Gün geçtikçe eriyen ve buharlaşan bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Modern ve postmodern düşüncenin besleyip büyüttüğü sanal gerçeklik, Baudrillard ve Eco'nun üzerinde ısrarla durduğu hiper-realite kavramı, hayatta her şeyin insan gücüyle değiştirilebileceği inancı ve hakikatin ışığı yerine gölgesini tercih eden sistemin bizlere yaptığı en büyük kötülük; işareti, işaret edilen nesnenin ve duygunun yerine koymuş olmasıdır. Artık önemli olan bize gösterilendir, gördüğümüz değil. Bir göz doktoru ile yapılan röportajı defterime not almışım: "Göz ile ilgili, çoğu insanın fark etmediği bir şey söyleyebilir misiniz?'' diye soruluyor ve doktor şöyle cevap veriyor: "Göz görmez. Beyin görür. Göz sadece aktarır. Yani, gördüğümüz şey sadece göz yoluyla aldığımız şey tarafından belirlenmez. Gördüğümüz şeyler anılarımız, duygularımız ve daha önce görmüş olduğumuz şeyler tarafından da etkilenerek görünür bize." İmajların yansımasını bize aktaran göz ve bu yansımayı yorumlayan beyin... Peki, bir yansımayı yorumlamak zorunda kalan beynin bu uyaran bombardımanında sağlıklı ve doğru kararlar alabilmesi mümkün mü?
Ne yazık ki bu pek kolay ve olası bir senaryo olarak görünmüyor şimdilik. Zira duyu organları vasıtası ile algıladığımız her durum aslında bizim karşımıza çıkmadan önce başka bir algı süzgecinden geçip öyle ulaşıyor. Neyi görmemiz, neyi duymamız, neyle mutlu olup neye gözyaşı dökmemiz gerektiği önceden dizayn edilip hayatın olağan akışındaymış gibi önümüze sürülüyor ve bizlerden bunlara gerçekmiş gibi tepkiler vermemiz bekleniyor.
Dijital devrimle beraber yaşantılarımız ve zihin dünyamız büyük bir değişim gösteriyor. Eco'nun bahsettiği hiper-realitenin şehvetine kapılan kitleler, artık gerçekle yüzleşecek zihnî ve duygusal donanımlarını yitiriyorlar. Ekrandaki mükemmel, yaldızlı, biteviye akan kurgular gerçek, eksik, karmaşık ve sınırlı hayatların, ilişkilerin yerini alıyor. Gerçeğe ulaşmak için onun taklidi, imajı, kopyası ve simülasyonu kaçınılmaz bir araç hâline geliyor. İnsanlar artık bir ekrana bakmadan dünyayı tanımanın, algılamanın ve idrak etmenin imkânsız olduğunu düşünüyorlar.
Arkadaşlık mı bağlantılar mı?
Öncelikle şu gerçekliği kabul etmemiz gerekiyor dijital dünyanın sahipleri insan beynini ve duygularını son derece iyi tanıyor ve bunun üzerine kafa yoruyor. Bizleri nasıl bağımlı kılacaklarını çok çok iyi biliyorlar. İnsanın bazı düşünce, duygu ve davranışlardan hoşlanması, haz alması demek beynimizdeki belirli merkezlerin dopamin ve benzeri hormonları salgılaması demektir ama unutmamak gerekir ki insan beyni sadece faydalı ve iyi eylemlerden değil uyuşturucu, sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıklardan da keyif alır ve ne yazık ki bir bağımlılık oluşturur. Dijital dünya üzerinden hızlıca ve büyük bir görsel şölenle akan bilgi, görüntü ve ses akışı da insan beynini tatmin ederek bir dopamin duşu aldırır ve bağımlılık oluşturur. İnsanın bu zafiyetini fark eden Anderson Cooper ve Ramsay Brown isimli nörobilim uzmanları, Dopamine Labs adlı bir şirket kurup dopamin salgılamasını en üst seviyeye çıkartacak bilgisayar programları yazıp Facebook ve App Store'a satarlar. Buradaki tek amaç insan beynini tuzağa düşürüp (brain-hacking) mümkün olduğunca fazla para kazanmak. (Konu ile ilgili daha detaylı bir okuma için Catherine Price'ın How to Break Up with Your Phone-Telefonunuzdan Nasıl Ayrılırsınız? isimli kitabını inceleyebilirsiniz.)
