Ekrem Demirli: Anadolu’nun İslamlaşması ve kurucu asır: 13'üncü yüzyıl

Anadolu’nun İslamlaşması ve kurucu asır: 13üncü yüzyıl
Giriş Tarihi: 16.11.2018 12:35 Son Güncelleme: 16.11.2018 12:37
Yunus’un “Dövene elsiz, sövene dilsiz” dediği insanlar Avrupa’nın yarısını fethedebildi. Hâlâ bu paradoksu anlamaya çalışıyoruz: Dövene elsiz olan nasıl fetih yapabiliyor?

Yaşadığımız topraklarda asırlardır bir meseleyi en kestirme yoldan anlatmak, bazen gülmek daha çok düşünmek ve öğrenmek istediğimizde kime başvururuz? Hiç kuşkusuz artık şöhreti ülke sınırlarını çoktan aşmış olan Nasreddin Hoca'ya! Nasreddin Hoca kimdir, ne zaman ve nerede yaşamıştır, bundan emin değiliz; lakin hâlâ yaşıyor gibi günümüzde konuşmalarını sürdürür. Manas Destanı'ndaki güncelleme gibi geçmiş ile gün arasındaki irtibat sürekli kurulur, mazi anda varlığını sürdürür, Hoca sürekli güncellenir, biz de onu her durumda konuşturur, ondan yeni durum ve şartlara göre kadim nükteler öğreniriz. Nasreddin Hoca hepimiz için hakikate giden en kestirme düşünme yolunu temsil eder. Bir vesileyle içtihat kapısının kapanıp kapanmadığından söz ederken şöyle bir söz söylediğimi hatırlarım: "Fıkıhta içtihat kapısı kapandı mı kapanmadı mı tartışılabilir; mizah ve nükte alanında kapandı galiba çünkü ikinci bir Nasreddin Hoca gelmedi."

İnsan olmamızın anlamı ins (ünsiyet, intibat, bilgi) ve nisyan (unutmak, yabancılaşmak, vahşet) terimlerinin anlamlarında saklı iki temel vasfımızla açıklanır. İnsan bir yandan ünsiyet eder, yeni durum ve şartlara intibak eder, merakla araştırır ve idrak eder. Bir yanı ise yabancılaşır, tepki gösterir, idrake direnir ve kaçar. Bu iki yanımız, yani ünsiyet ve nisyanımızın içerdiği anlamlar Karagöz'ün yabaniliği ve inatçılığıyla onun konuşturduğu Hacivat bilgeliğinde tebarüz eder. Bir gün içinde pek çok kere Karagöz ve Hacivat rolünü oynarız; üstelik onların gölge oyunuyla bize öğrettikleri kadar hayatın bir gölge olduğunu idrak ederek yükümüzün altından kalkmaya çalışırız. Karagöz ve Hacivat 13'üncü asırdan beridir bize hayatın bir gölge, içindeki her şeyin ve herkesin ardından bir el ile yönetilen gölge varlıklar olduğunu anlatır.

Yunus Emre, Hoca Ahmet Yesevi geleneğinin önemli halkalarından birini temsil eder. Müslümanlığı Türkçe öğrenmek ve onu ana dilimizden düşünmek Yunus ile mümkün oldu. Kendinden birkaç asır önce başlayan gelenek onda kemale erdi. Yunus ile birlikte Türkçe "cennet ehlinin dillerinden biri haline geldi." Yunus bize ilahi aşkı anlattı; dinî hayatın olmazsa olmaz şartı sayılan yüksek ahlak ile insan olmanın anlamını bize ana dilimizle öğretti. Yunus'un "Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz" dediği insanlar Avrupa'nın yarısını fethedebildi. Hâlâ bu paradoksu anlamaya çalışıyoruz: Dövene elsiz olan nasıl fetih yapabiliyor? Mevlana Rumi, Süleyman Çelebi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük pirler hep aynı şeyi söyledi: "Yetmiş iki millete bir gözle bakmak" ahlakını bize anlattılar. Daha teorik olmak üzere Sadreddin Konevi, İbnü'l-Arabi gibi isimler yaklaşık olarak aynı zaman ve mekânda yaşamış büyük isimlerdir. Selçukiler, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemi olmak üzere, bu topraklarda yaşayan insanların dünya görüşünü şekillendiren bütün bu isimler aynı asrın ürünü, aynı asırda yaşamış, ayı kaynaklardan beslenerek bize günümüzü anlamayı ve hayatı sürdürülebilir hâle getirmeyi sağlayan cümleler öğrettiler. Hepimiz aynı asra bağlıyız ve hepimiz aynı asrın talebeleriyiz.

