Raşit Ulaş: Doğu'da zamanın ayak izleri

Doğuda zamanın ayak izleri
Giriş Tarihi: 19.4.2019 16:52 Son Güncelleme: 19.4.2019 16:53
Zaman kavramını düşündükçe her zaman bir yerlerde tıkanır kalırım. Bu kadar soyut olmasına rağmen aynı anda bu kadar somut olan bir kavramın varlığı oldukça ürkütücü aslında.

Zamanın zehir mi şifa mı olduğu ve filozofların zaman üzerine konuşmaları şöyle dursun biz zamanın içinde yaşamaya devam ediyoruz hem de zamanın ne olduğuna hiçbir zaman vâkıf olamadan.

Kullanılan takvim ve saat çeşitleri

İslam dünyasında saat ve takvim Batı'ya göre farklıydı. Müslümanlar, Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye hicretini esas alan Hicri yani ay takvimini esas alıyorlardı. Ay takviminde ise ayın dünya etrafındaki turu esas alınıyordu. Hicri takvimin kullanılmaya başlanması ise tamamen ihtiyaçtan oldu. Hz. Ömer'in hilafet döneminde sınırları iyiden iyiye genişleyen İslam Devleti'nin bazı belgelerinde tarihin belirlenmesi ile ilgili sıkıntılar yaşanmaya başladı ve yapılan istişarede Hicret esas alınarak yeni bir takvim kullanılmaya başlanmasına karar verildi. Güneş takviminde bir yıl 365 günken ay takviminde 354 yahut 355 güne denk gelir. Her sene Ramazan ayının on gün geri gelmesi ise bu sebeptendir.

Takvimle birlikte saat kullanımı da Doğu'da farklıydı. Kum saati, mum saati, su saati gibi birçok çeşit saat kullanılmasına rağmen en yaygın kullanılan saat çeşidi her zaman güneş saati oldu. Güneş saatinin daha çok tercih edilmesinin sebebi elbette namazdan başka bir şey değildi. Gününü namaz vakitlerine göre bölen Müslümanlar bu bağlamda en çok güneş saatinden faydalandılar. Bu saate daha sonra alaturka saat adı da verildi. Alafranga saatle arasındaki farkı şöyle belirtebiliriz: Alafranga saatte gün gece yarısı ile başlarken alaturka saatte yeni gün akşam ezanı ile başlar. Yani herkes akşam ezanından sonra saatini 12'ye ayarlar.

Muvakkit

Namaz vakitleri güneşin hareketlerine göre belirlendiğinden dolayı gün içinde güneşin hareketlerini takip etmek Müslümanlar için oldukça önemliydi. Yüz yıllar sonra bugün bile oruç ve namaz vakitlerinin tartışıldığı düşünüldüğünde o dönemki teknoloji ile bunun ayarlanmasının ne kadar zor ve önemli olduğu gözden kaçmamalı. Güneş vakitlerinin tespit edilmesi ve namazın ayarlanması için muvakkithaneler kurulmuştu. Muvakkithane sadece namaz vaktinin belirlenmesinden ziyade astronomi ile de ilgilenen bir okul mahiyetindeydi. Camilerin hemen yanında yer alan muvakkithanelerde görev alan muvakkitler zaman tespiti noktasında oldukça kilit bir rol oynarlardı. İlk muvakkithanenin Şam Emeviyye Camii'nde ortaya çıktığı biliniyor. Muvakkitler de sıradan kişilerden seçilmiyordu. Muvakkit olabilmenin bazı şartları vardı. Muvakkit olacak kişi ilm-i nücûma yani yıldız ilmine, ilm-i mîkāta yani vakit ilmine vâkıf olmalı ve ezan vakti geldiğinde müezzine bildirmeli, irtifa almayı yani güneşin en tepedeki anını bilmeli, muvakkithanede yer alan saatleri kontrol edip düzenleyebilmeliydi. Bununla birlikte saraydaki muvakkitler de saray saatlerinin bakımı, gerekirse tamiriyle görevli olmakla birlikte padişaha ve saray görevlilerine namaz vakitlerini bildirmekle görevliydi.

