Haritada yer beğenmek aslında güzeli, sevileni, heyecanlandıranı bulmak değil, tam da şarkının nakaratında olduğu gibi ‘beterin beteri var, haline şükret dostum’ mealinde bir şeydir. Yalnız buradaki ‘beter’, kötü anlamında değil ‘zorluk’ anlamında...
Herhalde bu başlığı okuduktan sonra sevdiğiniz, istediğiniz, hayallerini kurduğunuz yerleri art arda sıralamayacaksınız. Şuracıkta adlarını listeleyebileceğim, bu ülkenin güzide ve fakat yokluk içindeki vilayetlerini 'işte bunlar hayalini kurduklarım' cümlesi ile beraber heyecan ve sevinç vurguları yaparak anmayacaksınız...
Şimdi de böyle mi bilmiyorum. Ancak bu ülkede 'haritadan yer beğenmek' diye bir deyim vardı. Her ne kadar ara ara 'her yerin ve herkesin eşit' olduğuna dair ütopyalar dinlesek, 'orda bir köy var uzakta' şarkıları söylesek de biz bunun böyle olmadığını biliriz. Zaten şu yeryüzünde insanların icat ettiği birimler, ölçümler dışında eşitlik sağlanan bir şey var mıdır? Gerçek şu ki; eşitlik (=), hesap makinesinde bir tuş olarak yaşar, durur.
Ancak, ütopyada ısrarcı iseniz size bir önerim var. Ne mi? Elbette haritada yer beğenmeniz. Ancak bunun öncesinde bir bilgilendirme yapmak isterim. Haritada yer beğenmek aslında güzeli, sevileni, heyecanlandıranı bulmak değil, tam da şarkının nakaratında olduğu gibi 'beterin beteri var, haline şükret dostum' mealinde bir şeydir. Yalnız buradaki 'beter', kötü anlamında değil 'zorluk' anlamında...
Hikâyem şöyle başlıyor: Parkları, çocuk bahçeleri, bolluğun coşup durduğu ovası, yemyeşil baharları, plastikten yapılma yağmurluklarla insanların koşuşturdukları kışları ile hayal dünyamın bir parçası olan şehirdeyim. Bu şehir, doğduğum kent Manisa... Evin büyükleri bir şeyler konuşuyorlar. Bunlardan tek anladığım uzak bir yere gideceğimiz. Babamın tayini çıkmış. Tabii buna 'sürgün' dendiğini çok sonra, gittiğim yerde öğreneceğim. O yüzden yazının başında bunu 'babam haritadan yer beğenmiş' diye tarif edeyim de olsun bitsin. Altı aylığına gidilecek. Dolayısıyla altı ay için evi taşımaya gerek yok. Ancak nasıl oluyorsa bu altı ay kalma işini kesinleştiremiyoruz. Ev toplanıyor. Konu-komşu, akraba helalleşiyor. Beni bir heyecan sarmış. Ancak, herkes anacağızımın haline acıyor. Kadıncağız benden sonra gelen, muzır kardeşe hamile. Anneannemler babama kızgın kızgın bakıyorlar: "Oralara sürükleme peşinden bu kadını" laflarını duyuyorum.
Bu arada nedense taşınmamız trenle olacakmış onu öğreniyoruz. Bu, babamın memur olarak uyguladığı bir tasarruf planı mı yoksa başka bir sebepten mi hâlâ bilmiyorum. Eşyalar istasyonda trene yükleniyor. Biz de biniyoruz. Yolculuk başlıyor. Babam, annem, ablam ve ben... Altı kişilik, adına kompartıman denilen odaya kuruluyoruz. Abim yatılı Kuran kursunda okuduğu için burada kalacak. Daha sonraları bir defter sayfasını dörde bölüp sadece bir parçasına, hiçbir şey ifade etmeyen üç beş cümle kurduğu mektuplar gönderecek. Ve annem bunlardan hiç hoşnut olmayacak. Ömrünün sonuna kadar da abimi bizden kıymetli tutacak.