Yeni bir metafizik

On üçüncü asrı diğer bütün asırlar arasında ayrı kılan vasıf nedir? Hiç kuşkusuz bu asır evvelemirde yeni ve geniş bir coğrafyanın İslam'a eklendiği bir dönemdir. Müslümanlar daha önce defalarca elde etmek istedikleri bu coğrafyaya on birinci asırdan itibaren yerleştiler. Bu bölgelerde askerî fütuhatın ikmali gerçek anlamda bir düşünce ve bilim hayatının ortaya çıkmasıyla mümkün olabildi. Başka bir ifadeyle bu topraklardaki kadim mirası ve yüklü hafızayı boşaltabilecek büyük değerler, büyük eserler ve düşünürler ortaya çıkmadan fetih tamamlanmış olmadı. Bu nedenle on üçüncü asır Anadolu'nun İslamlaşma sürecinin kemale erdiği bir dönem olarak düşünülebilir. Hiç kuşkusuz bundan sonra da İslamlaşma süreci devam etti; lakin o artık ikincil bir hadise olarak düşünülebilir. On üçüncü asırda olan biteni İslam'ın Hicaz'dan Doğu Akdeniz'e intikal ettiği dönem ile karşılaştırmak mümkündür. İslam'ın ilk büyük karşılaşması ümmi bir cemaatin yerleşik kültür ve medeniyetlerin bulunduğu Doğu Akdeniz'e intikaliyle ortaya çıkmıştı. Bu İslam'ın ilk büyük sınavı idi ve İslam bilim ve medeniyet üreterek Doğu Akdeniz'e yerleşebildi. Benzer süreç başka bölgeler için de geçerlidir. Mesela birkaç asır içinde Endülüs'te veya Maveraünnehir bölgelerinde yerleşme süreçleri hep böyle oldu. İslam gittiği bölgelerde birkaç asır içinde ciddi bir düşünce ve bilim hareketine yol açıyor, kılıç ile açılan kapılar kalem ile ihya edilerek Müslümanlaşma süreci ikmal ediliyordu. On üçüncü asrın en temel vasfı budur: İslam'ın kılıçla geldiği coğrafya yeni kültür ve bilim merkezleri oluşturarak İslam'ın tabii iklimi hâline geldi. Peki, bu düşünce hayatının temel karakteristiğini nasıl anlamak gerekir?

On üçüncü asır İslam düşünce tarihinin halkalarından biridir. Bu bakımdan Anadolu için büyük ve ehemmiyet arz eden isimler İslam düşünce hayatının tabii gelişim seyrinde benzerlerine daha önce birkaç kez şahit olduğumuz düşünürlerdir. Başka bir anlatımla o asra kadar üretilen düşünce ve bilimin benzerine bu asırda şahitlik ederiz. Bu coğrafya içinde yaşayan insanlar için kurucu asır kabul edebileceğimiz bu dönem üzerindeki konuşmalarda ihmal edilen en temel husus budur. Bu asrın İslam'ın genel seyrüseferi dâhilindeki yerini tespit etmeden bu asrı hakkıyla anlayamayacağız.

