Mustafa Akar: Memleket ezanı duyduğumuz her yerdir

Memleket ezanı duyduğumuz her yerdir
Giriş Tarihi: 2.12.2015 11:13 Son Güncelleme: 14.12.2015 11:36
Psikiyatrist, şair ve yazar Prof. Dr. Kemal Sayar’la memleketin ruh halini konuştuk. Türkiye'nin yaşayabileceği büyük bir buhranı halkın kalbiyle görerek engellediğini söyleyen Sayar, "Aslında ne zaman büyük bir hadise olsa bu halkın bilgeliğinin gökte büyük bir yıldız gibi parladığını görüyorsunuz" diyerek, toplumun kolektif şuuraltına vurgu yaptı.

Bu aralar memleketin ruh halini nasıl görüyorsunuz?

Türkiye son iki yıldır çok büyük toplumsal gerginlikler yaşadı. Bu gerginlikler insanları grup kimliği içinde hareket etmeye daha fazla zorladı. Ve maalesef herkes cemaat kimliğini, grup kimliğini çok fazla içselleştirerek ve kendi türdeşlerine benzemeye çalışarak konuşmaya başladı. Bu da insanlar arasındaki konuşmayı azalttı. Bu anlamda toplumun içinde ruhsal açıdan birbirinden uzaklaşma, kimlik adacıklarının belirmesi ve o adacıkların arasında bütün köprülerin atılması gibi süreçlere tanık olduk. Ben Türkiye'nin son birkaç yılda rasyonel zeminden giderek daha duygusal bir zemine savrulduğunu ve bunun da giderek kimliklerin sertleşmesini, kabuk bağlamasını, çoklu kimliklerin tekil kimliklere indirgenmesini beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Bugün politik kimlikler diğer bütün kimliklerin önüne geçerek onları gölgede bıraktı ve orada da konuşma sesinden çok kılıç şıkırtılarını duymaya başladık. Tabii bu hal politik bir buhran olarak da bize dönebilirdi. Ama halkın tevarüs edilmiş bilgeliği şimdilik bu politik buhranı önledi ve Türkiye'yi hepimize bir vatan olarak bilmemize yardım etti.

1 Kasım seçim sonuçlarını değerlendirdiğiniz bir yazınızda, "Halk kalbiyle görerek kararını verdi" diyorsunuz. Halkın tevarüs etmiş bilgeliği olarak ifade ettiğiniz şey biraz da bu kalbiyle görebilmesiyle mi alakalı?

Saint Exupery, "Asıl olan göze görünmez, insan asıl olanı ancak kalbiyle görebilir" der. Ben Türkiye'nin yaşayabileceği büyük bir buhranın, halkın bu önsezisiyle, sezgisiyle önlendiğini düşünüyorum. Aslında ne zaman büyük bir hadise olsa bu halkın bilgeliğinin gökte büyük bir yıldız gibi parladığını görüyorsunuz. Sözgelimi Özgecan Aslan cinayetinde bütün ülkede herkes birbirini suçlarken, herkes gösterecek bir hain ilan etmeye çalışırken vefat eden kızımızın babası çıktı ve bütün Türkiye'yi yatıştıran bir konuşma yaptı. Bu halkın içinde merhametle mayalanmış bir bilgelik olduğunu düşünüyorum. Son 20 yılın siyasetine baktığınızda bunun işaretlerini hep görebilirsiniz. Bir önceki seçimde iktidar olmuş parti bir sonraki seçimde baraj altı kalıyor. İnsanlar haysiyet taleplerine karşılık gelen her şeyi ödüllendiriyorlar. O haysiyet taleplerinin görmezden gelindiğini hissettikleri her seferde de cezalandırabiliyorlar. Kalbiyle görmek, bu ülkenin gönül coğrafyasıyla hemhal olabilenlerin fark edebileceği bir şey ancak. Bu dünya üzerinde bizi var kılan şey, ürettiğimiz bilim ya da teknoloji değil. Biz hâlâ bu topraklar üzerinde yaşamaya devam edebiliyorsak, merhametli bir toplum olabildiğimiz içindir. Merhametli toplum olduğumuzun en yakın emarelerinden bir tanesi de bütün kusurları, eksiklikleri, ev sahipliği konusunda gösterdiğimiz acemiliklerimize rağmen 2 milyonun üzerinde göçmeni bu topraklarda ağırlayabiliyor oluşumuzdur. Bunda da bin yıllık sufi tecrübesinin kolektif şuuraltına kazıdığı bir hakikat var. Kolektif şuuraltı kavramı Jung'un terminolojisinde geçer ve toplulukların, milletlerin bilinçaltından bizlere dem vurur. Fakat kalbiyle görmek, çok temel görme noktalarında bizim karşımıza çıkar. O da Türkiye'nin vatanlığını kaybetme istidadı taşımasıyla alakalı bir tercih noktasıdır son dönemde. Çünkü yanı başımızda Suriye'nin, Irak'ın birazcık daha ilerimizde Mısır'ın, Afganistan'ın nasıl vatan olmaktan çıktığını hepimiz gördük. Bizim kendi gönül coğrafyalarımızın vilayetlerinin dış müdahalelerle nasıl vatan olmaktan çıkarıldığını gördük. Türkiye'nin bilge insanı bu tehlikeyi hissetti. Kalbiyle olabilecek olan şeyi gördü ve vatana sahip çıktı diye düşünüyorum. Vatanı yeniden vatan kıldı. Onun vatanlıktan çıkmasına müsaade etmedi.

