Zamanın değişmeyen getirisi değişimin kendisi… Zamanın bu güçlü etkisi dünya dengelerine, küresel eğilimlere, uluslararası ve ulusal siyasi konjonktüre ya da toplumsal temayüllere de yansımaktan muaf değil. Bu açıdan hayli ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Zamanımız bu açılardan neler getiriyor, neleri götürüyor, ne değişiyor ve değişmiyor? Bu konularda Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi ve Diaspora Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Bünyamin Bezci'nin görüşlerine başvurduk. Bezci, Batı'nın medeniyet krizinden dünya genelinde devletin yükselişi ve özgürlüklerin gerileyişine, Doğu-Batı ilişkisinin evriminden muhafazakârlaşmanın iç yüzüne, İslam düşmanlığından Hıristiyan terörüne pek çok konuda zamanın ruhu hakkındaki görüşlerini Lacivert'le paylaştı.
Avrupa'nın Medeniyet Krizi başlıklı bir yazınızı okumuştum. Bu zaman, Batı ve özellikle Avrupa için bir medeniyet krizi zamanı mı gerçekten?
Avrupa'ya özgü bir medeniyet krizi söz konusu ama bir taraftan da dünya genelinde bir özgürlükler alanından geriye çekiliş söz konusu. Avrupa ile alakalı sıkıntı şuydu; nihayetinde Avrupa'nın özellikle 1950'lere kadar süren bir iddiası vardı. Kendilerinin akla dayalı, rasyonel, pozitivist bir temelde bir medeniyet kurduklarını ve bunu bütün insanlığa yaygınlaştırabileceklerini düşünüyorlardı. Diğer bütün toplumlar modernleştikçe bu medeniyete bir şekilde dâhil olacaklardı. 1950'li yıllarda bu yavaş yavaş çökmeye başladı.
Avrupa diyor ki; "Medeniyet önemli ama bunu sadece ben yapabilirim." Bir anlamda medeniyet başka toplumlara sirayet eden bir şey olmaktan çıktı Avrupa'nın zihninde. Sadece Avrupa toplumunun ulaşabileceği bir şeye dönüştü. Nihayetinde aydınlanmacı zihin herkes için geçerli evrensel yasalar olduğunu düşünüyordu ama bugün artık o evrensel yasaların sadece Avrupa için geçerli olduğu düşünülmeye başlandı. Medeniyet krizi dediğiniz biraz böyle bir şey. Ben bunun dünyadaki yapısal dönüşümlerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde reel sosyalizm bir şekilde sona erip kapitalizm zaferini ilan etti ancak kapitalizmin temel ayaklarıyla alakalı bir sorun var ki biz bunun daha çok kültürel boyutlarını görüyoruz. Kapitalizm üç temel sacayağına oturuyor; devlet, piyasa ve toplum. Bunlar arasındaki ilişkilerle kapitalizm kendi krizlerini bir şekilde aşıyor aslında.
Peki, bu durumun asıl nedeni nedir?
Piyasanın temel kavramı aslında özgürlük… Toplumun temel kavramı dayanışma ki bunlar Fransız Devrimi'nin kavramlarıyla çok örtüşüyor. Devlet ise eşitlik alanıdır ve bir anlamda devlet homojenlik ve otorite alanıdır. Eğer siz bir şekilde piyasayı ve toplumu güçlendirirseniz özgürlükleri ve dayanışmayı güçlendirirsiniz. Bir anlamda otoritenizden ve eşitlik durumundan biraz taviz veriyorsunuz demektir.
Sorun şuydu; dünya genelinde kapitalizmin bir ayağı olarak devlet kendi otoritesini ve kendi eşitlik anlayışını daha da oturtmaya başladı. Yani özgürlük ve dayanışma alanında geriledi. Bugün mesela dünyada hem medeniyet krizinin geldiği nokta, hem aşırı sağın güçlenişi bu yapısal nedenlere bağlı olarak yükseliyor. Aslında aşırı sağın yükselişinin en önemli sebebi sistemin devlete doğru meyledip özgürlükler alanından çekiliyor oluşu. Özgürlükler ülkesi ABD bile duvar çekebiliyor, "Büyük Amerika"ya doğru geri çekiliyor.
Bir dönem totaliter devletlerin yaptığı uygulamaları kendileri yapıyorlar.
