Modern aslında klasikten beslenir. Moderniteyi ortaya çıkaran Batı, moderni geleneğin içinden farklı bir yeni çıkarmak olarak değerlendirdi ve böylelikle kendi klasiklerini sürekli yenileyerek, yeni biçimlerde üreterek geçmişiyle bir kopukluğun oluşmasına izin vermedi. Hatta gerektiğinde geleneğini icat ederek kendi tarihi kültür ve kimliğini eski Yunan'a kadar bağlayarak şanını ihmal etmedi. Türkiye'de ise modernlik, ne yazık ki uzun bir süre gelenekselin reddi olarak anlaşıldı. Geçmişten ve geçmişin tecrübelerinin bugüne uzantısı olan gelenekten kopma ısrarı bazen ağır kişilik tahribatını da beraberinde getirdi. Son 100 hatta 200 yıllık süreçte bu toprakların kodlarına işlemiş olan pek çok kurum değişime, görünmez olmaya ya da ortadan kalkmaya zorlandı. Yeni eğilimler, kanunlar, kurallar, fiilî uygulamalar, politikalarla kültürümüzün kodlarını teşkil eden bu gelenekler ortadan kalkmış gibi görünse de aslında çoğu sadece görünürlükten kalktılar; belki yer altına indiler ama toplumun bağrında gizlendiler. Zamanı gelince yeniden yüzeye çıkmak üzere…
Eski bir yöntembilim
Medrese geleneği
Eski dönemlerimizin eğitim kurumları olan medreseler bize uzun yıllar şu imajla yansıtıldı: "Sarıklı, kara sakallı, çirkin bir hocanın elinde sopa ile yerde diz çökmüş öğrencilere 'kargacık-burgacık' yazılar talim ettiği, anlamsız kelimeleri ezberlettiği, son derece köhne ve ilkel bir eğitim kurumu." Oysa son dönemlerinde sorunlu olsalar da medreseler hem Türkiye hem İslam dünyasının beyni olarak görev yapmıştı. İslam düşünce tarihinde köklü bir gelenek olan medrese geleneği tarihimizde ilk olarak Karahanlılar ile başladı ve aynı dönemde tesis edilen öğrenci bursluluk sisteminin de etkisiyle kısa sürede kurumsallaşarak Anadolu topraklarında eğitimin temeli hâline geldi. Sadece dinî ilimlere mahsus olmayan içinde beşeri ve pozitif bilimleri de kapsayan medrese geleneği esasında her şeyden önce kendine has bir eğitim-öğretim sistemi, bir yöntembilim ve müfredat demekti.
Uzun süre zirve beyinler yetiştiren, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişiminde önemli bir yapı taşı olan ve mantık eğitimine büyük önem veren medrese sistemi zamanla örselenip eleştirilere maruz kaldı. Osmanlı'nın sonunda yozlaşarak sıkıntıya neden olan medreselerin ihya edilmek yerine 1924'te kapatılması da Türkiye'de din ilimlerinde büyük bir boşluğa yol açtı. Önceleri devlet güdümlü bir müfredata zorlanan medreselere bir süre sonra "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile tamamen sırt dönülerek ciddi bir tırpan vuruldu ve bu önemli geleneksel eğitim sistemi tamamen ortadan kaldırılmak istendi. İlim irfan sahibi insanları tanımlayan "mektep medrese görmek" deyimine ilham veren medreseler aleyhlerine propaganda yapılan uzun bir dönem boyunca "kara cehalet" ile özdeşleştirilmekten kurtulamadı. Yerlerine açılan ilahiyat fakültelerini Ali Fuat Başgil şöyle eleştiriyordu: "İlahiyat fakültesi din âliminden çok din tenkitçisi yetiştirir." Devletin yeni paradigması resmî olarak medreseleri ortadan kaldırmış olsa da özellikle dinî eğitim açısından resmî yeni okulları yetersiz gören mütedeyyin kesimler medrese geleneğini gayrı resmî olarak yaşattı. Özellikle resmî ideolojinin daha zor nüfuz ettiği doğu vilayetlerinde Siirt, Nurşin ve Tillo'da medrese geleneği sadece dinî ilimler kapsamında günümüze dek yaşatıldı.
