Ekrem Demirli: Bir gelenek eleştirisi olarak tasavvuf

Bir gelenek eleştirisi olarak tasavvuf
Giriş Tarihi: 16.01.2019 10:35 Son Güncelleme: 16.01.2019 10:35
Tasavvufun dini hayata ve düşünceye getirdiği en önemli bakış açısı; Allah'ın bir özne olarak hayatın merkezine yerleşmesi meselesi! Aslında ahlakın maksadı da budur çünkü ahlak bize varlığın kendisi olan Allah'ı tanıyabileceğimiz yolu gösterir.

"Siz ilminizi fanilerden alıyorsunuz; biz ölümsüz el-Hay'dan alıyoruz." Bayezid-i Bestami

Müslüman toplumlarda "din" bahsi konuşulurken üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri din ile geleneğin karmaşık ilişkisidir. Din ile gelenek birbirinden tamamen ayrı olsaydı işimiz kolay olabilirdi lakin Müslümanlığın kurucu unsur olduğu gelenekler dâhilinde dinin yerini belirlemek veya din ile gelenek ilişkilerini konuşmak kolay değil. Günlük hayatta bir insanın müspet hâlinden bahsederken "dinine, gelenek ve göreneklerine bağlı insan" deriz. Birçok deyimde din ile gelenek birbirinin mütemmim cüzüymüş gibi zikredilir; geleneklere karşı çıkmak veya onları eleştirmek dine karşı çıkmak gibi görülür. "Gelenek ve din" denilirken "ve" edatı iki farklı şeyi birbirine bağlarken zihnimizde bir çelişki de oluşmaz. Modernleşme sürecinde Müslüman aydınların bir kısmı gelenek ile dini ayrıştırarak geleneğe karşı eleştirel bir tutum takındı. Bu yaklaşıma göre dinin kendisi ilerlemeye engel olarak görülemez ancak Müslüman toplumlarda din, geleneklerin etkisi altında hakiki anlamını yitirerek özünden uzaklaştı. Hâlihazırda din ile ilerleme arasındaki çelişki geleneğin din üzerindeki güçlü etkisinin delilidir. Dini geleneklerden ayrıştırabilirsek, hem dini tarihin tozundan arındırıp özüne döndürmüş olacağız hem Müslümanların ilerleme sorununu daha dikkatli bir şekilde tahlil etmiş olacağız.

Gelenek ile din arasındaki bu çelişkinin sadece modernleşme sürecinde fark edildiğini söylemek doğru olmaz. Vakıa Müslüman toplumlarda âdetler ve gelenekler ile din arasında ciddi sorunlar olagelmişti. Bu itibarla gelenekler dinin farklı şekillerde yaşanmasına zemin teşkil etmişken din de geleneğe bir güç kazandırmıştı. Bununla birlikte gelenek diye isimlendirebileceğimiz bir değerler kümesi ile din arasında çatışma alanlarının bulunabileceği de aşikârdır. Bu itibarla çağdaş dönemlerde ortaya çıkan eleştirileri -maksatta farklılık bulunsa bile- İslam toplumlarında bir gelenek ve din çelişkisinin yer aldığını hatırlamak gerekir. Modernleşme sürecinde din ile gelenek arasındaki ilişkilerde sınır belirsizleşir; dinin temel naslarına dönmek amacı taşıyan gelenek eleştirisi sınırlarını aşarak dinin muhtemel yorumlarını batıl ve geçersiz addederek dinî hayatı tezyif eden bir noktaya varır. Daha önce benzer bir süreci yaşayan Hıristiyanlık hakkındaki bir değerlendirmeden hareketle bu eleştirilerde "daha kısa bir din" arayışı bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda İslam'ın şu veya bu şekilde ortaya koyduğu pek çok kavram, düşünce veya kurum tahrip edilerek İslam'ı modern dünyaya karşı daha edilgen yapmanın yolu açılmıştır.

