Bu röportaj, klasik bir hatıra aktarımının çok ötesinde; bir çağın izini süren, değişimin mihverinde yönünü kaybetmemeye çalışan bir âlimin tanıklığıdır. Karaman'ın kelimeleriyle yüzleşirken aslında kendi aile hafızamıza, aidiyet biçimlerimize, temsil krizimize ve kaçınılmaz modernleşmeye de bakıyoruz.
"Artık ne babamız gibi babalar, ne de o babaya ihtiyaç duyan evlatlar var," derken Karaman, yalnızca geçmişe ağıt yakmıyor; bugünü de açıkça sorguluyor. Bu sorgulama, ahlaki bir çerçeveyle sınırlı değil. Sosyolojik bir derinlik taşıyor, çünkü Karaman kendi ailesini anlatırken bile bireysel değil toplumsal olanı işaret ediyor: "Ben çocuklarımı okutunca biz sınıf atladık." Bir aileden başlayan ve imam hatip okulları ekseninde devam eden bu dönüşüm, yalnızca eğitimle sınıf değiştiren bir kuşağın hikâyesi değil; temsil sorumluluğunun, dini kimliğin ve otoritenin el değiştirmesinin hikâyesidir.
Aile dağılıyor mu?
Hayrettin Karaman'ın sesi, buhranın merkezinden geliyor gibi. Aileyi sadece duygusal değil; aynı zamanda yapısal bir kurum olarak okuyor. Baba figürünün "evin direği" değil, artık "evin sessiz bir sakini" hâline gelmesini yalnızca bireysel tercihlere ya da kuşak farklarına bağlamıyor; daha
derin, daha köklü bir çözülmenin işareti olarak görüyor. Karaman'a göre bu dönüşüm, bir kimlik kaybının da habercisi:
"Baba, yani ailede baba. Ailede ne olur? Geçim olur, kazanç olur, eğitim olur. Aile fertleriyle alakalı hayati kararlar alınır. (…) Artık danışılmaz. Dede bir şey söylerse, üfleyerek söyler, ağzım yanmasın diye. Söyler, oldu oldu, olmadı; o da dedenin durumuna göre ya küser ya da 'kendileri bilir' der."
Bu sözler, Müslüman ailenin geçirdiği dönüşümün en somut örneklerinden biri. Ailenin merkezinde duran baba figürü, artık yalnızca sembolik bir pozisyonu işgal ediyor. Karaman bunu dramatize etmeden, ama tespit gücüyle ortaya koyuyor. Sessizlikle kurulan bu otorite, artık yerini çoğu
zaman "iletişimsizliğe" bırakmış durumda.
Otoritenin çözülmesiyle birlikte, ailenin temel işlevlerinden biri olan "karar alma" yetkisi de dağılmıştır. Çocuklar kendi yollarını çizerken, ebeveynlerin rehberlik etme kapasitesi zayıflamış, çoğu zaman sosyal medya algoritmalarına veya arkadaş çevresine terk edilmiştir. Karaman, bu mesafeyi hem bir tür "otorite kaybı" hem de pedagojik bir kırılma olarak tanımlıyor:
"Çocuk kendi karar veriyor şimdi. Tahsile kendi karar veriyor. Evlenmeye kendi karar veriyor. Arkadaş seçmeye kendi karar veriyor. İlahi, yani hayatın bütün sefahatine kendi karar veriyor."
Burada yalnızca bir "özgürlük" anlatısı yok. Karaman'ın derdi özgürlükle değil, sahipsizlikle. Aile, çocuk için bir istikamet çizemez hâle gelmiştir. Bu, sadece bireylerin değil, kuşakların yönsüzleşmesi anlamına geliyor.
Peki, bu dönüşüm doğal mıydı? Karaman hem evet diyor hem hayır. Geleneksel otoriter baba figürünün hatalarına işaret ederken, onun yerine konan boşluğun daha büyük bir kriz doğurduğunu da ihmal etmiyor. Ona göre sorun, otoritenin varlığı değil, o otoritenin hikmetle işletilmemesi:
"Baba saygınlığını ve otoritesini her zaman arifane ve hakimane yani bilgiye, irfana, hikmete uygun kullanmadı. O da duygularının esiri oldu. Öfkesinin, hırsının, kendi arzularının etkisi altında kaldı."
Bu cümle, Karaman'ın iç muhasebesinin merkezinde. Geleneksel yapının yıkılmasını sadece dışsal nedenlere bağlamayan bir bakış açısı bu. Erkekliğin ve babalığın krizi, modernitenin dayattığı bireyselcilik kadar, içeriden gelen zaafların da ürünü.