İnsan beyni üzerinde oynanan bu kapsamlı ve ustaca oyunlar elbette ki meyvelerini veriyor, sosyolojik ve psikolojik iklim her geçen gün hızlı bir şekilde değişiyor. Bu değişimden en çok etkilenen ise 1995 ve sonrasında doğan psikolog Jean M. Twenge'nin "i-Nesli" (İnternet Nesli) dediği kuşak. Twenge'ye göre bu neslin sosyalleşme biçimleri bütünüyle yeni bir zamanlar kutsal olan toplumsal tabuları reddediyorlar ve hayatlarından, geleceklerinden farklı şeyler bekliyorlar. Güvenlik konusunda takıntılılar ve ekonomik geleceklerinden korkuyorlar; cinsiyet, ırk ya da cinsel yönelimden kaynaklanan eşitsizliklere asla tahammül edemiyorlar. Onlarca yıldır görülen akıl sağlığı krizinin ön cephesinde onlar var, ergenlik çağındaki depresyon ve intihar oranları 2011 yılından bu yana büyük bir hızla yükseliyor. Bu kuşakla ilgili genel kanı önceki kuşaklara göre daha hızlı büyüdüğü fakat i-Nesli aslında daha yavaş büyüyor: 18 yaşındakiler, eskiye göre 15 yaşındaymış gibi, 13 yaşındakiler 10 yaşındaymış gibi davranıyor. Ergenlik çağındakiler hiç olmadığı kadar güvende ama akıl sağlığı açısından daha kırılganlar.
Bütün yaşam faaliyetlerinin dijital ortama taşınmasıyla beraber sosyal ilişkilerimiz de artık Instagram, Facebook, Twitter ve WhatsApp gibi online platformlar üzerinden ilerliyor. Arkadaşlarımızı, tanıdıklarımızı ya da akrabalarımızı sosyal ağlar üzerinden ekleyip onlardan haberdar oluyor, hayatlarındaki gelişmeleri hızlıca öğrenip kurduğumuz sanal bağlantılar sayesinde bir karşılık verebiliyoruz. Söz gelimi ilkokuldaki sıra arkadaşımızı internet ortamında bulduğumuzda bizi sevindiren şey onun varlığı mı yoksa varlığının dijital dünya üzerindeki yansıması mı? Bizi mutlu eden şey onun gerçekten bu dünya üzerinde yaşaması mı yoksa kolaylıkla görebildiğimiz, merakımızı giderebildiğimiz fotoğrafları, bildirimleri ya da kısaca bir bağlantı olarak önümüze sunulması mı? Her iki sorunun da cevabı ikinci şık gibi duruyor. Artık insanlarla değil bağlantılarla arkadaş oluyoruz; gerçek sesini, görüntüsünü, duygularını bilmediğimiz insanlarla internet vasıtasıyla kalbi bir münasebet geliştirip gerçekçi bir ilişki kurduğumuzu düşünüyoruz. Tek bir tıkla bizim gibi düşünen insanları "arkadaş" olarak ekliyor ve dünyamıza kabul ediyoruz; anlaşamadığımız, tartıştığımız zamanlarda ise o kişiyi bütün sosyal medya hesaplarımızda engelliyoruz. Peki dijital dünyadaki tüm bu gelişmeler, artan arkadaşlık siteleri, takipçiler, bağlantılar, bilgisayar ve telefon kullanım sürelerinin uzaması bizi daha sosyal biri mi yapıyor yoksa tam aksine teknolojinin gelişmesiyle beraber yalnızlaşıyor muyuz?
İnternet bize nasıl hissettiriyor?
Monitoring the Future (Geleceği İzlemek, MTF) isimli proje 1975 yılında Michigan Üniversitesi'nde başlayıp özellikle gençlerdeki inanç, davranış, alışkanlık değişimlerini inceleyen çok kapsamlı bir program. Her sene asgari olarak 50 bin kişi bu proje kapsamında izleniyor ve her yıl raporlanarak ilgili uzmanlar tarafından tartışılıyor. Bugüne kadar toplamda 11 milyon kişiye anket uygulayan program dünya üzerindeki değişimleri görmemiz için kusursuz bir çalışma. Bu çalışmalardan birinde 1095 yetişkin rastgele iki gruba atanır: Facebook kullanmayı bir hafta boyunca bırakanlar (deney grubu) ve Facebook'u her zamanki gibi kullanmaya devam edenler (kontrol grubu). Haftanın sonunda, Facebook kullanmaya ara verenlerin kendilerini daha mutlu, daha az yalnız ve daha az depresif hissettikleri görülür (Bu ölçümlemede arada büyük bir fark vardı, kendini yalnız hissedenlerin oranı %36, depresif hissedenlerin oranı %33 daha az, mutlu hissedenlerin oranı ise %9 daha fazlaydı). Bu çalışmada Facebook'tan uzak duranların kendini üzgün, öfkeli ya da endişeli hissetme oranı daha az görülmüş.
Ergenlik çağında en yalnız grup sosyal medyada daha fazla, arkadaşlarla yan yana daha az zaman geçirenler oluyor. Yapılan araştırmalara göre ekran başında daha fazla zaman harcayan ergenlerde depresif olma eğilimi son derece yüksek, ekran başında olmayan etkinliklere daha fazla zaman ayıranlarda ise depresif olma eğilimi daha düşük. Sosyal medyayı yoğun bir şekilde kullanan 8'inci sınıf öğrencilerinde depresyon riski yüzde 27 oranında artıyor. Buna karşılık, spor yapan, dinî törenlere katılan ya da ev ödevi yapanlarda bu risk kayda değer bir oranda düşüyor.
