Betondan sıkılan şehir insanının neden hafta sonları "workshop"lara koştuklarını, evcil hayvan bakarak evde kendilerine neden bir alan açmaya çalıştıklarını, tatillerinde neden yeşili tercih ettiklerini uzun süredir gözlemliyorum. "İstanbul toprak kokmuyor eve saksılar yığdık biz" dizesini bana yazdıran toprağı ve insanı anlamaya çalışıyorum. Bir çiçeğin, bir tohumun yaşam iradesini gözlemlemek, ağaçların gölgelerindeki ayrı izleri bulmak insanın kadim bir ihtiyacı, anlıyorum.
Türkiye'de ve dünyada sürdürülebilir tarımla ilgilenen çeşitli topluluk ya da kişilerin şehirden kaçış gruplarının macerasını okuyor ve bazen bu insanlara tanık oluyorum. Sürdürülebilir ve üretime bire bir katkının sağlandığı bu yaşam biçimi hakkında kadim bir kültüre sahip olmak, köklü bir hikâyeye tutunduruyor beni. Bir dağın arkasında küresel sermayenin ciddiye almadığı el emeği küçük hayatların çoğumuzun hayalini kurduğu güzel bir hikâyenin uzantısı olduğunu anlıyorum. Bu ekolojik yaşamı destekleme çabasını, permakültürü, geri dönüşümü, ürettiğin kadar tüketmeyi yaşanılır kılmak kendi küçük hikâyende çok anlamlı kalıyor. Herkes gibi olmayanı aforoz eden dayatmacı bir anlayışı zihnimize giydirmeye çalışanlara, konfor ve teknolojinin dışını barbarlık ve akılsızlık olarak lanse edenlere aldırmayarak başka türlü yaşamak mümkün diyen insanların kısık sesi daha ilgi çekici gelmeye başlamıştı benim için. Kendimi tartıyor ve daha çok sorguluyordum.
Bir şeyin karşısında yer almak başka şeye engel olduğu için insanın enerjisini tüketiyor. Sonuç alamadığında ise o şeye karşı yılgınlık ve yenilmişlik hissi uyandırıyor içinde. Bu yüzden hep birlikte nasıl yaşamamız gerektiği üzerine var olan çerçevede bakabilmeliyiz. Şehirleşmeye karşı gelmek yerine bir arada nasıl bir yaşam alanı açabiliriz bunun üzerine çalışmalıyız. Yola çıkmasaydım bugün geldiğim yerden haberim olmadan ölecektim belki de. Başka hayatları fark etmek, evin dışında hayatı idame ettirebilmek uzun uzun düşünmeme yardımcı oldu. Telefon çekmiyordu ve algım sonsuz işliyordu.
Porselen vazoya ne zaman bez çiçek koyduk?
Türk orta sınıfının pastoral güzellemesi ve neo-romantizmi değil bu. Bahsetmek istediğim kendi yaşam biçimimizde karşılık bulacak, bize bir kaçış hakkı tanıyan her an ve o anın içsel yolculuğumuzda bıraktığı derin iz ve mana. Toprakla ilişkimizi kesen, binlerce yıldır tohumla bağlarımızı kuvvetlendiren o kadim bilgiye ne oldu? Ne zaman kırsal da dâhil tüketmeye, daha çok tüketmeye, paketli gıdaya bu kadar alışmış olduk? Porselen vazoya ne zaman bez çiçekler koyduk? Beni ilgilendiren büyük soru; anneannemin yamaladığı pijamayı ben neden eskimiş diye çöpe atayım ki? Neden çocuklarım sadece alışverişte ve belirli alanlarda vakit geçirsin ama ceplerinden solucanlar çıkmasın?
Bir internet haberi Teknolojisiz Uyku Festivali dikkatimi çektiğinde, insanların kaos içerisinde dinginliğe duyduğu ihtiyaca binaen nasıl bir yol izlediklerini anlamak için haberi tıkladım. Haberin ayrıntısında katılımcıların üç gün boyunca tüm teknolojiyi "evde" bırakarak, doğaya ve kendilerine, sohbete zaman ayıracaklarını okudum. Modern insanın çıkışsızlığının geldiği son nokta diyerek haberden uzaklaşabilirdim ama ben yaklaştım çünkü yaptığım seyahatlerde telefonun çekmediği o eşsiz anlar geldi aklıma. Onların da deneyimlerini derinleştirmek istediklerini anlayabiliyordum. Evimde yıllardır televizyon bulunmayışına şaşırarak bakan insanların hayretleri bana her zaman tuhaf gelmiştir. Yanlış bir alışkanlıktan ötürü varlık kazanan bir aletten öte hiç bir karşılık bulmadı bende televizyon. Hiç almadım ve ihtiyaç duymadım. Teknolojisiz anların cazibesine o zamanlardan vardım belki de.