Muvakkit demişken Saatleri Ayarlama Enstitüsü 'nü de unutmamak lazım. Tanpınar'ın Türk modernleşmesini müthiş bir incelikte ele aldığı eseri, saat üzerinden anlatılsa bile yaşanan değişimlerin insanlarda ne gibi tahrifatlara yol açacağını anlatır.

İbnü'l vakt (Vaktin oğlu)

Aslında başlı başına İslam tasavvufunun bir meselesi olan ibnü'l vakt kavramı, zaman felsefesi mesabesinde bir kavram. İslam'ın kaza ve kader anlayışının neticesinde mutasavvıfların yorumlarıyla ortaya çıkan kavram, kelime olarak vaktin oğlu demek. Vaktin oğlu kavramı dün pişmanlığı ve yarın telaşesiyle yaşamadan yalnızca ânı doğru geçirerek yaşamayı söylüyor. Bunun Batı'daki karşılığı Carpe Diem (ânı yaşa) olarak görülse de temelden farklılıkları var. Hiç Tanrı yokmuş gibi ânı yaşamakla, Tanrı'nın varlığını bilerek ânı doğru yaşayarak geçmişin ve yarının doğru bir şekilde geçirilmesi arasında büyük fark var. İbnü'l Arabi şöyle diyor: "O hâlde sana şu an hâkim olan şeye dikkat et. Çünkü ilahi tecellinin geçmiş ve gelecek zamanlarla ilişkisi geçmiş ve gelecek yönünden değildir. İlahi tecelliye göre tüm zamanlar şimdiki zaman hükmünde olduğundan sen de ilahi tecellinin vakti olan şimdiki zamanda ancak onunla irtibata geçebilirsin." Öldükten sonra bile dirilişin olduğu bir inanç sisteminde zamanı geri getirebilmenin imkânı yok. Bu yüzden zamanın ne büyük nimet olduğunu bilen mutasavvıflar zamanı doğru değerlendirme konusunda oldukça hassas hareket etmişler ve öğütlerini de bu temelde vermişler.

Tayy-i zaman, bast-ı zaman

Tasavvufta birçok Allah dostunun menkıbesinde bir keramet olarak görülen tayy-i zaman, bast-ı zaman kavramları zaman kırılmasına dair örneklerden. Tayy-i zaman, zamanın aşılması, bast-ı zaman ise zamanın genişleyip bereketlenmesi demek. Bunun kaynağı ise elbette Kuran-ı Kerim. Kuran-ı Kerim'de Miraç hadisesi, Hz. Süleyman'ın vezirinin Belkıs'ın tahtını bir anda Yemen'den Hz. Süleyman'a getirmesi ve Ashab-ı Kehf'in 300 yıl uykuda kalması hadiseleri tayy-i zaman ve bast-ı zamana dair en önemli deliller.

Amâk-ı Hayal

Türk edebiyatının şüphesiz en önemli eserlerinden biri Amâk-ı Hayal . Filibeli Ahmed Hilmi gibi önemli bir düşünce adamının zaman ve mekân üstü bir gerçeklikle kaleme aldığı kitap yalnızca edebi değil tasavvufi olarak da önemli bir eser. Ruh ve madde arasında hakikati arayan Raci, Aynalı Dede üzerinden yakaza halinde zamanın ve mekânın üstüne çıkarak bir yolculuğa çıkar, bu yolculuğun her biri bir tasavvuf mertebesini gösterir. Romandan bir bölüm bu hakikat yolculuğunu çok iyi özetliyor: "Evet azizim, ben bu hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. Ne yazık ki bulamıyorum. Bulamıyorum da değil. Nasıl anlatayım bilmem... İlmi hakikatlere hiçbir şey denilemez. Yalnız hakikatin varlığı diğer bir hakikatin varlığına engel olamaz. Bazı vicdanlar vardır ki başlangıç ile son arasında bir çizgi, ayırıcı bir çizgi vazifesi görmek isteyen hakikatlerin önünde kalıp duramıyor. Ben niyet ettim ki bu hayatı, dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi göndereni anlamadan, terk etmiyeyim. Ah ne olurdu bu sorulara ben ispat edici veya inkâr edici birer cevap verebilsem?"

