Modern insanın gelenekle ilişkisi sorunlu bir ilişkidir. Weber'in ifadesiyle artık "büyüsü bozulmuş" bir dünyada yaşıyor modern birey. Doğa kanunlarının keşfi, dünyayı dinî veya geleneksel motiflerle açıklama biçimine son vermiş, "Tanrı"nın merkezde olduğu dünya tasavvuru yerini "insan" merkezli bir tasavvura bırakmıştır. Böylece, gelenekten bir kopuş olarak ortaya çıkan modernite, dinle olan hesaplaşmasında geleneğin de içinde olduğu "eski"yi temsil eden her şeyi reddederek işe başlamıştır.
Batı'nın kendi tarihsel tecrübesi içinde anlamlı olan bu tavır, Batılılaşma sürecinde ne yazık ki bütün İslam dünyasında olduğu gibi bizde de benimsendi. Geçtiğimiz yüzyılda, Batı karşısında geri kalmışlığın sorumlusu olarak görülen gelenek değersizleştirilerek, öze dönüşün ancak dine sonradan dâhil olan ve bid'at teşkil eden geleneklerin ayıklanması ile mümkün olacağı ileri sürüldü. Bu tez, dinlerin başlangıçta içine doğdukları gelenekle (atalar dini) mücadele ile işe başladığı ve hâkim kültürün (toplumsal alışkanlıkların) peygamberlerin ilk mücadele alanı olduğuna dair haklı gerekçelere dayandırıldı ancak cahiliye âdeti olarak kabul edilenler dışında kalan ve dinin temel kuralları ile çelişmeyen gelenek ve kültürel unsurların din tarafından kabul gördüğü hususu dikkatlerden kaçtı. Geleneği itibarsızlaştıran bu tutumun -bilhassa geleneğin dinle ilişkisini hesaba kattığımızda- belirli düzeyde vahiyle kurulan bağı zayıflattığını da söylemek yanlış olmasa gerektir.
Geleneğin yeniden keşfi
İçinde bulunduğumuz yüzyıl ise geleneğin yeniden keşfine sahne oldu. Din ve gelenek karşıtlığından beslenen modern düşünce, eskiye/geleneğe ait olanın tümüyle korunması/sahip çıkılması gerektiği şeklindeki karşı hareketi doğurdu. Başlangıçta modern olanın, yeni kurum ve değerler üreterek geleneği devre dışı bırakacağına olan inanç, geleneksel olanın beklenmedik direnci karşısında -bilhassa postmodern eleştirinin de katkısıyla- yerini bu ikisi arasında bir uzlaşma zemini oluşturma arayışına bıraktı.
Modernin yol açtığı anlam krizini geleneğe dönmekle aşma çabasında olan sosyolojik anlayışların bize ulaşması ancak 20'nci yüzyılın sonlarına tekabül edebilmiştir. Post-modernitenin, moderniteye yönelik eleştirileri ve modernitenin dikotomik (kopuk) ve çatışmacı yapısına karşılık çoğulculuk ve yerelliğin tanınması talebini yüksek perdeden dile getirmesi, bizde de mevcut dayatmacı ve monist tahakküm karşısındaki muhalif seslere cesaret verdi.
Küreselleşen dünyada yok olmaya yüz tutmuş yerel geleneklerin canlandırılmasına yönelik talep ve teşebbüsler ne kadar başarılı olur bilinmez ama yaşanan hızlı toplumsal değişim karşısında insan için savrulmalardan koruyucu bir tutamak, sığınılacak bir liman arayışına hizmet ettiklerini söyleyebiliriz.
Burada öncelikle geleneği, sosyolojik anlamda, yani Kubbealtı Lugati'nin tanımlamasıyla "asırlar boyunca nesilden nesle geçerek gelen ve bir topluluğun fertleri arasında sağlam bir bağ, ortak bir ruh meydana getiren her türlü âdet, alışkanlık, davranış biçimi ve kültürel değerler, örf, anane" olarak ele aldığımızı belirtmeliyiz. Bu ortak değerler, alışkın olduğumuz toplumsal normlar, gündelik hayatta nasıl davranacağımızı belirleyerek toplumla kurduğumuz ilişkiyi belirli bir düzeyde tutmamıza yardımcı olurlar.