Toplumsal bir paranoyadan bahsediliyor sürekli. Gerçekten böyle bir şey var mı sizce? Mesela son dönem Amerikan dizilerinde distopik toplum üzerine yapılıyor kurgulama. Kurt adamlar, vampirler… İdeal kahramandan idealize edilmiş hayvana doğru bir gidiş…

Modern Batı'nın bilinçaltı hayaletlerle dolu. Kadim Doğu'nun ya da felsefenin bilinçaltında ise hep melekler var. Mesela, tabiatın başlı başına bir tehdit unsuru haline gelmesi modern sinemanın en temel korku öğelerinden bir tanesi. Alfred Hitchcock'un Kuşlar'ından başlayarak aslında insana ve insan fıtratına yakın olan şeyler birdenbire insan için tehdit unsuru haline gelmeye başlıyor. Distopik sinema veya romanlara baktığınız zaman ilk öncülleri bence Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı ve George Orwell'in 1984'ü. Fakat onlar yaklaşmakta olan bir kıyameti haber veriyorlar. Modernliğin yaklaşan kıyameti bu aslında. Biz bugün modern medeniyet içinde kendimizi ne kadar çok seçme şansına sahip görünüyorsak da aslında görünmez totaliter baskı unsurlarının kölesi durumundayız. Reklamcılığın, siyasi propagandanın, tüketim çarkının, hatta ve hatta birbirimizin hak ve özgürlüklerinin kölesiyiz. Hak ve özgürlüklerin birbirini gasp ettiği bir dünya yerine sorumluluğun, ihtimam ahlakının ön planda olduğu bir dünya benim onun sınırlarına girmememi beraberinde getirebilir. Biraz soyut konuşuyor olabilirim. Şöyle bir örnek verebilirim ama. Mesela Danimarkalı karikatürist, ben Hz. Muhammed'in karikatürünü çizebilirim diyor. Çünkü bu benim özgürlük ve hak alanımı ilgilendiren bir şey diyor. Ama o, onu çizdiği anda benim Peygamberimin resminin çizilmemesi kuralını çiğnemiş oluyor. Fakat modern liberal ideoloji öyle bir totaliter içerik kazandı ve kendisini bize öyle bir dayatıyor ki biz düşünce hürriyetinin ne pahasına olursa olsun çok haklı ve çok doğru bir şey olduğuna inandırılıyoruz. Mesela psikiyatride de Anglo Sakson, Protestan adamın normallik anlayışı dayatılır. Bağımlılık diye bir kategori icat edilir. Hâlbuki bizde insan insana muhtaçtır. Bağımlı değil. Keza bizde insan insanın kurdu değil yurdudur. İnsanın insana ihtiyacını en derin şekilde ifade ederiz biz. Ama bütün bunlar patoloji olarak isimlendiriliyor.