İslam Hicaz'dan Doğu Akdeniz'e yayılma sürecinde ciddi sarsıntılar geçirdi. Okumamış-ümmi bir toplumun bedavetin (bedevilik) özgür ruhundan beslenen girişkenlik ve cesaretiyle yerleşik toplumların statik ve soğukkanlılığında önce kazanan İslam olsa bile, zamanla Müslümanlar değişim sürecine girmek zorunda kaldılar. Kısa zamanda Müslümanlık içinde birçok yeni akım ve ekol ortaya çıktı. Müslüman cemaatin bu durumu Hicaz sonrasında yaşanan büyük parçalanma demekti. İmam Eşari'nin Makalatü'l-İslamiyyin'i (İslami Gurupların İddiaları) bu parçalanmanın boyutlarını bize anlatır. Büyük kısmı artık tarihe mal olmuş olsa bile, yeni dinî hareket ve ekoller kadim kültürlerin İslam'ı zorlaması demekti. Zamanla merkezin güçlenmesiyle birlikte, bu dini gurupların büyük kısmı kenara itilerek ya genel teorilerde eritildi veya heretik (zındık, sapkın) sayılarak dışlandı. Ancak yine de Müslümanlık yeni bir yorum ve form kazanarak yolculuğunu sürdürdü. Vakıa Müslümanlığın ilk büyük meselesi bu bölgelere yerleşmekti. İslam bilim ve düşünce hayatını geliştirmekle Doğu Akdeniz'deki varlığını tahkim edebildi. İslam'ın ilk dört-beş asrı bu yerleşme ve tahkimin güçlükleriyle doludur. Bu meyanda kelam ekolleri kadar felsefi bilimlerin gelişmesiyle İslam, insanlık mirasına büyük katkılar sağladı. Üstelik sadece bir merkezde değil; merkezin yanında birkaç büyük ikinci merkez ile birlikte İslam bir dünya medeniyeti olduğunu gösterdi ve Akdeniz ile Hindistan arasındaki boşluğu doldurdu; daha doğrusu yeni değerler ve düşüncelerle bu bölgeyi ihya eyledi. Bu şekilde İslam geniş bir bilim ve düşünce hayatı ortaya koymakla tarihte bir özne olmayan pek çok milleti tarih yapan bir özne hâline getirdi, kültürleri birbirine kavuşturdu, yeni sentezler ve yeni yorumlarla din ve ahlak eksenli bir dünya görüşünü tahkim eyledi.

İslam'da bilim ve düşünce hayatının gelişmesinde sadece harici amiller üzerinde durmak doğru olmaz. Bu meyanda dâhili çatışmalar da ciddi bir zenginlik ortaya çıkardı. Bu noktada Ehl-i Hadis ile Ehl-i Rey arasında başlayan çatışmalar daha sonra Ehl-i Rey (vahyi yorumlayıcıakılcı) içinde gelişen yeni ekoller arasında sürdü. Mutezile ve Ehl-i Sünnet, daha sonra Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki çatışmalar İslam'da büyük bir sorun fakat aynı zamanda zengin bir yorum gücü ortaya çıkardı. Bütün bunlar İslam'ın dünya ile irtibatını güçlendirecek şekilde "merkez"in imkânlarını genişletti. Felsefe ile din bilimleri arasındaki çatışma ise en yetkin bir şekilde Gazali'nin eserleriyle tanındı. Gazali "Tehafüt" (tutarsız filozoflar) dediğinde iş artık doruk noktasına varmıştı. Fahreddin Razi ile birlikte mesele başka bir noktaya taşındı. Razi sonrası genellikle metafizik düşüncenin zayıfladığı ve kelamın daha güçlendiği bir dönemdir. Bu süreç özellikle kelam ve felsefe ilişkileri cihetinden imtizaç dönemi sayılır. İmtizaç dönemi her ne kadar kelam ve felsefe ilişkileri cihetiyle söylense bile dönemin genel karakteri haline gelmişti. On üçüncü asır bu dönemin ardından geldi. Artık İslam hemen bütün alanlarda büyük isimlerini yetiştirmiş, sadece Arapça değil Farsça ve hatta tedricen Türkçe eserlerin yazılmaya başladığı bir döneme ulaşılmıştı. Bu şekilde İslam medeniyetinde büyük merkezler, büyük kitaplar ve büyük düşünürler ortaya çıkmıştı. On üçüncü asır bu mirasın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır.