Müslüman saati

20'nci yüzyılın ikinci çeyreği artık Osmanlı'nın tamamen tarihten silinmesine ve yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına sahne oldu. İstiklal Harbi'nden zaferle çıkan Türkiye bütün sistemini kökünden değiştirmeye başladı. Elbette sancılı bir süreç olacaktı. Yüzlerce yıldır süre gelen alışkanlıklar, davranış biçimleri, inanç şekilleri çağla beraber değişiyordu. İşte burada devreye giren devrin önemli şairlerinden Ahmet Haşim, "Müslüman Saati" adlı bir yazı kaleme aldı. Zaman ve mekân kavramlarının değişmesi sürecinde yaşanan sancıları ve sıkıntıları müthiş bir belagatla satırlara aktardı. 100 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler" yazısıyla beraber hâlâ hatırlanan bir nesir olan "Müslüman Saati"nin ne denli güçlü bir metin olduğunu içinden bir parçayla gösterelim. Kaldı ki bir düzyazıya bunca uzun süre kalmak çok nasip olmaz. Bizde bu kalıcılık genelde şiirle ilerler ama Haşim ve Yahya Kemal'in metinleri gibi birkaç metin bunun istisnasını oluşturuyor.

"Şimdi heyhat, eski 'saat'le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz."

El-Cezerî

Tam künyesiyle Ebü'l-İzz İsmâîl b. er-Rezzâz el-Cezerî, 12'nci yüzyılın sonu ve 13'üncü yüzyılın başlarında yapmış olduğu çeşitli makinelerle dünya mühendislik tarihine yön verdi. Cezerî elliden fazla makinenin mühendisliğini ve üretimini yaptı. Bu durum yaşadığı yüzyılın oldukça ilerisinde bir vizyona sahip olduğunu gösteriyordu Cezerî'nin. Tam adı Kitâb el-câmi' beyn el-'ilm ve el-'amel en-nâfi' fi sınâa'ti'l-hiyel olan ama Kitabü'l Hiyel ismi ile meşhur olan kitabında, çeşitli saatlerden, gündelik ihtiyaçları karşılayacak aletlere, robotlardan tarım aletlerine kadar onlarca alanda yaptığı buluş bugün bile bilim dünyasının gıpta ile baktığı işler. Cezerî'nin zaman üzerine yaptığı çalışmalardan en ilginci "filli saat." Yaklaşık iki buçuk metre boyunda olan filli saat İslam devletlerinin altın çağını yaşadığı devrin bir simgesi özelliğini taşır ve Cezerî döneme olan saygısını bu saatle dile getirir.

İslam âlimleri

Birçok İslâm âlimi zaman konusuna eğilmiş ve bu konuda kafa yormuş. Ciltlerce kitap yazılan konuyu burada tamamen anlatma imkânımız olmasa da bir fikir vermesi açısından bazı âlimlerden iktibaslar yapacağız. Örneğin Kindî, Felsefe Risaleleri 'nde zaman üzerine şunları söyler: "Zamanın beş tanımı vardır: 1- Zaman, âlemin var oluş sürecidir, 2- Hareketin sayısıdır 3- Göğün hareketinin sayısından ibarettir, 4- Zaman sayıdan başka bir şey değildir, 5- Zaman, hareketin saydığı, parçaları değişen bir süreçtir." Bununla birlikte zamanın öncelik ve sonralıktan başka bir şey olmadığını ve buna göre bizim zamanı geçmişle geleceğin arasını birleştiren hayali bir an sayabileceğimizi söyler.