Öz sanatlarımı hor görülürken
Gelenekli sanatlar
Hat, tezhip, kat'ı, çini, minyatür, ebru, ciltçilik, dokumacılık, bakırcılık, keçecilik, kanaviçe, halıcılık, ipekçilik, çömlekçilik gibi sanat ve zanaatlar toplumumuzun geçmiş dönemlerinde artık gelenek oluşturacak kadar damga vurdular. Öyle ki bu sanatların baş tacı olan hat sanatının geleneğimizde ulaştığı seviyeye işaret olarak "Kuran Mekke'de nazil oldu, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı" gibi vecizeler dillere pelesenk oldu. Ne var ki, kimisi zamanın getirdiği yeni teknik ve ihtiyaçların değişmesiyle doğal olarak, kimisi ise kültürel siyasi tercihler nedeniyle ihmal ya da göz ardı edildiler. Sayıları 300'ü bulan geleneksel sanat ve el sanatlarımız içinde ekonomik değerini kaybedenlerin çoğu çoktan yok olup gitti bile. Hat başta olmak üzere sanat boyutu olanlar ise yakın geçmişte özellikle resmî ideoloji ve toplumun ideolojik bir kesimi tarafından özellikle hor görüldü ya da inkâr edildi. Bilhassa 1980'lere kadar ekonomik değerini kaybetmemiş çini ve halıcılık dışında geleneksel ya da gelenekli sanatlarımızın tamamı bir avuç geçmişe saygılı ustanın, kültür aşığının, meraklının gayret ve himmetleriyle icra edildi, toplanıldı ve yaşatılmaya çalışıldı. Tüm reddiye ve ihmallere rağmen klasik sanatlarımız az sayıdaki gönül ve estetik ehli vasıtasıyla unutulmamakta direndi. 1970 ve 80'lerde bir kıpırdama içine giren geleneksel estetik değerlerimiz 90'lı yıllardan sonra hızlı bir yükselişe geçti. Bugün özellikle hat, tezhip, minyatür, çini, ebru gibi sanatlar oldukça revaçta ve binlerce kişi tarafından icra ediliyor. Uzun lafın kısası gelenekli sanatlar direndikçe kazanıyor.
Konservatuara layık görülmeyen öz müziğimiz
Musiki geleneği
"Çok insan anlayamaz bizim musikimizden / Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden."
Yahya Kemal'in bu beyti, öz musikimizin ne anlama geldiğini gayet iyi ifade ediyor. Bununla beraber Orta Asya'dan gelen kopuzla birlikte sistemleşmiş bulunan Türk Musikisi geleneğine her dönem itibar edildiğini söylemek mümkün değil. Bu kültür değeri ve geleneğimizdeki kırılmayı 1934'e kadar götürmek mümkün…
Kendisi de Türk musikisi tutkunu olan ve "Türk musikisi yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi bütün dünyanın anlaması gerektir" sözünün sahibi Mustafa Kemal Atatürk'ün dinlediği bir musiki heyetinin kötü icrası sonrasında söylediği "Bu musiki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır" sözü ne yazık ki kraldan çok kralcılar tarafından bin yıllık Klasik Türk Müziği'nin yasaklanması gibi bir gelenek imhasına yol açacak şekilde yorumlandı. O günlerde bir musiki tartışması açılmakta gecikilmedi ve akıl mantık dışı bir kararla 1934-36 arası Türk müziği radyodan kaldırıldı. Vasfi Rıza Zobu, bir mecliste Mustafa Kemal'in bu durumdan pişmanlığını kendisine bizzat şu sözlerle anlattığını nakleder: "Ne yazık ki, benim sözlerimi yanlış anladılar (…) 'Bizde Türk musikisini milletlerarası bir sanat hâline getirelim!' istedim. 'Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım, sadece garp milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim, yalnız onları dinleyelim' demedim. Yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki ben de bir daha lafını edemez oldum."
Ancak asıl yasak eğitimde çok daha uzun sürecekti. Dönemin Eğitim Bakanlığı da resmî belgelerde "alaturka" olarak anılan Tük müziği eğitiminin yasaklanmasına karar verirken, İstanbul valiliği de bu musikiyi resmî alanlardan yasaklıyordu… Bu yasak, dinî-tasavvufi müziği de kapsayacak şekilde 50 yıl hüküm sürecek ve resmî kurumlar Türk müziğinden ısrarla uzak kalacaktı. Açıkçası kendi öz müziğimiz bir konservatuara bile layık görülmüyordu. Bununla beraber halk kendi öz kültürünün önemli bir unsuru olan musikiden vazgeçmeyecek ve alaturka plaklarla ve gazinolarla, dinî musiki ise eski dergâhların anlayışını yürütmeye çalışan vakıflarda yaşatılmaya devam edecekti. Devletin bu konudaki inadı ancak 1976 yılında açılan bir Türk Müziği Konservatuarı ile son buldu.