On üçüncü asrın farkı

Bununla birlikte on üçüncü asrın bazı ayırıcı özellikleri de vardır: Bu asrın belli başlı özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Bu dönem İslam bilimlerinin teşekküllerini tamamladığı bir dönemdir. Bu nedenle din bilimleri alanında kendisinden önceki asra bir ekleme olarak kabul edilebilir. Ancak bu asır hiçbir şekilde önceki asırdan daha büyük ve daha güçlü bir düşüncenin ortaya çıktığı bir asır kabul edilemez. Bunun tek istisnası tasavvuf alanında bu asırda ortaya çıkan düşüncelerdir. Kelam, felsefe veya din bilimlerinin öteki alanlarında bu asır önceki asırların takipçisidir; önderler, imamlar önceki asırlarda yaşamış insanlardır. En doğrusu ise bütün bu asrın ve öteki asırların ilk asra bağlı olmasıdır.

2. Bu dönemin en dikkat çekici özelliklerinden biri tasavvufun din bilimleri alanında büyük sıçrama gösterdiği bir dönem olmasıdır. Tasavvuf bu süreçte olgunluk evresine çıkarken aynı zamanda metafizik düşünce de bu süreçte tasavvufta kendini ifade etti. Bu nedenle günümüzde bildiğimiz hemen bütün yazarlar ve düşünürler bir şekilde tasavvuf ile ilgili yazarlardır. Bu yazarları veya önder isimler tasavvufun varlık anlayışından beslenmiş, onun insan telakkisini ve din anlayışını insanlara anlatmış, kelimenin gerçek anlamıyla birer ahlak ve iman rehberi olarak yaşamışlardır. Bazıları daha çok kurumsal tasavvuf içinde olmuş, tekkeler ve öteki kurumlarla insanlara hizmet etmiş iken bir kısmı ise teorik konularla ilgilenmiş, yazdıkları eserler ile dinî
düşüncenin temel sorunlarını ele almışlardır.

3. Vahdet-i vücud anlayışının bu dönemin ortak ruhu olarak geliştiğini görmekteyiz. Vahdet-i vücud özel olarak İbnü'lArabi'ye nispet edilebilecek bir düşüncedir. Daha doğrusu bir düşünceler bütünüdür. Çünkü vahdet-i vücud içinde pek çok konuya yer ayırabilecek bir bakış açısı olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle kelimenin teknik anlamıyla vahdet-i vücudu her sufide bulmak güç olabilir, fakat o düşüncenin izlerini hemen bütün sufilerde bulabiliriz. Vahdet-i vücud, Allah merkezli bir âlem ve insan yorumudur. Bu düşünce içinde her şey Allah'tan çıkar ve Allah'a dayanır. Allah hakiki varlık ve hakiki faildir. Müslüman düşünürler bu ana ilkenin hayatın farklı alanlarındaki izlerini şiirde, sanatta ve toplum hayatında takip ederek zengin bir miras üretmişlerdir.

4. Vahdet-i vücudun ikinci bir yönü ise peygamber ve hakikat arasında kurulan irtibatta ortaya çıkar. Bu irtibat sadece peygamberi sevmek veya ona uymak anlamına gelmez; aynı zamanda bir insan sevgisi ortaya çıkartarak insanlığı Allah'ın en yetkin tecelligâhı olarak görmek imkânı verir. Çünkü peygamber Allah'ın halifesi olan insanlar içinden seçilmiş biridir ve bu durum insanlık için de bir imtiyaza işaret eder. On üçüncü asır düşünürleri buradan hareketle bir insan telakkisi ortaya koyarak insandan Allah'a giden yolu göstermişlerdir. Varisi olduğumuz asrın ana fikri budur: Ahlak, Allah'a giden yoldur.

BİZE ULAŞIN