İbn Sînâ, "Aynı yolda ve aynı büyüklükte iki cismin hareketlerinin hızlı veya yavaş olması zamanın var olduğunu gösterir" der ve ekler "Allah'ın bilmesi aynı zamanda yaratması demek olduğu için hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında olamaz."

İbnü'l Arabi de zaman konusunda düşünmüş mutasavvıflardan. EzZaman ve Marifetü'd-Dehr adlı eserinde İbnü'l Arabi zamanı,
"varlığı olmayan zihinsel bir imgelem" şeklinde tanımlar ve ekler; "Zaman, Allah'ın dışında olan bütün yaratılmışlar için düzeni sağlayan bir kılıftır."

Bektaşilik'te zaman

Her şey aslına rücu eder anlayışı ve "inna lillah ve inna ileyhi raciun" yani "Allah'tan geldik ve ancak ona döneceğiz" ayeti bir devr-i daimi ifade eder. Kâinat sürekli bir döngüselliğin içindedir. Bu durum Bektaşilikte de kendisini gösterir. Devir anasır-ı erbaa (hava-toprak-su-ateş) üzerinden vücut bulur. Ruhu yaratıldıktan sonra bu dört unsurun içine doğan insan, insanlığını bunların üstüne çıkarak yani bunları aşarak tamamlamalı. Ancak o zaman kâmil bir insan olabilir. Geri kalan her şey hakikatin ancak bir yansımasıdır. AleviBektaşi şairlerinden Gencî'nin bir dörtlüğü bu inanışı çok iyi bir şekilde anlatıyor: "Çar anasır bâbından nikâb büründüm / Bir noktadan hâsıl oldum arındım / Can gözüyle görenlere göründüm / Ne seyranım ben seyrandan içeri"

Dehrîlik

İmam Buhari'den rivayet edilen bir hadiste; "Allah Teala buyuruyor ki: Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet verir. Hâlbuki ben dehrim (zamanın yaratanıyım). Her şey benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim" diye buyuruyor Allah Rasulü. Bu hadis İslam'ın zaman konusuna ne derece önem verdiğini göstermesi bakımından çok önemli... Bu hadisin neşet ediş sebebinin ise Cahiliye dönemi Arapları arasında zamana söven bir kısım insanın olduğunun öğrenilmesi. Bunlara Dehrîler adı verildi sonradan. Doğu'nun materyalist cenahında yer alan bu insanlar dünya dışında hiçbir hayatı kabul etmiyorlardı. Kuran-ı Kerim de bu kişilerin varlığından şöyle haber veriyor: "Dediler ki hayat ancak yaşadığımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız, bizi ancak zaman (dehr) helâk eder." İslam dünyasında İşrakiyye ve Meşşaiyye gibi geniş çaplı bir akım olmamasına rağmen İbnü'r-Râvendî gibi öncüleri sayesinde zaman zaman taraftar buldu.

Takvim ve saat değişimi

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin dünya standartlarına uyum çabası düşünülerek sosyal hayatın doğrudan içinde yer alan birçok şeyde değişiklik yapıldı. Harf, takvim, saat ve ölçü birimleri de bunlardan birkaçı sadece. 26 Aralık 1925'te çıkarılan kanunla, o zamana kadar kullanılagelen hicri ve rumi takvimler yerini miladi takvime bıraktı ve 1 Ocak 1926'da bu ölçüler resmen kullanılmaya başlandı. Değişiklik sadece takvimle sınırlı kalmadı doğal olarak. Takvimin de saatle doğrudan ilişkisi olduğu için alaturka saat yerine, 24 saatlik zaman dilimini esas alan alafranga saat kabul edildi.

BİZE ULAŞIN