Gerçek insna olma okulları
Tasavvuf-Tekke geleneği
İnsanın kendisini/özünü keşfetmesi, bulması, düşkün vasıflardan kurtularak gerçek insan olması, varlığın hakikatine uyanması ve ahlaken yücelmesi hedefini güden eğitim/bilinçlenme anlamına gelen tasavvuf anlayışı esasen 13'üncü yüzyıldan bugüne dek Türkiye'de kurumsallaşarak toplumun tüm kesimlerine temas eden derin bir gelenek oluşturmuştu. "Kendini bilen Rabbini bilir" sözü uyarınca öz benliğini keşfeden insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir irfani eğitim yolu olan tasavvufun ehil ellerde icra edildiği ve insanları kucakladığı yerler olan tekkeler de sadece Türkiye'de değil İslam coğrafyasında toplumun tüm kesimlerini kucaklayarak vazgeçilmez kurumlara dönüşmüştü. Bu anlamda hem Türk hem İslam toplumlarının en derin ve temel geleneğine dönüşmüşlerdi. Öyle ki sadece payitaht İstanbul'da 20'nci yüzyıla gelene kadar 400 tekke hizmette bulunuyordu. Zaman içinde tekkelerin bir kısmında görülen yozlaşmalar bu kurumları ehliyetsiz kişilerin elinde yozlaşmaya sürükledi ve birer tasavvuf okulu olan tekke ve dergâhların itibarına da gölge düşürdü.
Bu itibar kaybı sahih bir şekilde işleyen tekkeleri de etkiledi ve 1925 senesi, tasavvuf akademileri olan tekkelerin resmî anlamda sonu oldu. "Türkiye Cumhuriyeti artık şeyhler, dervişler ve müritler memleketi" olamaz denilerek 30 Kasım 1925'te kapatıldılar. Yozlaşmış ve ehliyetsiz tekkelerin yanında sahihlerin de yandığı bu yasaklama dönemi 8 yüzyıllık bu geleneği toplumun tümünün nazarında sıfırlamaya yetmedi hâliyle. Tabii ki arada oluşan boşluk dolayısıyla zaman zaman ehliyetsiz, dengesiz ve ölçüsüzlerin de arz-ı endam etmeye başladığı bu alan 28 Şubat süreci gibi dönemlerde siyasi mühendislik ve manipülasyonlara maşa da edildi. Ancak sahtelerinin yanında sahih tasavvuf ve tekkeler 80 yıla yakın bir süre boyunca hizmetlerine gözlerden ırak şekilde devam ederek manevi gelişme peşinde koşan taliplere sessiz sedasız ulaşmayı sürdürdüler.
Edeple gelen lütufla gider
Türbe ve türbedarlık geleneği
Türbeler, türbedarlık ve türbe ziyaretleri günümüzde oldukça revaçta. Hâlen toplumsal hayatın bir kenarında yaşamakta olan bu gelenek Türklerin sadece İslamiyet dönemine ait değil, kökleri çok daha eski dönemlere dayanıyor. Ataları adına "kurgan" adı verilen büyük kabirler yapan kadim Türkler, kurganlara ihtimam gösterir hatta bu kabirlere yapılan saldırıları savaş nedeni dahi sayarlardı. Dolayısıyla kurgan denilen türbeler ve bunları koruyup hizmet eden türbedarlık Türklerin daha şaman ya da kaman dininde oldukları dönemlerde revaçtaydı. Bu gelenek İslamiyet'e geçişle son bulmadığı gibi sonraki tüm kültürlerde daha görkemli mimari üsluplarla geliştirilerek sürdürüldü. Türbeler ve türbe ziyaretlerinin dinî açıdan ne kadar caiz olduğu hâlen oldukça tartışmalı bir konu ancak ne var ki bu somut olarak varlığını sürdürmeye devam eden bir gelenek. Cumhuriyet döneminin tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunu türbeleri de yasaklamış ve türbedarlık benzeri payeleri kaldırmıştı. Ancak bu kanun yürürlüğe girmesinden sonra yapılması muhtemel türbeleri önleyebildi, geçmişten intikal eden türbeler ise halk arasında gördükleri hürmete binaen varlıklarını ve popülerliklerini korumayı sürdürdüler. Modern dönem elitinin hor görmesine aldırmayan halk kesimleri, Osmanlı döneminde de itibar gösterilen türbelere olan ilgisini kesmedi. Hatta türbelerin kapatılmasına tepki gösterdi. Bu tepki diğer türbelerin yanında büyük ve tarihi şahsiyetlerin türbelerinin de kapatılmasına yol açan kanunun 1946'da esnetilerek tarihi şahsiyetlerin türbelerinin yeniden açılmasına yol açtı. Batıl ya da hak olsun halkın büyük kısmı yeni türbe yapılmasına izin verilmese de eski türbeleri ziyaret ve koruma geleneğinden vazgeçmediği gibi türbedarlık geleneği de yıllar boyu gönüllü şahıslar tarafından sürdürüldü ve sürdürülüyor.