Hangi gelenek?
İnsan, alışkanlıklarından kolay vazgeçemez. Gelenekler, toplumsal alışkanlıklar olmaları hasebiyle o toplumu oluşturan bireyler için aynı zamanda bir konfor alanı sunar, toplumsal dayanışma ve beraberliğin yanı sıra meşruiyet de sağlarlar. Nesiller boyunca devam ederek yerleşik uygulamaya dönüşmüş olan değer ve davranış kalıpları, topluluk içindeki bireyleri belirsizlikten korur.
Edward Shils'in ünlü "Gelenek" makalesinde "zamana dayalı bir zincir" ve "benimsenerek intikal ettirilen temalar konusundaki bir varyasyonlar serisi" şeklinde tanımladığı gelenekler, nesilden nesle intikal yoluyla süreğen hâle gelir. Bir şeyin gelenek hâline gelebilmesi için en az üç nesil boyunca intikal etmesi gerektiğini belirten Shils, bir geleneğin bu intikal zinciri boyunca bile bazı değişmelere maruz kalma ihtimali olduğunu söyler. Böylelikle geleneklerin sabit ve değişmez şeyler olmadığını, zaman içinde tabii bir şekilde değişime uğradıklarını dile getirir. Geleneklerin hem ortaya çıkma hem de değişim sürecinde insan faktörünün önemine de değinen Shils'e göre gelenekler bağımsız şekilde kendilerini yeniden üretemezler; onları bilen, yaşayan insanlar tarafından hayata geçirilirler veya değiştirilebilirler. "Gelenekler, sahipleri onları temsil etmekten vazgeçtikleri ya da onları benimseyen ve yeniden hayata geçirerek yaygınlaştıranlar artık başka yaşama çizgilerini tercih ettikleri için veya gelenekleri temsil eden yeni kuşaklar başka gelenekler buldukları ya da benimsedikleri standartlara göre daha fazla kabul edilebilir nispeten yeni inançlar buldukları için bağlılarını kaybetmeleri anlamında çürürler."
Burada dikkati çeken iki önemli tespit var: İlki geleneklerin yaşaması ve sürdürülebilirliğinin, bağlılarının sadakatine ve sahip çıkmasına bağlı oluşudur.
Gelenek, tarihsel bir tecrübedir, sürekliliği sağlar. Süreklilik duygusu ise, kuşaklar arasında ortak bir bağın varlığına yol açar. Bu ortak bağın devamlılığı, kuşaklararası aktarımın devamlılığı ile mümkündür. Geleneği oluşturan davranış, değer veya tutum aktarılamadığı, yeni nesil tarafından benimsenmediği takdirde unutulmaya yüz tutar. Bu da geleneğin kaybı sonucunu doğurur.
İkinci husus ise, geleneklerin değişime açık oluşudur. Konumuz açısından kritik olan soru işte bu "değişim" meselesidir. Geleneğin içinde bir dil, bir inanış biçimi, bir dünya tasavvuru mündemiçtir. Gelenek değiştiğinde o dil, o tasavvur ve inanış biçimi de değişime uğrar.
Gelenek-toplumsal değişim
Toplumsal değişimin hızı ve yönü, genellikle değişim karşısındaki tavrı da belirler. Değişimi mutlak kabul edip hemen uyum sağlamak gerektiğine ilişkin tutumla, değişimi reddeden iki uç tutum arasında farklı düzeylerde olumlayan veya direnen yaklaşımlar yer alır. Burada belirleyici olansa çoğunlukla değişimin nasıl algılandığı ve neyi hedef aldığına dair inanıştır.