Bence bu sistemin kriziyle alakalı… Bu krizin hem maddi boyutu var hem de medeniyet boyutu. Geri çekiliyorlar ve şöyle diyorlar: "Biz bu dünyayı medenileştirmeye çalıştık ama medenileşmiyor. O zaman biz duvarlarımızı çekelim, kendi medeniyetimizi onlardan yalıtalım, kendimiz medeni olalım, onlar zaten olamayacaklar."
Çekiliyorlar ancak sömürme konusunda aynı fedakârlığı göstermiyorlar.
Ondan vazgeçtikleri söylenemez. Bizatihi ekonomilerinin ivme kazanmaları için buna ihtiyaçları var. Bu tür büyük piyasaların hemen hepsi konvansiyonel ekonomik yapılanmalarının sonuna gelmiş durumda. Üretebilecekleri her şeyi üretiyorlar, satabilecekleri her şeyi satıyorlar. Dikkat ederseniz son dönemlerde sömürge sistemini piyasa üzerinden şekillendirmekten ziyade savaşlar üzerinden şekillendiriyorlar. Dünyanın birçok yerinde çok kontrollü savaş alanları oluşturduklarını düşünüyorum çünkü konvansiyonel ekonomi normal seyri içinde bir yere kadar gidebilir. Oradan sonra gidebileceği yer askeri ekonomi dediğimiz şey. Yani, silah satımı… Bu anlamda baktığımız zaman Batılı ekonomilerin üretebilecekleri, satabilecekleri sınıra doğru ulaştıklarını, bundan sonra da silah satışına yöneldiklerini düşünüyorum. Bu silah satışı ekonomilerini yüzde 1-2 de olsa büyütmelerini sağlıyor. Bu açıdan tek farklı olan bence ABD… ABD hâlâ konvansiyonel sanayinin bir tık ötesine çıkmış durumda. Bilişim, sanayi, endüstri 4.0, Google gibi şeylerle kendi ekonomisini büyütebiliyor ama onun da sınırları gelecek.
Bir makalenizde "Edward Said'in cevapları artık içinde bulunduğumuz çağı açıklamakta yetersiz kalıyor" diyorsunuz. Doğu ile Batı ilişkisinde zaman neleri değiştirdi?
Oryantalizm literatürü dediğimiz şey Edward Said'in de dediği gibi daha çok Doğu'ya karşı bir ilgiyle başladı, Doğu'yu hegemonya altına almayla da bitti. Ama bugün Batı'nın Doğu'yu hegemonyası altına alması çok gerekli bir şey değil. Artık zaten biz, Batı dışı toplumlar olarak kendi kendimizi oryantalize ediyoruz. Batı'nın bizi hegemonya altına almaya çalışmasına gerek kalmadı. Biz kendi içimize Batı'dan bakar gibi bakarak kendimizi her defasında yargılayarak oryantalize ediyoruz. Aslında bunu içimizdeki önden modernleşmiş toplumsal yapılarla gerçekleştirdiğimizi çok rahat söyleyebiliriz. Batı'nın artık bu ülkeleri hegemonya altında tutması için bir şey yapması gerekmiyor.
21'inci yüzyıl, terör saldırıları, işgaller gibi gösterişli hadiselerle açıldı. Sizce zaman nasıl bir dünya düzenini gösteriyor. Düzen ve dengeler ne istikamette değişiyor?
Bence devletler giderek daha da güçlenecek. Batı, bir blok hâlinde güçlenmeyecek. Batı'nın içinde devletler güçlenecek. Genel anlamıyla medeni toplumun birlikteliği söz konusu olmayacak. Bütün eski devlet yapıları kendi kabuğuna çekilecek. İngiltere, Amerika gibi… Kendi güçleriyle bir şeyler yapacaklar. 2000'li yılların başında olan şey biraz daha farklıydı. Bugün Yeni Zelanda'da karşımıza çıkan İslam düşmanlığı dediğimiz meselenin 2001'deki İkiz Kulelerin bombalanmasıyla başladığı ve bundan sonra Müslümanların bütün dünyada sorunlu toplumlar olarak ilan edildiği söyleniyor.
Dünya açısından 2001 bir milat olabilir ama aslında bence bize özgü olarak milat 1999'du. Biz bunu çok fazla hissedemedik. Biz asıl krizi, kendi krizimizi, Avrupa Birliği'ne başvurarak yaşamaya başladık; medeniyet krizi dediğimiz şey o anda karşımıza çıktı. Türkiye AB'ye başvurduğunda Avrupa kültürel anlamda ciddi bir dehşete düştü. Şimdiye kadar bir ekonomik topluluk vardı ve burada Türkiye'nin de bir yeri olmasında sorun yoktu ama ekonomik kulüp değil de bir anayasa istenince işler değişti. Biliyorsunuz AB bir anayasa yaptı ama kabul etmedi. Aslında yaptığı anayasa çok aydınlanmacı bir anayasaydı ama küçük ülkeler bunu kabullenmediler.