Hurdaya çıkarılan 600 yıllık geçmiş
Arşiv geleneği
Arşiv bir milletin geçmişi, hafızası, kültürü, medeniyetinin korunması ve ayakta tutulması anlamına geliyor. Arşivlerinin büyük kısmı bugün bile el değmemiş hâlde bekleyecek kadar geniş olan Osmanlı'da arşivcilik aslında tüm resmî belgelerin, kitapların saklandığı Uygur Türklerinden beri gelen, Selçuklu'da süren bir geleneğin zirveye çıkmış hâliydi. 600 yıllık Osmanlı varlığının en güçlü yanı ve devletin ayakta kalmasının da en önemli unsurlarından biriydi arşiv geleneği. Devletin ilk dönemlerinde başlayan resmî belgelerin korunması özellikle İstanbul'un fethinden sonra genişleyerek tam anlamıyla kurumsallaşan bir devlet geleneğine ve milyonlarca vesikanın yüzlerce yıl boyunca korunduğu bir imparatorluk arşivine dönüştü. Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne devrolunan yaklaşık 150 milyonun üzerindeki arşiv belgesi işin boyutları hakkında fikir verebilir. 40'ın üzerinde ülkeye ait evrakın da bulunduğu bu arşiv, ne yazık ki önemli bir kıyımın da kurbanı oldu. Cumhuriyet döneminin başlarında yönetimde söz sahibi olan kadroların ve kadrocuların sırtını döndüğü sayısız geleneksel ve kültürel varlıktan biri de 600 yıllık arşivlerimiz oldu.
Arşiv bir milletin geçmişi, hafızası, kültürü, medeniyetinin korunması ve ayakta tutulması anlamına geliyor. Arşivlerinin büyük kısmı bugün bile el değmemiş hâlde bekleyecek kadar geniş olan Osmanlı'da arşivcilik aslında tüm resmî belgelerin, kitapların saklandığı Uygur Türklerinden beri gelen, Selçuklu'da süren bir geleneğin zirveye çıkmış hâliydi. 600 yıllık Osmanlı varlığının en güçlü yanı ve devletin ayakta kalmasının da en önemli unsurlarından biriydi arşiv geleneği. Devletin ilk dönemlerinde başlayan resmî belgelerin korunması özellikle İstanbul'un fethinden sonra genişleyerek tam anlamıyla kurumsallaşan bir devlet geleneğine ve milyonlarca vesikanın yüzlerce yıl boyunca korunduğu bir imparatorluk arşivine dönüştü. Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne devrolunan yaklaşık 150 milyonun üzerindeki arşiv belgesi işin boyutları hakkında fikir verebilir. 40'ın üzerinde ülkeye ait evrakın da bulunduğu bu arşiv, ne yazık ki önemli bir kıyımın da kurbanı oldu. Cumhuriyet döneminin başlarında yönetimde söz sahibi olan kadroların ve kadrocuların sırtını döndüğü sayısız geleneksel ve kültürel varlıktan biri de 600 yıllık arşivlerimiz oldu.
Anadolu'ya has ahlaki sosyoekonomik sistem
Ahilik
"Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız, Hazret-i Selman-ı Pak'tır pirimiz üstadımız" diyen ahilik her ne kadar bir esnaf örgütlenmesi olsa da bu esasen altında namus, erdem, alın teri, kanaat, diğerkâmlık, dürüstlük ve çalışkanlığın yattığı bir ahlak ve bir gelenektir. Zengin-fakir ayrımı yapmayan ahilik; çalışmak, üretmek ve alın teri ile kazanıp kimseye muhtaç olmamak ahlakıdır. Bu sebeple herkesin bir mesleği, işi, sanatı ya da zanaatı olmasını gerekli kılar.
