Gökhan Ergür: Tabiatı Instagram’la sevmek

Tabiatı Instagram’la sevmek
Giriş Tarihi: 18.10.2018 12:36 Son Güncelleme: 18.10.2018 12:39
Ormanda pişirdikleri yemeklerin, öğlen içtikleri kahvelerin, çıktıkları gezintinin fotoğraflarıyla ve daha nicesiyle milyonluk takipçilere ulaşıp beğenilerini takip ederek ömürlerini sözde doğal ortamda geçirdiklerini düşünüyorlar. Şehrin gürültüsünden, teknolojinin insanı hapsedişinden ve modern kölelikten bahsederken günde 10-15 gönderi paylaşabiliyorlar.

Babam Şeref Ergür 1938 doğumlu. Annesini hiç tanımamış ve 18 yaşına kadar var gücüyle çalışır geçimini topraktan sağlamış. İstanbul'da geçirmiş olduğu 30 seneye rağmen hâlâ toprağını özler ve her kış mart ayında yola çıkıp köye gitmenin hazırlığını yapar. Annemin: ''Yaşını başını aldın, o kadar hastalık geçirdin otur azcık oturduğun yerde, oralarda sana kim bakacak'' sözlerine aldırmaz; çakısını, Seiko saatini, PTT'den emekli olurken kendisine hediye edilen altın yaka rozetini ve kasketini kuşanıp Kasımpaşa stadyumunun üst otoparkından hareket eden Elazığlılar otobüs firmasına atlayıp her yaz toprağına döner.

Köydeki evimizin eski sahibi taş ustası Arut, ülkedeki karışıklıktan endişe edip evini dedeme satar ve Avrupa'ya gider. 2 yıl önce bir vesile torunlarıyla konuştuk, Arut Usta Almanya'ya gitmiş ve orada vefat etmiş. Sürekli; yeni yaptırıp sattığı evini, Fırat kenarında söylediği türküleri ve köyünün güzel insanlarını anlatıp dururmuş evlatlarına, torunlarına. Gerçi şimdi o köyde babamla beraber üç hane mevcut, diğerleri büyük şehirde ya da ilçe merkezinde. Köyde bakkal yok, ulaşım hizmeti yok, sağlık ocağı yok fakat birbirini tanıyan ve inanan 4-5 güngörmüş insan var, bu da tüm yoklukların üzerini örtmeye yetiyor sanırım.

Sabah ezanından önce göz gözü görmüyorken uyanıp yola koyulur babam. O karanlık ve ıssız arazilerin arasından küçük el fenerinin de yardımıyla 40 dakika boyunca yürüyerek toprağına, tarlasına kavuşur. ''Hiç mi korkmuyorsun baba?'' diye sorduğumda: ''İnsan anasının, babasının evinden korkar mı hiç, burası benim ocağım'' diye cevap verir. Haklılığını bir yana bıraktığımda kendime şu soruyu soruyorum: Peki benim ocak bildiğim yer neresi?

İmkânlarının ve emekli maaşının el verdiği ölçüde sulama sistemini, taşıma sistemini, ekme biçme sistemini oluşturmuştur. Sistem dediysem profesyonel bir sulama sistemi (ilçeden aldığı bahçe hortumları hariç), traktör, biçerdöver, herhangi motorlu bir aracı yoktur; bilek gücüyle diker, sırtında taşır. Köyde tarla ekmeyen, hayvancılıkla uğraşmayan kişilerin aldığı tarım desteğinden haberdar bile değildir, sadece o tarımla uğraşır ve sadece o devletin tek kuruşuna el uzatmaz. Bu konuları açtığımız zaman ise ayıp bir şey söylemişiz gibi yüzümüze bakar: ''Devlet üç aydan üç aya maaş veriyor ya daha ne yapsın bize'' deyip konuyu kapatır ve bu düşüncelerimizden dolayı da mahcup olmamızı bekler.