Dünya geneline bakarsak zamanın ruhu da böyle bir şey mi?
Bir defa ideolojilerin öldüğünü daha 60'lı yıllarda Amerikan literatürü bize söylemişti. Fakat biz ideolojilerin öldüğünü 90'lı yıllarda fark ettik. 28 Şubat bütün ideolojileri, merkez sağı ve solu darmaduman etti. Bizim elimizde kalan şeyse giderek iki bloğa dönüşmek oldu. Yani, toplum odaklı hareket edenler ve devlet odaklı hareket edenler.
Bu siyaset açısından ne anlama geliyor?
Bugün Türkiye'deki, hatta dünyadaki siyasetin en temel göstergelerinden biri artık ideolojilere dayalı siyasal partinin mümkün olmaması… Bizatihi siyasal parti örgütlenmesi içinde siyaseti yürütmek çok zorlaştı. Bir anlamda icraat üzerinden siyasal partileşme de artık pek mümkün değil çünkü bütün siyasal sistemler biraz başkanlık sistemi gibi işliyor. Dünyanın politik akışı değişti ve bu akışın da en önemli tarafı hız; karar alma mekanizmaları çok hızlandı. Artık iki saatte karar almanız gereken uluslararası sorunlarla karşılaşıyorsunuz. Oysa parlamenter sistem en az iki günde karar verir. Doğru ya da yanlış; o zaman parlamenter sistem içinde olsanız bile iki saatte karar veren ve o kararın arkasında duran kişiler bir şekilde ön plana çıkıyor.
Avrupa'daki krize dönersek sadece siyasi olmasa gerek?
Demografik bir sorun var Avrupa'da. Bunu Doğu Avrupa ile aşmaya çalıştılar ama Bulgaristan'a bakarsanız nüfus 10 milyon civarında. Yunanistan, Romanya keza öyle. Kim gelecek peki? Polonya'da bir nüfus var ama onun dışında Avrupa'da bir nüfus yok. Ne yapmak zorundalar? Akdeniz'in güneyinden ve doğusundan bir şekilde nüfus devşirmek zorundalar. Akdeniz'in doğusunda kamplar oluşturarak oradan seçtikleri adamları getirmek istiyorlar; getirecekler ve getirmek zorundalar. Kendi ekonomilerinin güçlenmesi, büyümesi için buna ihtiyaçları var. Ekonomik-bürokratik akıl bunun gayet farkında. Fakat bürokratik-ekonomik akılla popülizm arasında bir savaş var bütün Avrupa'da.
Peki ya din. Küresel çapta baktığımızda bu faktör ne konuma geldi?
Bizde sıkça yapılan bir tartışma var; "Dindarlık çok arttı" deniyor. Bazıları da diyor ki "Artan dindarlık değil, sekülerlik". Bence dinler giderek kamusallaşıyor, alenileşiyor. Biz bunu dindarlaşma zannediyoruz. Aslında mesele dindarlaşma değil. Mesele, dinin kültürel boyutunun daha görünür olması. Oysa bir anlamda bir inanç olarak din seyreliyor.
Giderek daha fazla seyreliyor ama bir kültür olarak giderek daha sıklaşıyor. İran'da olduğum bir dönemde bir entelektüelle konuşmuştum. Demişti ki, "Burada bir ateist İslam'a küfredebilir ama mollalara asla küfredemez." Demek istediğim böyle bir şey aslında. Zira İslam'ın kendisi değil ama mollaların dini orada kültürel bir yapı oluşturuyor.
Yeni Zelanda'daki son katliamı yapan terörist belki de hayatında hiç kiliseye uğramamıştır. Aynısı Avrupa'da birçok katliamı gerçekleştiren DAEŞ için de geçerli.
Dünyadaki uygulamalara bakılınca bu dinî kültür; İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm açısından baktığınızda bir siyaset hatta terör aracına dönüştürülmeye de müsait görünüyor.