Siz hüzün ve kederi birbirinden ayırıyorsunuz. Hatta 'Biraz hüzün kimseyi incitmez' diyorsunuz mesela...

Hüzün insana dünyanın kırılganlığını, faniliğini, her şeyin sonluluğunu hatırlattığı için çok değerli bir tecrübe. Ve hüzün doğu irfanında hep övülmüş bir şeydir.

Sahihliğini bilmiyorum ama "Hüzün müminin ganimetidir" diye bir hadis olduğunu duymuştum...

Bunu ilk defa duyuyorum ama çok güzel, çok şiirsel. Bunu araştırmalıyım. Yani hüzün, bizi kırılganlık üzerine düşündürerek, dünyaya fazla abanmamamızı, buraya fazla kök salmamamızı, bizim için geçici bir yurt olduğunu bize hissettirir. Dolayısıyla aslında hüzün bize ağzımızın tadını bozan ölümden dilimize bir tat çalar. Bu da insanın hırslarını, tamahkârlığını, gem vuramaz arzularını sınırlamak için vazgeçilmez bir reçetedir. Klinik depresyon daha başka insanı felç eden yoğun bir keder, neşesizlik ve iştiyak kaybı halidir. Benim eleştirim, modern batı psikiyatrisinin giderek hüznümüzü de depresyonun safına itmesine. Hüznümüzü de tedavi edilecek bir muhatap olarak görmek sıkıntısı. Bu şu açıdan tehlikeli. Giderek hepimiz şen şakrak, dünyada hiçbir şeyi dert etmeyen, ıstırap geldiğinde ondan köşe bucak kaçan insanlar haline geliyoruz. Istırap olmazsa hiçbir yaşantı insanda tam manasıyla derinleşmez.

Distopyalar ile ilgili bir şey söyleyeyim; bilinçaltında hep hayaletler, gulyabaniler dolaşıyor dedik ya, bu distopyalarda insanın insana edebileceği kötülüğün sınırı yok. Aslında distopyalar, modern batının kendi ruhuna tuttuğu bir ayna gibi geliyor bana. O kadar karanlık ve o kadar mizantrop ki, o kadar insan öfkesi ve nefreti ile dolu ki ölümden sonra da huzur yok, ölümden sonra da birileri mezarlardan kalkıp rahatsızlık verebilir. İnsan dönüşüp mutantlaşabilir, oradan kötülükler gelebilir. İnsandan insana felah yok yani bu ideolojide.

Peki, bahsettiğiniz bu mizantrop medeniyetin bizim üzerimizdeki yansımaları nelerdir?

O zaman çuvaldızı biraz kendimize batıralım. Siz eğitim sisteminizi bütünüyle rekabetçi bir sistem üzerine oturtursanız, rekabetçi kapitalizmin insan yetiştirme sahasına aynen tatbik ediyor olursunuz. Oradan mutant yaratıklar peydahlamaya başlarsınız. Başkasının hayrını ve iyiliğini gözeten varlıklar değil de ötekinin düşmesinden kendine bir paye çıkarabilecek varlıklar peydahlamaya başlarsınız. Siz şehirlerinizi beton etrafında kurarsanız, mabetlerden giderek uzaklaşır, bankaların göbeğine yerleşir ve insanları da kibrit kutularına koyarsanız, işte o zaman insan ruhunun yabancılaşmasını tırmandırırsınız ve birbirine selam vermeyen, birbiri ile konuşmayan, aile hayatından tamamen uzaklaşmış, yabancılaşmış varlıklar meydana getirirsiniz. Siz ekonomiyi sadece kârın maksimizasyonu üzerine kurar ve yoksulun, düşkünün, miskinin hakkını gözetmezseniz o zaman işte vahşi kapitalizmin önüne katılmış bir yaprak gibi o fırtınada oradan oraya sürüklenirsiniz ve kaybettiğiniz insan malzemeniz olur. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Eğer biz medeniyet ekseninde bir şeyler düşüneceksek bütün problemleri düşünerek işe başlamalıyız, yani inşa ettiğimiz evlerin nasıl olması gerektiğinden, dekore ettiğimiz kendi evlerimizin nasıl olması gerektiğine, insan ilişkilerimize kadar her şeyi yeniden dikkate almak zorundayız.