Ahi Evran Veli'nin 13'üncü yüzyılda kurduğu Ahilik, Anadolu'nun vatanlaşmasında ve Osmanlı Devleti'nin kurulmasında büyük rol oynayan dinî, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi boyutları olan Anadolu Türklerine has bir sistem olarak tarif ediliyor. Bu sistem gelenekleşerek 16'ncı yüzyılda bir esnaf teşkilatlanmasına dönüşmüş olsa bile özünde esnafından kadısına, devlet adamından müderrisine toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir anlayış yatıyor. İnsanı eşref-i mahlukat olarak gören ve insanlara ayrım yapmadan hizmet ve iyilik etmeyi düstur edinen bu sistemleşmiş gelenek içerisinde bireyler yamak, çırak, kalfa, usta eğitimlerinden geçtiği gibi tekke ve zaviyelerde de hem ahlaki hem de görgü ve beceri açısından türlü zanaat ve sanatta eğitiliyordu. Selçuklu ve Osmanlı iktisadi hayatının belkemiğini teşkil eden ahiler ayrıca kurdukları vakıflarla fakir, garip, kimsesiz ve yolcuları koruyor, savaşa gidenlerin ailelerine bakıyor, zarar edenlere yardım ediyorlardı. Kısacası toplumsal bir geleneğe dönüşmüş ve amacı bireyin değil toplumun topyekûn kalkınması olan ahilik ahlakın ve erdemlerin birleştiği bir sosyal iktisadi sistemdi. 19'uncu yüzyılla birlikte yabancıların iç ticarette artan etkinliği, tekelleri ele geçirmeleri ile zayıflayan ve Baltalimanı Anlaşması ile sona ermesi öngörülen bu sistem günümüzde Anadolu'da kimi esnaf tarafından ahlaki veçheleri ile yaşatılmaya, canlandırılmaya çalışılsa da şimdiki varlığı daha ziyade folklorik bir öge seviyesinde.
Kurumsallaşmış hayrın abidesi
Vakıf geleneği
Osmanlı için "vakıf medeniyeti" de denir. Osmanlı topraklarında vakıf sayısının 35 bini bulduğu tahmin ediliyor. Bu rakam göz önüne alındığında "vakıf medeniyeti" tabiri abartılı görünmüyor. Bir malı insanların hayrına yönelik olarak bir amaca tahsis etmek, ferdi mülkiyetten çıkararak "Allah'ın mülkü" kabul etmek ve hayrı kurumsallaştırmak bu toprakların en yerleşik geleneklerinin başında geliyor. Hayırda yarışanların kurduğu vakıfların sayısının yanında oldukça ilginç amaçlarına da bakınca insanın hayrete düşmesi işten bile değil. Eğitimden sosyal yardımlaşmaya, sağlıktan halka su sağlamaya, hamam hizmetlerinden bayındırlık işlerine, camilerden bedestenlere kadar bir toplumun tüm temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik vakıfların hepsi fazlasıyla kurulduğu için bu durum vefatlarından sonra da ecir kapısını açık tutmak isteyen hayırseverleri akla hayale gelmedik hayır kapıları açmaya sevk etmiş. Her mahallenin ihtiyaç ve işlerinin bile o mahalleye özgü bir vakıf tarafından karşılandığı bu medeniyette; leyleklerin beslenmesi, sokakların ve duvarların temiz tutulması, meyve ağaçları dikilmesi, köprülerin sel zararlarından korunması, savaşa giden askere iyi atlar temin edilmesi, Van Gölü'nde acil yardım gemisi dolaştırılması, herkesin meyve yiyebilmesi için meyve bahçeleri, borç yüzünden hapse düşenlere yardım edilmesi, ümmet-i Muhammed'in rahat nefes alması için bahçe tahsis edilmesi, Recep ayında helva dağıtılması, öğrencilere pabuç parası dağıtılması, yaz mevsiminde halka soğuk su dağıtılması, yaralı göçmen kuşlara bakım yapılması gibi türlü amaçlar için kurulan vakıflar herkesin malumu. Aralarında İslam'a ihtida eden gayrimüslimlerin gıda ve giysi ihtiyacını, sünnet edilmelerini, namaz kılacak kadar Kuran öğrenebilmelerini sağlamak için gerekli masrafları karşılayanların da bulunduğu bu vakıflar hayrın yanında Anadolu'nun İslamlaşmasında da kolaylaştırıcı bir unsur teşkil ediyordu. Öyle ki Osmanlı devri vakıfları devletin toplam gelirinin üçte birine tekabül ediyordu.