Babam harman nedir bilmez

Bu yaz nasip olmadı ama geçtiğimiz yaz ekip biçtiği tarlaları görme şerefine eriştim ve babamın tabiata olan inancına hayretim bir kez daha katlandı. 80 yaşında herhangi bir motorlu aleti ya da binek hayvanı olmadan bu uçsuz tarlaları bir cennete dönüştürmesi ilahi bir rahmet ve dua vesilesiyle olurdu ancak. 7 ay boyunca her gün hava aydınlanmadan bir elinde feneri diğer elinde seccadesi ve azığıyla yola çıkınca tabiat insana böyle güzellikler lütfediyor demek ki ve bunun için de herhangi bir tarım desteğine, kredisine, hibesine ihtiyaç olmuyor.

Köy kahvesinde okey oynarken ''Ektiğin sarımsağı neden toplamıyorsun?'' diye soran komşusuna ''Devlet sarımsağı ekmeye teşvik veriyor, biçmeye değil'' cevabını verip oyununa devam eden sözde çiftçi ile tarımın yeniden yükselişe geçmesi büyük bir hayalcilik. Gerçek şu ki Türkiye'nin tarım politikasına maddi yönden bakmak bizlere bir çözüm sunmayacak, ne kadar imkân verilirse verilsin, eğer ahlaklı bir topluluk yoksa orada işler her daim aksar, toprak için saf niyetlerle köylüye hibe edilen para şehirlerde müteahhitlerin cebinde gezer. Bu konu çok su götürür, en iyisi biz bu bahsi başka bir zaman daha etraflıca yazalım.

Facebook üzerinden hısım akrabanın ne yaptığını sağ olsunlar adım adım takip edebiliyoruz. Keban Alabalık Tesisleri, Harput Kalesi, Arap Baba Türbesi, köyler, çeşmeler, mezar yerleri hepsi cebimdeki ekrandaydı tüm yaz. Köyde ekili başka arazi olmadığı için de tüm tatilciler, gurbetçiler bizim tarlaya doluşur; kazma, kürek, domates, kavun, karpuz, üzüm ne bulurlarsa fotoğraf çektirip filtrelerden geçirerek sosyal medya hesaplarında paylaşırlar. Babamı asıl üzen bu ilgisiz ilgi değil, sadece yetişen mahsullere kötü davranılması, mahsullerin koparılıp fotoğrafları çekildikten sonra atılması ya da köklerine zarar verilmesi.

Yanlış anlaşılmasın, babam ürettiği hiçbir şeyi satmaz, çevre köydeki komşularına, yazın tatil için gelecek köylülerine dağıtır, midelerine hormonsuz, ilaçsız ürünler geçsin diye gayret eder.Son konuştuğumuzda köyde hastalanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Bunu üzülmeyelim diye sonra anlatıyor bize tabii. Ben telaşlanıp ''hemen yanına geleyim ya da sen kendini iyi hissediyorsan yarın çık gel'' teklifinde bulunup dil döksem de kendisini ikna edemedim ''Beni merak etmeyin, az bir mahsul kaldı, onları yerde bırakmak günahtır, bir iki güne dağıtıp gelirim'' diyerek konuyu kapattı. İnşallah bu yıl da sağ salim evine döner diye dua ediyorum.

Yaklaşırken uzaklaştığımız doğa

Gördüğüm bir manzara beni dehşete düşürdü. Hafta sonunu ailesiyle beraber yeşil bir alanda geçirmek isteyenler piknik alanlarını doldurmuş, doğanın her türlü bereketinden faydalanıp arkalarında koca koca çöp yığınları bırakmıştı. Yeşil alanların giderek azaldığından bahsediyoruz sürekli fakat bizler o yeşil alanları hak ediyor muyuz peki?