Son zamanlarda ben ilişki etiği üzerine bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Eşim yazdığım şeyleri okuduktan sonra kâğıdın altına Fussilet Suresi 34'üncü ayeti yazdı: "Size bir kötülük geldiğinde onu iyilik ile savın. Böylece düşman bildiğiniz kimseler size sımsıcak bir dost oluverir." Olağanüstü bir ayet. Zaten kitabımızın her ayeti olağanüstü… Bu ilişki etiği dost-düşman diyalektiği üzerine bana göre çok aydınlatıcı bir şey. Ayrı bir paradigma bu. Batı paradigması bana göre kötülüğü daha büyük kötülük ile sabitliyor. Oysa bu paradigma diyor ki bize kötülüğü iyilikle sabitle, düşman bildiğinin potansiyel dostun olduğunu da baştan idrak et. Düşman aslında kayıp arkadaştır. Düşman, bizim arkadaşımız olmasını çok arzu ettiğimiz ama yolda kaybettiğimiz kişidir.

Konuşma ahlakını tahkim etmek diyordunuz…

Evet, konuşma ahlakının Türkiye'nin bu yeni döneminde en temel meselelerinden biri olduğunu düşünüyorum. Nasıl işte birbirimize çok uzak düştüğümüzü konuştuysak ruhen, şimdi de bunu tamir etmenin yollarını aramalıyız. Siyaset köprüler kurmanın aracı olmalı. Biliyorum çok güçlü sinyaller geliyor şu anda mevcut siyasi aktörlerden. Ötekine giderken onu yok etme ve kendine benzetme niyetiyle değil onunla konuşup, ondan bir şeyler öğrenme ve onda kendinle ilgili bir eksikliği fark etme niyetiyle gitmek. İnsan kendine taraf bir varlık. Gruplarda da bu böyle. Gruplar da kendi yanlışlıklarına kör. Konuşma bizim kendimizi biraz daha iyi tanıma, kendi kör noktalarımızı daha iyi fark etme imkânı verir. Konuşma, kendi bulunduğumuz ve haklılığından yüzde yüz emin olduğumuz o konuların belki sorgulamaya değer tarafları olduğunu bize hatırlatır. İşte o yüzden konuşma ahlakını tahkim ederek birbirimize gidebiliriz, kendi mahallemizin çitlerini aşabiliriz. Öteki olmanın ne olduğunu hayal edebiliriz ve ötekine gitmenin bize kazandıracağı şeyleri fark edebiliriz.

Bu anlattığınız meselelerde hep büyük hikâyenin peşindeyiz. Mesela medeniyet meselesi de öyle. Biz medeniyet diyoruz ama bu medeniyet dediğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Medeniyeti nasıl tanımlayacağız peki?