Tasavvuf ve dini, tarihin yükünden arındırmak

İslam'da düşüncenin yenilenmesini savunan hemen bütün düşünürlerde ciddi bir gelenek ve geleneksel din bilimleri eleştirisi iddiası yer alır. Hasan-ı Basri'nin Kader Risalesi ile onun fıkıh eleştirisine, oradan fıkıh ve kelamdaki bazı kurucu düşünürlere kadar pek çok kişide bu yaklaşımı fark ederiz. Hemen hepsi din bilimlerinin kazandığı yapıları eleştirerek asr-ı saadetteki duruma dönmek ister. Görece daha sistematik eleştiriler İmam Gazali'nin eserlerinde yer alır. Gazali'nin eleştirilerinin felsefe ve akılcı geleneklerle hatırlanması dinî düşüncenin temel sorunlarını ve gelenekle ilişkilerini tespitte ciddi bir engeldir.

Gazali'nin Makasıd , Tehafüt ve Munkız gibi eserlerinde beyan ettiği düşünceler kelimenin teknik anlamıyla bir metafizik eleştirisidir, bunda kuşku yok. Bununla birlikte Gazali'yi bu eleştirilerle birlikte büyük bir krizin içine düşüren geleneksel din bilimlerinin yaşadığı sorunlardı. Doğu Akdeniz'e yerleşme süreciyle birlikte din bilimleri teşekkül etmeye başlamış, bilgi, ahlak ve inanç konularında ciddi ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Gazali beş asırlık Müslüman toplumun bilim anlayışının yetersizliğini kavrayarak bir geleneğin yetersizliğini ikrar etmekle bize çok önemli perspektif kazandırdı. Onun meşhur kitabının diliyle söylersek gerçekte din bilimleri ölmüştü ve onları "ihya etmek" gerekiyordu. Bu "ölüm"ün nedenlerinden biri zaman içinde oluşan gelenekler ve âdetlerin bilimlerdeki etkisidir. Dinî geleneğin bozucu etkilerine karşı savunmak ve dinî düşünceyi güçlendirmek Müslüman düşünürlerin ana meselesiydi. İslam'da "ihya" ve "tecdit" diye isimlendirebileceğimiz hareketlerin ana düşüncelerini tespit etsek, akla ilk gelecek hususlardan biri gelenek karşısında dinin etkinliğini korumak olabilir. Gazali'nin tasavvufa yönelmesi onun din ile gelenek hakkındaki görüşlerini anlamaya yardımcıdır çünkü Gazali'nin ölü saydığı din bilimlerine tasavvuf, başından beri ciddi eleştiriler yöneltmiş, gelenekleşmeye karşı şiddetle direnmişti. Mutasavvıfların eleştirileri daha sistemsizdi fakat kullandıkları dil ve bunun için takip ettikleri yol daha etkili idi. Bu nedenle de hiç kimse onlar kadar etkili eleştiriler getiremedi.