Temizliğin imandan geldiğine inanan bir millet olarak doğaya karşı yaptığımız bu saygısızlığı nasıl değerlendirmemiz gerekiyor acaba? Gelip o yeşil alandan faydalanmak ve sonrasında da belki aylar sonra döneceği bir mekâna çöplerini bırakmak düpedüz bencillik ve ciddi bir ahlaksızlıktır. Sadece ''ben kullandım ve benden sonra kim ne yaparsa yapsın'' demek bizde bir davranış ve düşünce kalıbı haline dönüşmekte. Buna acil bir önlem almazsak başımıza daha neler geleceğini hep beraber göreceğiz.

Doğa, sadece fotoğraflarımıza arka plan olacak yahut bizim keyifle yiyip içeceğimiz ve sonrasında pisliklerimizi bırakacağımız bir alan değil, üzerinde ve üzerimizde mesuliyeti bulunan canlı bir yaşam alanıdır. Bu yaşam alanı üzerine bir düşünce fakirliği olduğunu kabul edip bundan sonra ne yapabiliriz üzerinde düşünmemiz ve istişare etmemiz gerekir fakat burada samimi bir seçim yapmamız gerekecek: Bu istişareleri hayatında toprağı hiç kucaklamamış İtalyan ceketli insanlarla mı yapacağız yoksa ağarmış gömleğiyle toprağa can vermek için geceden yola çıkan adamlarla mı? Bu soruya vereceğimiz cevap aynı zamanda tabiatın bize vereceği cevap olacaktır.

Üzerinde sıklıkla durduğumuz ve kafa yorduğumuz meselelerden biri de içinde bulunduğumuz anı yaşayamadan dijital bir makineyle o anı kayıt altına almak ve hızlıca teşhir etme garipliği. Tepesinden geçen kırlangıç sürüsüne yahut vapurda seyahat ederken gördüğü yunusların dansını izlemek yerine anında telefonlarına sarılan ve gerçek güzelliği gözleriyle izlemek yerine yüksek çözünürlüklü ekranlar vasıtasıyla izleyen ve güya kaydeden insanın dramı gün geçtikçe daha da acıklı bir hal alıyor. Robotların resim yapması, şiir yazması, işlerimizi elimizden alması gibi konuları konuşmak havanda su dövmek gibi. Bizler rengarenk gök kuşağına hayretle bakmak yerine onu bilgisayarlara kaydediyorsak robotlar zaten dünyayı ele geçirmiş demektir.

Kendi hafızamıza değil de bilgisayarımızın hafızasına güvendiğimiz bu çağda güzel olanı yaşamakla ilgili problemimiz kısır bir döngü halini almış vaziyette. Bize güzelliği anlatmaya niyetli olanlar yahut güzelliğe taşınmaya karar verenler de bu kısır döngünün içerisine girmiş vaziyetteler. Söz gelimi tası tarağı toplayıp bir dağ evine yerleşen modern zaman guruları sizden, benden daha çok Instagram'da vakit geçiriyor. Ormanda pişirdiği yemeklerin fotoğrafı, öğlen içtiği kahvelerin fotoğrafı, gezintiye çıktığında çektiği fotoğraflar ve daha nicesiyle milyonluk takipçilere ulaşıp beğenilerini takip ederek ömürlerini sözde doğal ortamda geçirdiklerini düşünüyorlar. Şehrin gürültüsünden, teknolojinin insanı hapsedişinden ve modern kölelikten bahsederken günde 10-15 gönderi paylaşabiliyor ve fotoğraflarının altına yapılmış yorumlara tek tek cevap yazabiliyor, köşesine çekilip tabiatın güzelliğiyle yüzleşmesi gerekirken elindeki telefon yahut iPad'le insanlığa parmak sallayabiliyorlar.

Sürekli görünür olma çabası, nereye giderse gitsin insanı bu çağda rahat bırakmayacaktır. Uzlet için çekildiğimiz mağaralarda bile ekran parlaklığını kısıp konum bildirimi yapıyoruz artık. Bu yol nereye gider bilmem ama varacağımız yer içinde bulunduğumuz mağaralardan daha karanlık olacak.

BİZE ULAŞIN