Kültürel boyutuyla evet öyle. Dinin kendisini yaşayan insan için bu söz konusu değil ama kültürel boyutuna dâhil olanlar ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, aslında diğerlerinden çok daha radikal oluyorlar. Radikalizm ya da şiddet dediğimiz şey dinle alakalı değil, sosyolojik bir şey. Sosyolojik zira kültürel dindarlar çok rahat bir şekilde sosyolojik ezilmişliklerin acısını dinin kültürel boyutunu kendine rehber edinerek çıkarabiliyorlar. Şiddetin sosyolojik olması şu yüzden önemli; bunun hangi din olduğu hiç fark etmiyor. "Dünya üzerinde en barışçı din hangisi?" diye sorsanız "Budizm" derler. Ama bu Myanmar'da işlemiyor. Budistleri alın Orta Doğu'ya getirin Orta Doğu'dakiler Budistlerden oluşmuş olsaydı ve o petrolün üzerinde Budistler yaşamış olsaydı biz aslında dünyadaki en radikal grubun Budistler olduğunu söyleyecektik.
Bugün Filistin'de yaşayan birinin dinden dolayı radikalleştiğini söyleyemeyiz, sosyolojinin kendisi zaten radikalleştiriyor. Her gün ailenizden birine haksızlık yapılırsa, eviniz yıkılırsa, gittiğiniz caminin kapısı kapanırsa insanlar bir şekilde isyan eder. O yüzden meselenin dinle alakalı olduğunu düşünmüyorum. Dinin kültürel boyutunun buna bahane olduğunu söyleyebiliriz ama o kadar.
Yeni Zelanda'da gerçekleştirilen terör eylemi sizce nereye oturuyor?
İlk değil biliyorsunuz. Oklahoma'da da benzer bir şey olmuştu. Batı literatüründe tek kişilik eylem ifadesi çokça kullanılıyor. Bugün hâlâ Batı'daki gazetelerin hiçbiri terörist ifadesini kullanmıyor. Hatta "Çocukluğu melek gibi geçmiş biri nasıl bu hâle geldi, kesinlikle psikolojik bir sorun yaşamış olmalı" diyorlar.
Teröristin verdiği mesajlarda önemli yer tutan Hıristiyanlıkla olan bağlantısını da es geçiyorlar.
Onu hiçbir şekilde koymuyorlar. Benim dikkatimi çeken şeylerden biri de şu; Norveç ve Yeni Zelanda birbirine daha çok benziyor, her ikisi de aslında dünya üzerinde en demokratik diyebileceğimiz ülkeler. Norveç'teki (Breivik) kendi toplumunu Müslümanların işgaline karşı uyandırmak için gerçekleştirdiğini söylüyordu. Bu seferki (Tarrant) aslında Müslümanları katlederek, büyük bir vahşet işleyerek kendi toplumunun intikamını aldığını, tarihte yaşananların intikamını aldığını iddia ediyor.
Ama şu var; Hıristiyanlık uzun yıllar kendini tam anlamıyla "sevgi dini" olarak biçimlendirdi ancak Hıristiyan teolojisinde hiç de zannettiğiniz kadar sevgi ve ötekine açıklık söz konusu değil. Bugün Hıristiyan teolojisi üzerinden gerçekten düşünmeye kalksak muhtemelen çok daha radikal, çok daha şiddet unsuru içeren şekilde düşünmemiz gerekir. İncil'i okuduğumuzda, Eski Ahit'i okuduğumuzda şiddet içeren pek çok unsura rastlayabiliriz ama Hollandalı aşırı sağcıların zihninde şiddet kodlaması tamamen Müslümanlara, İslam'a, Kuran'a özgü bir kodlama olarak karşımıza çıkıyor.
Bu son terör eylemindeki kodların Türkiye'yi hedef aldığına yönelik açıklamalar var. Türkiye'ye yönelik derin ve yeni bir stratejinin ilanı mı söz konusu gerçekten?
Şunu düşünüyorum; politik liderlik dediğimiz şey bir toplumu bir yerden bir yere doğru taşıyabiliyor. Bunu biz Balkanlardaki iki mücadelede daha net olarak gördük; biri Bosnalıların, diğeri Arnavutların mücadelesi. Arnavutlar kendi birliklerini sağlayabilecek bir politik lider çıkaramadılar ve Kosova çok daha geç bir şekilde, o da uluslararası dengeler gereğince devletleşebildi. Oysa Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Bosna kendi emeğiyle ve savaşıyla, kendi mücadelesiyle devletleşti. Aralarında en temel fark politik lider farkı… Bosnalıların bir politik lideri vardı, Arnavutların toparlayacak bir politik lideri yoktu.