Ekran başında geçirilen süre ile akıl sağlığı sorunları arasındaki bağlantı çok açık: Özellikle ergenlik döneminde günde üç saatten fazla elektronik aygıtlarla uğraşanların en az bir intihar risk etkenini sergileme eğilimi diğerlerine göre yüzde 35 daha fazla. Jean M. Twenge'nin son kitabı i-Nesli 'nde bu konularla ilgili birçok detaylı araştırmaya ulaşabilirsiniz. Kitapta yaşının 16 olduğunu söyleyen "Kayıp Kız" isimli bir gencin Facebook ile ilgili yapmış olduğu yorum son derece düşündürücü: "Beni kesinlikle depresyona sokuyor. Arkadaşlarımın hepsi rengârenk yaşamlarından eğlenceli anları paylaşıyor, ben de kendimi ... gibi hissediyorum. Facebook'tan nefret ediyorum." Bir kullanıcı yorumu daha: "Sayfamda dolaşıyorum, (arkadaşlarımın) ne kadar mutlu olduğunu görüp üzülüyorum. Bir de bana hiç mesaj gelmediği için. Mesaj kutumun boş olduğunu görmek beni gerçekten üzüyor, ta içimde bir yalnızlık hissediyorum. Facebook içimi karartıyor, kullanmayı bırakacağım artık."
Bütün umutlar tükendi mi?
İnsan yaradılış itibari ile yalnız kalamaz, hangi koşullarda olursa olsun sesine bir yankı arar. PopAmerikan kültürünün istila ettiği zihin dünyası ise buna karşı çıkar. Kişinin yalnız kalarak da başarılı olabileceğini, yaşamak için kimseye ihtiyacı olmadığını, bireyselliğin önemini anlatıp durur. Ne yazık ki anlattığı bu masala fazlasıyla dinleyici de bulur. Artık insanlar topluluğun bereketini değil yalnızlığın asilliğini konuşuyorlar. "Ben" demenin, ön plana çıkmanın ayıp sayıldığı zamanlardan hızlıca kendi menajerliğimizi yaptığımız bir noktaya evrildik. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsak öncelikli olarak kendimize şu soruyu sormalıyız: "Bu dünyaya geliş amacım sadece kişisel hazlarımı tatmin etmek mi yoksa daha üst bir ideal ve inanç için mücadele etmek mi?" Şayet yüksek bir yaşam ideali için nefes alıp veriyorsak 1+1 dairelerimizden çıkıp geniş meydanlara, avlulara, salonlara açılmamız gerekir. Bizler gibi düşünenlerin varlığına bizzat şahitlik etmemiz gerekir.
Şarjı bittiğinde sona eren bir dünya ne kadar gerçek ve ne kadar faydalı olabilir ki? Yapılan tüm araştırmaların vardığı sonuç hep aynı: Dijital dünyanın sokaklarında fazla gezersen kaybolursun, hastalanırsın. Son dönemde bazı cep telefonu oyunları nedeniyle intihar eden cennet kokulu yavruları düşünün, bu karanlık dünyanın ele geçirip ölüme sürüklediği canları. Mavi Balina isimli oyun sebebiyle Türkiye'de 140'tan fazla genç intihar etti. Yazarken, düşünürken, hayal ederken bile inanamıyor insan ama ne yazık ki gerçek böyle. Bu karanlık dünya üzerinde hâkimiyetimiz ne kadar azsa ödediğimiz bedeller bir o kadar fazla oluyor. Önceliklerimizden biri de bu olmalı: Bize düşmanlık edebilecek oyunları, uygulamaları en ince ayrıntısına kadar bilmek, tanımak.
Son olarak, insandan vazgeçmemeyi yeniden hatırlamamız gerekiyor. Hayırsız enişteleri, zor günlerimizde bizi yalnız bırakan dostları, bir miras meselesinde küstüğümüz amcaları hatırlamamız ve vazgeçmememiz gerekiyor. İnsan insandan vazgeçmemeli, kalplerinin bir yerine muhakkak gizlenmiş olan o mübarek nuru bir şekilde görmeli. Dostluklar, arkadaşlıklar, akrabalıklar günlük hırslarla, bir anlık sinirle telef edilemeyecek kıymettedir. Yine aynı şekilde bu kıymetli bağlar dijital bağlantılar üzerinden sürdürülmemelidir. Kandil mesajı, cuma mesajı, yeni iş tebriki, nişan fotoğrafı beğenisiyle bu ilişkileri sağlıklı bir şekilde sürdürmek mümkün değil. Yüz yüze gelip konuşacağız, selamlaşacağız, hemhâl olacağız. Bütün bu kavramlara yabancı olanlar için ise şöyle söyleyelim: İnsan olarak fabrika ayarlarımıza geri döneceğiz!