Kompartımana kurulduk dedim ya, tamamen boş değil, içeride bizden önce gelmiş bir de subay oturuyor. Doğuya asker sevkiyatı var. Manisa'da acemi birliğini tamamlamış olanlar gönderiliyor. Yani diğer kompartıman ve vagonlara dağılmış bir tabur asker var. Subay (sanırım yüzbaşı ya da binbaşı idi) gayet kibar, ilgili ve anlayışlı biri. Hemen benimle ahbap oluyor. Ailenin rahat etmesi için mümkün mertebe askerler arasında vakit geçirecek ve yolculuğun sonuna kadar da onunla vagonlar arasında cirit atacağız.
Trenle yeni şehirler, yeni hikâyeler
Bu arada tren söylendiği saatte kalkmıyor. İlk durakta rötar kelimesinin ne anlama geldiğini öğreniyorum. İki saat gecikmenin ardından kara tren buharlarını sala sala hareket ediyor. Pencereden bakmanın keyfini sürüyorum. Bu keyif, gözlerinize kaçan kömür tozu ile birlikte sürdürmeniz gereken bir şey... İlk durak Urganlı; burada tanıdıklar var. Havva teyze, bizi buluyor. Yolluk denilen bir sepet yiyecek hazırlamışlar. İçinde neler mi var? Bir tencere dolusu köfte yapmış. Ama ne bereketli köfte; hem biz yiyoruz hem de o subay dâhil, her istasyonda binene inene yemek saatinde ikram ediyoruz, bitmiyor. Günlerce yedik Havva teyzenin köftelerini...
Daha birkaç istasyon geçmişken olan oluyor. Tren kalkıyor ve bizim subay ortada yok; treni kaçırıyor. Birkaç istasyon sonra yetişiyor bir taksiyle. Meğer nişanlısının bulunduğu yerden geçiyormuşuz. Bizimki buluşmada oyalanınca treni kaçırmış. Derken duraklar durakları takip ediyor; Uşak, Afyon, Kütahya, Eskişehir... Seyyar satıcıların biri iniyor, biri biniyor. Koşuşturma içinde bir vagonu dolaşıp diğerine geçiyorlar. Simit, köfte ekmek, kaymak, lokum, çiğdem vesaire satılıyor; bazen de çeşitli meyveler. Bir istasyonda tren uzun rötar yapıyor, yarım gün kadar. Subay, askerler ve ben inip top oynuyoruz. Herkes için belki de çile niteliğinde bir yolculuk daha okula başlamamış bir çocuk için oyuna dönüşüveriyor. Zamanla Ege'nin hafif iklimi yerini İç Anadolu'nun karasal iklimine bırakıyor. Tren kıraç toprakların kasım soğuğunu içine çeke çeke ilerliyor. Sık sık kirli, sis tabakalarının içinde kalıyorsunuz. Yolcu profilleri de değişiyor. Ankara'yı geçtikten sonra artık üçüncü bir bölgenin insanlarının muhatabı oluyorsunuz. Onlarla beraber eşyaları, yükleri de farklılaşıyor. Kaz, ördek, hindi ve tavuk gibi kümes hayvanları da bu yolculuğa iştirak ediyorlar.
Babamla subay konuşurlarken duyuyorum: Babam, trende bir tabur değil, sadece 15-20 askerin olduğunu söylüyor. Subay bunun gerekçesini acı bir hikâye ile anlatıyor. Meğer daha önceleri askerler hep beraber sevk edilirmiş. Ailesinin yanında iki gün daha fazla kalmak isteyen bir asker virajda yavaşlayan trenden atlayıp firar etmek istemiş ve trenin altında kalarak feci şekilde can vermiş. Subay bu hikâyeyi anlattıktan sonra "İşte böyle hocam, o günden beri herkesi dağıtıyorum. Sadece söylediğim günde teslim olacakları yere gelsinler, yeter" diyerek cümlesini bitiriyor.