Türkiye'nin bugün geldiği konum böyle bir şey… Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın toparladığı bu politik liderlik aslında Türkiye'ye bir tür imaj, bir kimlik yarattı. Biz bu kimliğin altını ne kadar doldurabiliyoruz, ne kadar besleyebiliyoruz tartışılır ama politik lider toplumun çok önünde duruyor. Toplumun çok önünde durunca paratoner gibi bütün düşmanlıkları ciddi bir şekilde çekiyor. Hedef alanların gözünde Türk deyince akla ben gelmiyorum, Recep Tayyip Erdoğan geliyor. Bu anlamda baktığımız zaman çok doğal bir şey, paratoner gibi bir şey.
Genel olarak baktığımızda İsmet Özel'in bahsettiği "Kalın Türk", Batı dünyasında düşman imgesi olarak görülür. Onu her kim gerçekleştiriyorsa Batı tarafından düşman ilan ediliyor. Uzun yıllardır Erdoğan nezdinde karşılaştığımız durum da bu. Yeni Zelanda vahşetini gerçekleştiren cani de o zihin yapısında kendini hazırladı. O da Avrupa'daki sıradan bir entelektüel gibi hakaret ediyor. Peki, ne yapması yeterli? Sadece herhangi bir Müslümanı öldürmesi yeterli.
Eyleme baktığımız zaman sanki Haçlı Seferleri'ne öykünen bir zihin yapısı var. Türkiye'nin dışlanması bu sebeple olabilir mi?
Devletler içe kapanıyor. Devletler içe kapanmaya ve savunmaya geçtikçe bir nevi gol yemeye hazır hâle geliyor. Dışa açık toplumlar öteki ile yaşamaya açık olur, içe kapanan bir toplumun böyle bir derdi olmaz. Amerika ve Avrupa'da devletler içe kapandıkça toplumlar da kapanıyor ve Haçlı Seferleri kodlarına dönebilir toplumlar. Haçlı Seferleri içe kapanık bir toplumun getirisiydi. Dikkat ederseniz Haçlılar Doğu'da kaldıkça ve daha çok temas ettikçe daha kültürelleşti. Zihinsel olarak da insanları değiştirdi. Fakat içe doğru kapanan toplum için öteki ile yaşamanın bir anlamı kalmıyor ve öteki düşmanlaşıyor. Bugün bunların sonuçlarını yaşıyoruz. Bence bu son olmayacak çünkü ciddi bir şekilde Avrupa ekonomisi dünyadaki ağırlık merkezini kaybediyor ve içe kapanıyor. Buradan ortaya şiddet çıkar.
Türkiye nereye doğru gidiyor? Ortadoğu'da neler yapılmak isteniyor?
"Medeniyet projesi" dediğimiz şey; Batı'nın kendi medeniyetini Doğu'ya aktarmasıydı. Bu, Batı dışı toplumlar için sekülerleşme, modernleşme ve demokratikleşme anlamına geliyordu. Bu üçüyle herkesin Batılı olacağı bekleniyordu. Bu beklenti ne zaman sona erdi? 1960'lı yılların ortasında sonlandı. O dönemin en önemli isimlerinden biri Samuel Huntington'du. 90'lı yıllarda Medeniyetler Çatışmasını savunan Huntington, o dönemde Batı dışındaki toplumlar için demokrasiyi değil istikrarı savunuyordu. Peki, istikrar neydi? Ordu ve diktatör demekti. Ekonomik pazarın sürekliliğine odaklanmışlardı. Amerika'da Henry Kissinger'ın politikalarıyla somut olarak karşımıza çıktı. Büyük Ortadoğu projesi de medeniyet projesinin devamıydı.
PROF. DR. BÜNYAMİN BEZCİ KİMDİR?
1970 doğumlu Bünyamin Bezci 1992'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını aynı zamanda dil eğitimi de gördüğü Bremen Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde yaptı. 1999'da Sakarya Üniversitesi'nde AB'nin Yerel Yönetimlere Yaklaşımı adlı tezini tamamladıktan sonra Muğla Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2004'te ise Carl Schmitt'in Politik Felsefesi Açısından Modern Türkiye'de Güçlü Devlet Kavramı adlı doktora tezini Uludağ Üniversitesi'nde verdi. Politik sistemler, devlet felsefesi, siyasal partiler üzerine çalışmalara imza atan Bezci, akademik hayatını hâlen Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi ve Diaspora Araştırmaları Merkezi Müdürü olarak sürdürmektedir.