Dinamik Allah-insan ilişkisi

Bu meyanda akla birkaç husus gelir: Birincisi; tasavvuf dinî hayatın merkezinde Allah'ın olduğunu kabul ederek dinî hayattaki bozulmayı ilk fark eden ekollerin başında gelir. Müslümanlıkta dinî hayat Allah'ın varlığı sorunundan değil, tevhit ilkesinden hareket eder. Allah'ın birliği (tevhit) evvelemirde putperest inançların veya ikici (düalist) tanrı telakkilerinin reddi demekti. Müslümanlar tevhit ilkesini geniş çerçevede ele alarak başka bir noktaya vardılar. Bu yorumla tevhit, Allah ile âlem ilişkisini birlik lehine çözümleyen bir düşünceler bütünü hâline gelerek âlemdeki nedenselliği reddeden bir anlam kazandı. Allah'a dair böyle bir inanç günlük hayatta dindarca bir dili inşa etmiştir. Bu dil Allah'ın bir özne olarak hayatımıza yerleşmesini ve günlük hayattaki fiillerde fail-i mutlak olarak tecelli etmesini anlatır. Biz ibadetlerimizi Allah için yaparken aynı zamanda namazda O'nun huzurunda durur, hacda O'nun evini tavaf eder, zekât ve sadaka verirken Rahman'ın eline tevdi ederiz. Bu itibarla zekât ve sadakalardan söz eden ayetlerde Allah'a karz-ı hasen (karşılıksız, Allah rızası için verilen) vermekten bahsedilir. Hadislerde de dinamik bir Tanrı-insan ilişkisinden söz edilir. Hasta ziyaretinden söz eden hadislerde Allah'ı hastanın yanında bulmak ziyaretin maksadı sayılır; bir yoksulu giydirmek veya dilenciye istediğini vermek Allah'a borç vermek sayılır. Ayet-i kerimelerde Allah'ın kulununa yakınlığından söz eden ifadelerde şah damarından yakınlıktan söz edilir. Velhasıl dindarlık dinamik bir Allah-insan ve evren ilişkisi üzerine kuruluydu. Bununla birlikte zamanla Allah'ın yerini O'nun şeriatı alarak dinamik ilişki "ertelenmiş bir buluşmaya" yerini bıraktı başka bir anlatımla artık muhatabımız şeriat kuralları idi ve Allah ahiret hayatında kurallarla ilişkimize göre bize muamele edecekti. Müslümanlar günlük hayat dilinde Allah'ın etkin varlığına işaret eden dili bir ölçüde korudular ancak bu dinamik Tanrı anlayışının yerini kurallar, bir emir ve yasaklar manzumesi alınca iş başka noktaya döndü. Allah'tan söz etmek O'nun kurallarından söz etmekti. Allah ise ahirette bu kurallar karşısındaki tutum ve davranışlara göre hesap verilecek bir kadı veya hâkim sayıldı. Dinî hayatta ortaya çıkan en ciddi kırılmalardan biri budur: Muhtemelen asr-ı saadet ile sonraki nesilleri ayıran nokta da buradadır: Dinamik bir Allah-insan ilişkisini şeriat ile daraltarak dini Allah ile ahirette kavuşmaya hazırlanmak şeklinde mütalaa etmek! Dinî bilimler de buna göre tanzim edilecekti. Allah hakkındaki bilgilerimiz O'nun şeriatını bilmek ile sınırlı idi. Bu noktada Mutezile'nin insanın özgürlük anlayışı ile bu özgürlük anlayışının iktiza ettiği vaat ve vait ilkesi belirleyici rol oynaşmıştır. Mutezile insana özgürlük alanı açabilmek için Allah'ın etkin ve müdahaleci var oluş tarzına mukabil insanın etkinlik alanını genişleten bir varlık anlayışını savundu. Bazı Müslüman guruplar ise başka nedenlerle bu bakış açısını kabul ettiler. Her hâlükarda Müslüman bilim geleneği diyebileceğimiz bilgi ve ahlak anlayışı bu istikamet üzere şekillendi.

Tasavvufun itirazı

Tasavvufun ilk ciddi itirazı bu bilim anlayışına karşı tekrar Allah'ın fail ve özne olarak bulunduğu din anlayışına yönelmekte ortaya çıktı. Bayezid-i Bestami; "Siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz, biz ise diri olan Hay'dan alıyoruz" derken bu çelişkiye dikkati çekti. Bayezid'in sözünün o dönem ve belki sonrası için anlamı yoktu, bu nedenle de "şatahat" (manevi sarhoşlukla söylenen sufi sözleri) sayılacaktı çünkü artık böyle bir bilgi dinî hayattaki önemini yitirmiş, bilgiler naslardan belirli bir usule göre "istinbat" edilen metin bilgisi olarak görülüyordu. Hâlbuki Kuran-ı Kerim'de pek çok ayet Allah'ın öğreticiliğini anlatır: "Takva sahibi olursanız Allah size öğretir." Bestami'nin eleştirisi bize önemli bir noktayı hatırlatır. Daha doğrusu daha geniş bir eleştirinin bir bölümünü anlamamızı sağlar. O hâlde sufilerin geleneksel din bilimleri anlayışına yönelik eleştiri getirdikleri hususlardan biri merkezâ Allah anlayışına dönülmesi bahsidir. Hz. Peygamber'in sözlerinde ve bilhassa dualarında geçtiği hâliyle bir Allah ve insan ilişkisi üzerinde dinî hayat tesis edilerek gizli ve açık deizmin önüne geçmek sufilerin en önemli hedefiydi. Buradan hareketle tasavvuf geleneğinin en önemli yönünü "güçlü ve etkin bir Allah anlayışı" olarak belirlemek mümkündür.