İç Anadolu'yu tükettikçe bozkır yaşamının yerini trenin ancak uzun tünellerle aşabildiği dağlar almaya başlıyor. Birden bir haber yayılıyor trene: Önümüzde bir kaza varmış. İki saat sonra kaza bölgesinde oluyoruz. Önümüzden giden trenle karşıdan gelen başka bir tren çarpışmış. Enkaz yığınlarının arasından geçiyoruz. Devrilmiş vagonlar var. Yüzlerce asker ve insan enkaz topluyor. Ancak çok sert bir çarpışma olmamış olacak ki hayatını kaybedenlerin sayısı az imiş. Önümüzdeki tren çarpmasa biz çarpacakmışız.
En sonunda kar görüyorum. Sadece ben değil, annem ve ablam da şaşkınlık içerisinde bakıyorlar. Hayatlarında ilk defa görüyorlar karı. Egeli ne anlasın kardan, fırtınadan... Annemin söylediğine göre kendi çocukluğunda Manisa'da bir kere yağmış ancak hatırlamıyormuş. Kara tren, askeri bir yürüyüş düzeni ile uygun adım toprağa yaklaşan kar ordularının içinden homurdana homurdana, ıslık öttüre öttüre yolculuğuna devam ediyor. Hatta rayların kavis yaptığı yerlerde arkada kalan vagonların üstlerinde birikmeye başlamış kar yığınlarını görüyoruz.
Ve bir gece vakti Erzurum'u geçtikten sonra Horasan'da trenden iniyoruz. Doğu Ekspresi ise son durağı Kars'a doğru yolculuğuna devam ediyor. Evet, iniyoruz ama ne iniş, karın yerini donmuş yollara bıraktığı, binaların damlarından yerlere kadar buzdan sarkıtların olduğu bir Horasan gecesi... Hemen bir sabahçı kahvesi buluyoruz. O zamanlar Anadolu'nun birçok yerinde otogarların ve otellerin yerini sabahçı kahveleri dolduruyor. Otel filan var mı onu da bilmiyorum. Ayrıca memurların parası otellere yeter mi yine bilmiyorum. Sabahçı kahvesinde bizden başka bir iki aile kümes hayvanları ile oturuyor. Ortada bir kömür sobası yanıyor. Sandalyelerde oturmak sıkıyor. Yatmak istiyor insan. Sadece başını masaya koyarak uyuyabilirsin. O da uyumak değil; nefsi kandırmak için birazcık kestirmek kabilinden bir şey...
TCDD iki kasa erzak borçlu
Bir süre sonra babam sabah namazına gidiyor. Namazdan, hafif kır sakallı, güleç yüzlü, sonradan adının Recep olduğunu öğrendiğim bir amca ile geliyor. "Haydi, eve gidiyoruz" diyorlar. Adam babamı camide yabancı görmüş ve kim olduğunu sormuş. Durumu anlayınca da bizi evinde ağırlamak istemiş. Gidiyoruz. Gidiyoruz ama durum biraz karışık. Recep amcanın evinde kendisi ve eşinden başka iki yetişkin kızı, iki yetişkin oğlu, bir evli oğlu ve tabii gelini, iki de torunu var. Onların zor sığdığı bir evde, gece sabaha karşı gelen ve kim olduğu bilinmeyen bir aileye yer açılıyor. İşte Anadolu deyip geçiyorsun ama hatırlanınca gülünen, anlamı düşünülünce de insanı insanlaştıracak ağlama hisleriyle dolduran hatıralar bırakıyor.