Kahire'de ve Endülüs'te öyle camiler yapılıyor ki tabiatla arasında en ufak bir süreksizlik yok. Burada bahçe var ve bahçe caminin içine avlusuna açılıyor yani cami ve bahçe bir arada. Arada bir kapı da yok. O izlenimlerimde bana çok manalı gelmişti. Yani bu camiler tabiata kapısını kapatmayan camiler olarak adlandırılıyor. Bizim bir meselemiz var, geçmişi canlı canlı toprağa verdik. Toprağa verilmiş olan yeniden görünür olmak istiyor. Geçmişi artık politikanın tepindiği bir saha olmaktan çıkarabilmemiz lazım. Bence muhafazakâr kesimin en temel problemlerinden bir tanesi kendisini hâlâ oyun kurucu olarak hissetmemesi, hâlâ bir mazlumiyet ve mağduriyet ideolojisi üzerinden konuşması. Hâlâ bu toprakların sahibi gibi davranmaması. O eski camileri yapan insanlar ince ruhlu insanlardı. O camilerin aynılarını, kaba ruhlarımızla, kapitalizme iman etmiş, güçlünün hakikatine iman etmiş kaba ruhlarımızla yapamayız. Mahalleleri, kaba saba ruhlarımızla yeniden inşa edemeyiz. Kaba saba ruhlarımızla herkesin birbirine yabancılaştığı büyük siteler inşa ederiz. Önce insan ilişkilerinde halisliği, sahiciliği ve ahlakı bulmak zorundayız diye düşünüyorum. Medeniyeti ancak bu temeller üzerine inşa edebiliriz. O medeniyet de tam da o zaman sizin ruh inceliğinizin bir yansıması olur. Yaptığınız ev de, okul da, getirdiğiniz eğitim de o inceliğin bir yansıması olur. Ve o kişi, kimseyi yenme, yere serme iddiasında da değildir, o zaten kendi içinde yarışmaktadır. Mevlana'nın meşhur hikâyesi var ya, Rum ve Çinli ressamlar yarışıyorlar. Çinli ressamlar resim yaparlarken, Rum ressamlar çalışıyor. Çinlilerin resmini geçebilecek bir resim yok. Rum ressamların tarafı açıldığı zaman sadece duvarı güzel bir şekilde cilaladıkları görülüyor ve Çinlilerin yaptığı resim duvara yansıyor ve öyle ki resmin orijinalinden çok daha güzel gözüküyor. Burada bence bir metafor olarak Mevlana bizi, insan kalbinin Allah'ın yaratışındaki güzelliğin bir yansıması olması gerektiğini anlatıyor. Bence dini temeller üzerine üretilecek bir sanat, en güzelin aksi olmak iddiasındadır.

Bunu yaptığımızda, bireyin talepleriyle toplumun talepleri genelde çatışabilen şeyler oluyor. Bu bahsettiğinizi gerçekleştirebilirsek, bireyin talepleriyle toplumun talepleri çatışmak yerine çakışmış olacak. Çünkü fıtri olan iki taraf için de talep edilmiş olacak.

Şimdi mesela modern çağda ahlaki çatışma noktalarından bir tanesi, bireyin artık sadece kendini gözetmesi ve toplumun iyiliğini göz ardı etmesi. O 70'li yılların çiçek çocuk felsefeleri, toplum için yaşama felsefeleri, 2000'li yıllarda yerini 'ben nesline' bıraktı. Ve bu ben nesliyle beraber, giderek kendini önceleyen, kendi ihtiyaçlarını önceleyen, 'benim için iyi olan zaten iyidir' diyen bireyci bir felsefe zuhur etti. Bu toplumsal iyinin altını oyan bir felsefe. O büyük anlatılar, Marksizm vb. ideolojiler, insanlara toptan bir mutluluk vaadiyle çok totaliter hüviyetlere büründüler ama netice itibariyle toptan refah üzerine kurgulanmış şeylerdi. Şimdi diyoruz ki "Ötekinin ıstırabına ben bigâne kalabilirim. Ben yalnızca kendim için ve kendi kabilem için doğru olanı yaparım." Bu düşünce tarzı insan hayatına çok büyük fakirleşme getiriyor. Mahallenin iyiliğini düşünmezseniz, toplumun iyiliğini düşünmezseniz, o zaman siz refah içerisinde yaşarken, iki sokak ötenizde birileri açlıktan ölmeye başlıyor. Talal Asad adlı bir düşünür var, kendisine çok değer veririm. Muhammed Esed'in oğludur kendisi. Batı uygarlığı ile ilgili muazzam eleştiriler getiriyor. Mesela intihar bombacıları üzerine bir kitabı var. Henüz Türkçeye çevrilmedi, orijinali On Suicide Bombing. Kitapta tartışılan şey şu, bir insan gidiyor bir yerde bir cürüm işliyor, masum insanları öldürüyor, mutlaka kınanması gereken bir şey. Ama bir devlet gidiyor, bir hastaneyi bombalıyor Afganistan'da ve yine bir sürü masum insan ölüyor, ama nedense bu o kadar kınanmıyor. Bu çağda bizim bilincimizle çok oynanıyor. Pek çok konuda bize hokus pokus yapılıyor. Bu yüzden hayatı ve yaşadığımız politik iklimi sorgulayarak okumak çok önemli.