Sufiler bu anlayışı tesis ederken çok önemli bir meseleye daha dikkat çektiler. Bunu ikinci temel eleştiri alanı olarak görebiliriz. Tanrı hakkındaki bu güçlü telakkiden hareketle, öte dünya hayatı (ahiret) ile dünya arasındaki mesafeyi kapatarak ölümü hayatı anlamanın vasıtası hâline getirdiler. Hz. Peygamber sahabeden Haris'e "Nasıl sabahladın" diye sorunca "Hakiki mümin olarak sabahladım" diye cevap vermiş. Bunun üzerine "Hakiki mümin olmanın alameti nedir'" diye sorulunca "Sanki Allah'ın huzurunda insanlar hesaba çekiliyor görmekteyim" diye cevap verir. Bu hadisteki imanın hakikati tabiri daha sonra şeriat ve hakikat şeklinde ortaya çıkacak ayrımların referans noktalarından biri olacaktı. Bir sufi, tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân (zamanın ve mekânın dürülmesi) nedir diye sorulunca "Ahiret ile dünya arasındaki mesafenin ve zamanın dürülmesidir" diye cevap verir. Bu bakış açısı dinî bilim geleneğinde ortaya çıkan sorunların aşılmasında hayati öneme sahiptir. Üstelik bu bakış açısı sufilere ahlaki olarak çok güçlü bir zemin verirken aynı zamanda ibadet hayatı ile marifet ve irfan arasındaki irtibatı kurmalarını da sağlamıştır.

Tasavvufun dinî hayata getirdiği bakış açısının en önemli neticelerinden biri marifet merkezli bir anlayışı şekillendirmesiydi. Hiç kuşkusuz marifet anlayışlı dinî hayat teklif merkezli geleneksel din bilimlerinin dini hayat telakkilerinden bütünüyle kopmaz. Bu yönüyle sufiler için dindar insan "yükümlü insan" demekti. Bununla birlikte teklif merkezli dinî hayat insanın evrenle ilişkisini sınırlarken Tanrı ile irtibatı "vazifeleri ifa" sınırında tutuyordu. Bunun neticelerinden biri, ahiret hayatını kâr-zarar ilişkisi şeklinde görerek dinî hayatı dünya hayatının tecrübe ve bilgisine göre yorumlamak idi. Sufiler ise marifet merkezli bir anlayışı kabul ederek bunu temelden olmasa bile önemli ölçüde değiştirdiler. Artık Allah, ahirette kavuşacağımız "hâkim" olmanın ötesine geçerek her an huzurunda bulunduğumuz ve sürekli kendisini tanımak yolunda olduğumuz mutlak hakikattir. Tasavvufun dinî hayata ve düşünceye getirdiği en önemli bakış açısı budur: Allah'ın bir özne olarak hayatın merkezine yerleşmesi meselesi! Aslında ahlakın maksadı da budur çünkü ahlak bize varlığın kendisi olan Allah'ı tanıyabileceğimiz yolu gösterir. Bu sayede insan Allah'ı tanır, Allah'ı tanıdıkça kendini ve tabiatı yeni bir gözle tanır. Teklifin marifete evrilmesi bu sayede mümkün olabilirdi.


BİZE ULAŞIN