Bu ailenin evinde üç dört gün kalıyoruz. Sebep basit: Tren ambarından eşyalar alınacak. Ama sürprizler yakamızı bırakmıyor. İki kasa eşyamız kayıp. Kütahya ya da Ankara'da yükler ayrılırken bizim iki kasa Malatya'ya gitmiş; merhaba Malatya... Bu iki kasada, bir Ege ailesi için kışa girerken vazgeçilmez olan teneke teneke sızma zeytinyağları, ev yapımı tarhanalar, biber salçaları, peynirler filan var. "Onları isteteceğiz Malatya'dan" diyor tren idarecileri... Buradan ilan ediyorum; TCDD idaresi geçen 37 yılın ardından hâlâ bize iki kasa erzak borçlu...
En sonunda eşyalar alınıyor, Eleşkirt'e gidecek bir vasıta bulunup yükleniyor. Ailecek bir damperli kamyona sığınıyor ve son durağın yolunu tutuyoruz. Babam daha önceden gelip bir ön tespitte bulunmuştu ya biz de onun rahatlığı içindeyiz. Ancak onun yaz ayında gördüğü şehre lapa lapa yağan karla giriyoruz. Damperli kamyonun bir kısmı kapatılamadığından açıkta kalan eşyalar da tabii kardan adama dönmüşler. Neyse müftülük olduğunu öğrendiğim binanın önünde duruyoruz. Yalnız ortada bir sorun var. Babam 'nasıl olsa vardır' diye ev tutmamış, bugün düşünüyorum da sanırım gideceğine inanası gelmemiş, kısaca ortada ev yok. Eşyalar kamyonun kasasında biz de müftülük odacısı Osman'ın evinde kalıyoruz. Odacı Osman Eleşkirt'in yerlisi. İki küçük odalı bir kerpiç evde oturuyor, pembe yanakları, pırıl pırıl zeki gözleriyle etrafa neşe saçan dokuz çocuğa babalık yapıyor.
Ertesi gün ev bulunuyor. Şehrin içinden geçen bir dere var ve derenin üzerinde iki köprü. Bu köprülerden birisi Türkiye İran karayolunu taşıyor diğeri ise köyleri. İşte bu köy yollarına geçitlik yapan köprünün yanı başında bir ev. Biraz aşağıda ise şehrin mezbahası. Evin sahibi bir çocuğu ürkütecek derecede derin yüz çizgilerine sahip olan yalnız bir kadın: Hazal nine... Nine dediğime bakmayın gayet dinç, cevval, bağıra bağıra konuşan bir kadın. Evini bize veriyor ama bizden pek hoşlanmıyor. 15-20 gün içinde dördüncü kardeşimiz dünyaya geliyor. Bilahare büyüyecek, İzmir'de okuyacak, ilahiyatçı olacak…
Bacım'ın ne olduğunu bilir misiniz?
Eleşkirt, türkülerdeki gibi bir şehir "Oy Eleşkirt, can Eleşkirt/Dağı taşı şan Eleşkirt, Eleşkirt'in Köse dağı/Hem karlıdır hem dumanlı; Eleşkirt'in ovaları/Taştandır da duvarları" İçinden Fırat'ın ilk kolu Murat Çayı akıyor. Babamın deyimi ile "Havası, suyu çok iyi..." Şehirde bir trafo merkezi var. İçinde de bir dizel motor. Sabah açılıyor, akşam sekizde kapanıyor. Kapanınca ne mi oluyor; bütün elektrik sokak lambalarına kadar kesiliyor. Herkesin evinde birkaç tane Doğubayazıt'tan gelen el feneri var. Sınır ticareti kaçak göçek yürüyor. Teyp, saat, bazı mutfak eşyaları bulup-getirebilirsiniz. Ama el fenerleri Eleşkirt'te olmazsa olmaz. Şehrin birkaç kahvesi var. Hatırladığım, milletin geceleri uyanarak el fenerleri ile kahveye gidip Muhammet Ali'nin boks maçlarını seyretmeleri... Allah'ım nasıl bir duygu ve bağlılık; Türkiye adlı bu ülkenin Ağrı adlı şehrinin Eleşkirt adlı elektriğin dizel motorlarla sağlandığı ilçesinde gecenin üçünde jeneratörü çalıştırıp, kahveyi açıp, el fenerleri ile bir metrelik karlara bata çıka, adını Peygamber'inden ve O'nun damadından alan Amerikalı Müslüman Muhammed Ali'nin boks maçını izlemeye gitmek... (Allah hepsinden razı olsun)