Biz siyaseti de insanı da toplumu da hep Batılı zaviyeden bakıp anlamaya çalışıyoruz. Maalesef Avrupa merkezci bakış, bütün zihin dünyamızı mahvediyor. Hepimizin aslında içselleştirdiği bir şey bu Avrupa'yı merkeze alan bakış. Michel Tournier'in Cuma ya da Pasifik Arafı diye bir kitabı vardı. Robinson Crusoe bize bir Cuma hikâyesi anlatıyor, her şeyden habersiz, Avrupalı adamın ehlileştirdiği ve terbiye ettiği kolonyal efendinin terbiye ettiği köle. Biz hikâyeyi o kitapta anlatıldığı gibi Cuma'nın tarafından da okumalıyız.

Eleştirdiğimiz bir aydın tipi var. O kadar Avrupa merkezci bakıyor ki olaylara, meseleyi hep 'Robinson' tarafından değerlendiriyor. Bu işin 'metodolojisini bildiğini' iddia ediyor. Bunun karşılığını toplumdan alamadığı zaman da mızıkçılığa başlıyor. 'Siz ne bilirsiniz ki' deyip hakaret ediyor halka. Bu konuda neler dersiniz?

Ben bunlara karikatür tipler diyorum. Bu karikatür aydın tipi gerçek bir sahiciliğe yaslanmıyor. Bu adamları batı akademisi içerisine de koysanız, muteber adamlar olamazlar. Ciddiye alınmazlar yani. Biraz şaklabanlıkla akademiyi karıştırıp, akademik pozisyonundan kendi sahne sanatına yer açan gösteri sanatçısı bunlar. Bazı antropologlar dünyanın geçirdiği süreci bir uygarlık süreci olarak okuyor ve Batılı toplumları bu süreçte hiyerarşik anlamda en gelişmiş toplum olarak değerlendiriyorlar. Afrika ve Asya toplumlarını ise insanlığın evriminde ara safha olarak değerlendiriyorlar. Bu beraberinde bize ne getiriyor derseniz, en gelişmiş ve insanlık için beynini en iyi kullanabilen halde olan Batı uygarlığının, diğer emekleme çağında olan uygarlıklara tahakküm etme hakkını başta kendisine vermiş oluyor. Beyaz efendi o kadar gelişmiştir ki, diğer bebeklik safhasındaki ilkel uygarlıkları kendi ilkeleri ve değerleri doğrultusunda boyun eğdirir ve onları eğitirse onlar için iyi bir şey yapmış olur. İşte aydın sınıfı maalesef batılı hegemonyanın, batılı elitlerin onlara ayrıcalıklı statü vererek kendi hükümranlıklarını sürdürdükleri bir sınıf olageliyor, batılı olmayan dünyada. Diyor ki, sen benim değerlerimi içselleştirdin, bak sen de kendi toplumundan daha üst ve ayrıcalıklı bir konumdasın. Dolayısıyla sen benden bu değerleri alarak aslında onları eğitme hakkına da sahip oluyorsun. Bu bir yönüyle çok ırkçı bir şey. İçinden çıktığı toplumun insan anlayışına, normal anlayışına, kâinat tasavvuruna tamamen yabancılaşarak, onunla hiçbir ruh kökü olmayan, onunla hiçbir ruhsal irtibatı olmayan başka bir kültürü alıp oraya dayatmaya çalışıyorsun. Bunun adı sömürgecilik. İşte aydın çoğu zaman bu sömürgeci zihniyetin bir uzantısı oluyor. Bunu Merkel'e yazılan mektupta da gördük. Adeta yalvardılar Merkel'e, Türkiye'ye gelip işte Türkiye'nin politik anlamda olumlu bir görüntü vermemesi için. Utanç verici bir şey. Cemil Meriç 'mustağrip' diyor, 'efendisinin ilacını çalıp içen ahmak uşak' diyor. Bu insanlar o batılı değerleri içselleştirerek, içinden çıktıkları insanlara karşı kendilerini daha üstün hissediyorlar.