Değişimin toplumun temel kurum ve yapılarına yönelik etkileri hissedildiğinde, değişime karşı direnç ihtimali artar. Aile, gelenek, din gibi toplumu oluşturan değer ve kurumları hayati önemde gören muhafazakâr kesimler bu gidişata itiraz ederek seslerini yükseltmeye başlar. Ancak değişimin de kaçınılmaz olduğu düşünüldüğünde asıl yapılması gereken şey değişimin yönünü ve hızını göz önünde bulundurarak tahrip edici etkisini gidermek, hiç olmazsa muhtemel tahribatı en aza indirmektir. Konumuz bağlamında gelenekler açısından meseleyi ele alacak olursak, medya ve iletişim teknolojilerinin etkisiyle hızlı bir kültürel akışa maruz kalan bizim gibi "geçiş toplumları"nda geleneklerin, bu değişimden önemli ölçüde etkilendiğini ve bilhassa dindarların nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda ortak bir tutum benimsemekte zorlandıklarını söyleyebiliriz.
Arafta kalmak
Gündelik hayatın farklı alanlarında yaşanan değişimler, bir taraftan geleneksel olandan kopamayan ancak modern hayatın sunduğu imkânlardan da vazgeçemeyen bir dindar profili ortaya çıkardı. Dindarların geleneksel olanla modern olmak arasında yaşadığı bu arafta olma hâli, ciddi bir paradoks olarak duruyor. Zihin, tutumla davranış arasında çelişki kabul etmediğinden ya tutum değişiyor ya da davranış bir şekilde meşrulaştırılıyor. Bunun yollarından biri de geleneği en azından form olarak korumak. İçeriği dönüşen gelenekler, şekli olarak varlığını sürdürmekle hem süreklilik ve intikal fonksiyonunu icra ettiği intibaını uyandırıyor hem de gelenekle ilişkiyi sürdürmek konusunda insanı rahatlatıyor. Oysa geçmişin formları içinde bugünü yaşamanın imkânsızlığı açıktır.
Mevcut toplumsal gerçeklikle örtüşmeyen ve tarihte kalmış birtakım gelenekleri sadece şeklen sürdürmeye çalışmak onları karikatürleştirmekten öte bir anlam taşımaz.
Toplumsal yapının bir bütün olduğunu ve bu yapıyı oluşturan unsurlardan birinde yaşanan değişimin diğer unsurları da etkilediği malumdur. Bu bütünlüğü sağlayan unsurlarda zayıflama, değerler dünyasının kaybı ve sosyal kurumların yeni norm ve değerlere uyum sağlayamaması toplumda çözülmeye yol açar. Bununla başa çıkma mekanizmalarından biri de kaybolan değer ve gelenekleri koruma çabasıdır. Burada öncelikli olan geçmişi bir tecrübe, bugünü gerçeklik/zemin kabul ederek geleneği, geçmişle gelecek arasında canlı bir köprü olarak düşünmek, değişende değişmeyenin (özün) ruhunu yakalamak olmalıdır. Tevarüs edilen şeyler, bugünün ihtiyaçları doğrultusunda ve bugünün diliyle yeniden ele alınmalıdır. Aynen aktarım düzeyinde kalmaları bir işe yaramaz.
Sonuç olarak, geleneğin dinle ilişkisi ve toplumsal bir tecrübenin hasılası olması, onu değerli kılan en önemli özelliğidir. "Yaşadığımız çağda modern karşısında devre dışı bırakılmış, değersizleştirilmiş olan geleneği korumak/muhafaza etmek, nasıl ve ne kadar mümkündür?" sorusuna vereceğimiz cevap, "gelenek"le, dolayısıyla dinle kurduğumuz ilişkiye göre şekil alıyor. Değişim karşısındaki ihtiyatlı tutumun altında da gündelik hayatla gelenek arasında kurulan ilişkide mesafenin artmasına ilişkin endişe yatıyor. Değişimin, sabiteler/asıllar üzerinden değil, değişkenler/fürular üzerinden gerçekleşmesi kaydıyla, değişime direnç göstermek yerine onu doğru bir şekilde tahlil etmek ve yeniden yorumlayarak geleneğe itibarını kazandırmak mümkün görünüyor.