık olmaktan korur, bir yere ait kılar. Mekân bir bakış açısı, bir bilinçtir. Bu nedenle şehir; medeniyeti, kültürü, tarihi yansıtan bir değerdir. Birey ve daha büyük ölçekte toplum, mekânı kendi değerler sistemi doğrultusunda kurgular. Bu, ontolojik bir ihtiyaçtır. Kültürümüzdeki cami, medrese, han, hamam, kervansaray, köprü, kuş evleri vb. mimari oluşumlar, yaşamı kuşatan kavrayışımızı, felsefemizi bir estetik değere dönüştürür. Medeniyette devamlılık bilinciyle sürdürülen hayat tasavvurlarımızın çözülmesinden sonra bu mimari unsurların çoğu büyük bir değişim geçirmiş ya da tümüyle unutularak hayatımızdan çıkmıştır. Sosyokültürel yapının nabzını tutan bu mimari oluşumlar, bir anlamda geçmişle kurulan bağların düğüm noktalarıdır.