Peki, size göre aydın nasıl biri?

Mesela tarih yazımında yepyeni arayışlar var, yani sessizleştirilmiş, sahnede söz hakkı verilmemiş insanların dilinden de tarihi anlatmak. Bunun en güzel örneği, Howard Znn'in Amerika Halklarının Tarihi kitabı. Kızılderili bakışından Amerika nasıl bir yer? Veya Türkiye'de resmi ideolojinin hapsettiği, yok ettiği, düşman ilan ettiği insanların gözünden yakın tarih nasıl bir şey? Bunları anlatmak. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aydın bize sadece muzaffer batının zafer naralarını söyleyen insan olmamalı. Aydın, ustanın araç gereciyle ustanın evini başına geçirebilen insan da olmalı. Batı medeniyetine, hâkim medeniyete eleştirel bir gözle bakabilen ama bu arada kendi nefis muhasebesini de ihmal etmeyen, kendi evinin problemlerine de bigâne kalmayan, kendisiyle ilgili de bir eleştiri getirebilen kimse olmalı. Julien Benda'nın meşhur bir kitabı vardır, Aydınların İhaneti diye. Orada Tolstoy'dan harika bir şey anlatır. Tolstoy askerde iken bir subayın çok acımasızca bir eri dövdüğüne tanık oluyor ve subaya çıkışıyor, 'Niye dövüyorsun' diye. Subay ona, 'Hiç mi yönetmelikleri okumadın' diyor. Tolstoy ise şöyle diyor: 'Ya sen, hiç mi İncil'i okumadın?' Şimdi memleket meselesini konuşuyoruz ya, Yahudilerin yurtsuzluğundan dem vurulup hep Yahudi'nin yurdu Tevrat'tır derler. Türkiye'nin, Türk'ün, Kürt'ün yurdu da Kuran'dır, ezandır, türküleridir, ağıtlarıdır, yaşadıkları ortak acılardır. Bütün bunlara bigâne kalan insanlar, Neşet Ertaş'tan geçmeyip sadece şanson söyleyen insanlar, kendi köklerine yabancılaşırlar ve bu halkla bir ahenk tutturamazlar, bu insanların bilgeliğini kavrayamazlar ve oraya hep üstenci, tepeden, onun sesini kısmaya dönük tahakkümcü bir bakış geliştirirler ve oradan bize bir hayır gelmez.

Son olarak memleket deyince aklınıza ne geliyor?

Memleket deyince benim aklıma, kendimi emniyette hissettiğim yer geliyor. Ruhumun bütün çıplaklığıyla var olabildiği yer geliyor. Aşinalık geliyor. Memleket deyince hepimizin aklına ne gelir dışarıya gittiğimiz zaman? Ezan sesi gelir, kuru fasulye gelir, simit gelir, türküler gelir, bayram namazı gelir, bir bayram namazı sonrası insanların neşe içinde dağılması gelir, ana babanın elini öpmek gelir. Memleket ezanı duyduğunuz her yerdir. Ve memleket, çayın demlendiği her yerdir.

Teşekkür ederiz.

PROF. DR. KEMAL SAYAR KİMDİR?
26 Mayıs 1966 yılında Ordu'da dünyaya gelen Kemal Sayar, 1989'da Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda yaptı. 2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Psikiyatri alanında öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde dört yıla yakın bir süre başhekim yardımcısı görevinde bulundu. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlığı görevini sürdüren ve halen serbestiyet.com'da yazan Kemal Sayar'ın yayımlanmış başlıca eserleri şunlardır: Hüzün Hastalığı, Olmak Cesareti, Yavaşla, Kalbin Direnişi, Kendine İyi Bak, Suf i Psikolojisi, Hızır ve Rosa, Otoyol Uykusu, Ricat.
BİZE ULAŞIN