Alakır Nehri'ne on yıldır yerleşerek kendi hayatlarını kuran ve bölgede HES'e direnen bir çiftçiyi yine siyasi bir yöne eğilmeden okuyabiliyordum. Tersine yüzüyor, az tüketiyor, toprakla ilgileniyorlardı. Kaz Dağları'nın eteğine yerleşen, eko-köyler kuran, İzmir ve Antalya gibi birçok şehirde mandalina ağaçlarının ortasına evini diken, kırsala yerleşen, arıcılıkla ilgilenen insanlar var. Bunların birkaçı arkadaşım da oldular. Kendi küçük hikâyelerinde deneyimledikleri bir hayata tutunarak yürümek istedikleri yolları belirliyorlardı. Şehirde kalan onlarcası ise tüketimden sağlığa birçok alanda kadim bir kültürün taşıyıcılığını yapabiliyorlar. Sızlanmıyorlar. Kendi hayatlarında yapabilecekleri küçük ve güzel olanın peşi sıra kürek çekiyorlar. Hikâye burada başlıyor çünkü "küçük güzeldir."
Teknolojiye rağmen teknolojisiz
Mountain School Batı New Hampshire Dağları'nda, telefonların çekmediği bir kampüs. Doğa ve kendi becerilerine göre vakit geçiren çocuklara kısıtlı zamanlarda internet ve telefon kartı ile konuşma imkânı sağlanıyor. İlköğretim çağındaki çocukların ellerindeki akıllı telefonlar geliyor gözümün önüne. Kanada, Almanya, Danimarka ve dünyanın birçok ülkesinde orman okulları yaygınlaşıyor. Türkiye'de de son dönem özellikle İstanbul'da benzer girişimler var. Bağımlılığın ve tek insanın tipinin yine insanın doğasına ait olmadığı gerçeği bu çabalarda gizli. Çocukların toprakla ve doğayla vakit geçirmesini, ilişki kurmasını dikkate alıyor bu tür girişimler. Yola çıktığınız sürece anda kalabilmek ve anda olabilmek için bütün duyularınıza ihtiyaç duyuyorsunuz ve teknolojiye karşı bir isteksizlik baş gösteriyor. Duvarların dışında harekete geçen çocuk, beden, insan başka uyarıcıların peşinden ilerleyebiliyor. Eve ya da herhangi bir kuruma sıkışmamış çocuk ve yetişkin uzun saatler boyunca oyalayıcı bir alete ihtiyaç duymuyor dışarıda.
Amishlik, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşayan tutucu bir Hıristiyan mezhebi. 17'nci yüzyıl alışkanlıklarıyla yaşayan bu mezhep mensupları teknolojiye hayli uzak yaşıyorlar. Modern tıpla ilgilenmiyor, çocuklarını belirli bir yaştan sonra okula göndermiyorlar. Silikon Vadisi'nde; E-Bay, Google, Apple, Yahoo ve Hewlett-Packard gibi teknoloji devlerinin mensupları çocuklarını teknolojiden tamamen arınmış bir okula göndermeyi seçiyorlar: Waldorf School of the Peninsula. Oyun, hikâye, dikiş ve örgü malzemelerinin olduğu bu okulda ekran yok. Akıllı tahtalar üzerinden değil mevcut geleneğimizden yola çıkarsak sızlanmaya gerek kalmaz. Hayata değen, günlük hayatı idame ettirecek becerileri çocuklara kazandıran, deneyimden yola çıkan oluşumlar benim için kıymetli. Şimdilerde kendi oğlum da böyle etkinliklerin deneyimlendiği küçük bir atöl- yeye düzenli aralıklarla katılı- yor.
Tembellik günahtır
Eski insanların israfa karşı hassasiyeti üretim sürecine dâhil olmalarından, emekleriyle elde ettiklerinden, ekmeğe kutsal bakmalarından kaynaklanıyordu. Siyez unu, siyez bulguru dedelerimiz için günlük yemekken, bizim için şu an ulaşılamaz bir yerde. Yediğimiz yemeğe saygı, içtiğimiz suya hürmet göstermek insan olmamızın zekâtı.
Bu uygulamaları, bu sürdürülebilir hayatları, insanların küçük hikâyelerini, evde atık kutusu yapanları, tüketimi kısıtlayanları, doğaya sevgiyle yaklaşanları onlarca bilgi bombardımanından arındırıp onlarca hikâyeden sıyırıp önüme çıkaran şeyse yola çıkmış olmamdı. Yola çıkmak, deneyimlemek, ihtiyaç duymak, adım atmak… Kaygılarım, bahanelerim, genel kabullere inancım, alışılmışa beni çeken güçlü kodlarım vardı. Herkes gibi. Sadece denedim çünkü ihtiyaç duydum. Ve kervan yolda düzülecek. Başka türlüsünü düşlemek mümkün…