Şehre alışmanın zorlukları ilk günden başlıyor. Ablamla bakkala gidiyoruz. Mintax Çamaşır Deterjanı ve Bacım Bulaşık Kremi alacağız. Orada kimse bunları bilmiyor. Çarşı bakkalda oturan iki adam bize şaşkınlıkla bakıyor. Ablam "Bacımın ne olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sorunca "Biliyoruz, sensin işte" diyorlar. Bacım orada bulaşık deterjanı değil. Ozon denmiyor. Yoğurt satılmıyor, evde yapılıyor. Çiğdem'in ne olduğunu bakarak buluyoruz. Onlar çekirdek diyor. Darı da ad değiştirip mısır olmuş orada. Bugün anlıyorum ki sadece Egeliler darı diyor.
Odacı Osman ve eşi kardeşim doğduktan sonra geliyorlar. Tek odada oturuluyor ve ikram çıkarılıyor. Ancak kapıcı Osman'ın eşi yemiyor. Nedenini öğreniyoruz; orada kadınlar erkeklerin yanında ve erkekler yerken bir şey yemezlermiş. Israr edince istisna oluyor. Şehirde iki tane de geleneksel 'mele' var, yani molla.
Şehirde bir iki de kitapçı var. Ablam alışkanlık üzere alıp bana okuduğu süreli yayınları arıyor. Heidi'yi sora sora buluyoruz; hani şu tekerlekli sandalyeli Klara ve keçi çobanı Peter'le arkadaşlık yapan kız... Bir de Ayşegül serisi var tabii; Ayşegül tatilde, okulda, lunaparkta, denizde filan... Ancak ablamın aşıları tutmayacak, okumayı öğrenir öğrenmez Tarkan ve Kara Murat'ın son sayılarının otobüsle Eleşkirt'e gelmesini bekleyen vahşi bir çocuk olacağım. Tarkan derken kurdunu da anayım. Köprü altında kafası yarılmış bir kurt köpeği yavrusu buluyor ve eve getiriyorum. Yarasına ilaç koyup evin içinde saklıyoruz. Hazal nine, eniğin ulumalarını duyduğunu söyleyip denetime geliyor sürekli.
Geriye dönüp baktığımda Aydın Sökeli veteriner Ali ağabey ile köy köy gezmelerimi, şehrin içine inen kan davalarını, kurtları ve tilkileri; hemşire Aynur ablayı, Manisa'yı ve anneannemleri aradığımız manyetolu telefonları, kışın at arabaları yerine geçen at kızaklarını, apansız bir gün evimizi talan eden seli, insanın kalbini yumuşatan ve ağlatan Kürtçe mevlitleri, 12 Eylül'de ziyaretimize kadar gelen sol görüşlü aileleri, alüminyum dükkânı olan ve herkesin saygı duyduğu Şıh İbraaam'ı, inci boncuk cinsinden her şeyi bulup getiren ve 55 yaşından sonra Kürt kadınlarının 'abooo' demesine aldırmadan çocuklarla Kuran kursuna başlayan Çerçi Hayro'yu anmadan geçmek olmayacak.
Altı aylığına gittiğimiz sürgünün beş yıldan fazla sürdüğünü söylemeliyim. Babam emekli olmasa biteceği de yoktu. Dediğim gibi, bu ülkede haritadan yer beğenmek, güzeller arasında bir seçki yapmak demek değildi, hiçbir zaman da öyle olmadı. Ama seçilen her yerin ayrı bir güzelliği vardı...