Bu çözülme, yalnızca bir otorite kaybı değil; bir aidiyet kaybı. Artık babalar, kararların dışında bırakılıyor; çocuklar hayatlarının rotasını "ben" merkezli çiziyor. Bu yeni durumun adı, Karaman'a göre bir "paylaşım"; ama o paylaşımın çoğu zaman bir "dağılma"ya dönüştüğünü de sezinliyor:
"Otorite tek kişiye ait olmaktan çıktı, paylaşıldı. Ben öyle görüyorum."
Paylaşım, burada ideal bir iş bölümü değil, işlevsizleşmiş bir otoritenin mirası. Ortaklaşa alınmayan kararlar, sorumluluğu da belirsizleştirmiş. Ailenin dönüşümü, böylece sadece biçimsel değil, işlevsel bir krize evrilmiş.
Temsilin bozulması
Hayrettin Karaman'ın en çarpıcı eleştirilerinden biri, temsile dair. O, Müslüman kimliğin yalnızca bireysel bir inanç sistemi değil, aynı zamanda görünür ve tutarlı bir yaşama biçimi olduğunu savunuyor. Bu nedenle temsilin zayıflaması, ona göre yalnızca bir sembol kaybı değil, daha geniş çaplı bir ahlaki ve sosyolojik çözülmenin işareti. Bu durumda ortaya çıkan şey ise ne tam olarak "onlardan" ne de "bizden" bir kimlik:
"Bu ne onlardan ne bizden olmaktır."
Bu ifade, Karaman'ın düşünce sistematiğinde önemli bir kırılmayı gösteriyor. Onun gözünde modernleşen Müslüman kadının açmazı, yalnızca başörtüsünü takmak ya da çıkarmak değil; başörtüsünü taşırken onu hangi hayat tarzıyla beraber taşıdığıdır.
Temsil, burada yalnızca bir "kıyafet" meselesi değil; bir tutarlılık meselesi. Karaman'ın bu konuda aldığı eleştiriler –hatta linçler– onun bu tutumu nedeniyle oluyor. Fakat o ısrarla "edep" ile "ahlak" arasındaki farkı vurguluyor:
"Edep, ahlakın koruyucu zarfıdır. Ahlaksız demiyorum. Ama edepsiz. Yani bize göre edepsiz."
Bu cümle, klasik bir muhafazakârlığın çok ötesinde bir kültürel duyarlılığı yansıtıyor. Karaman için din, görünüşte yaşanan bir kimlik değil; tutarlı bir varoluştur. O yüzden temsildeki kopuş, daha geniş bir çözülmenin ipuçlarını veriyor.
Buradaki kırılma, sadece kadınlara dair değil. Karaman, başını açan kadınların yanında, "başını içeriden açan erkekler"e de dikkat çekiyor. Görünmeyen ama zihnen sekülerleşmiş Müslüman erkek tipolojisi de en az kadınlar kadar temsil krizinin içinde:
"Başını açan erkekler belki kadınlardan daha fazla. Çünkü kadınlar açtığı için doğrudan apar topar ediliyor ama erkekler içeriden açılıyor."
Bu ifade, sadece bir ironi değil; büyük bir iç çelişkinin işareti. Görünürlük üzerinden tanımlanan temsilin, görünmez alanlarda nasıl yok olduğuna dair ince bir gözlem. Erkeklik de bir temsil biçimidir ve erkeklik de dönüşmüştür. Artık yalnızca kadın değil, erkek de taşıdığı sembolleri yaşantıya dönüştürmeden ifade etmeye çalışıyor, bu da temsilin özünden kopmasına yol açıyor.
Karaman'ın bu meseledeki temel önerisi açık: Müslüman olmak, bir bütünlükle var olmaktır. İki dünya arasında salınan kimlikler, temsil krizini derinleştirir. Ona göre bu kriz, yalnızca bireysel değil, kolektif bir meseledir ve çözümü ancak "cemiyet" bilinciyle mümkündür.
İmam-Hatibin rolü
Hayrettin Karaman'ın çocukluğu ve gençliği hem maddi hem kültürel anlamda alt sınıf bir Müslüman aileye ait bir çocuk olarak geçer. Babası demircidir. Elinde çekiç, körük çeken bir çocuk olarak büyür. Ancak bir gün babası ona bir teklif sunar: "Okumayı bırak, şu bisikleti alayım sana." Karaman'ın yanıtı nettir: "Okuyacağım." Ve o "peki" deyişiyle birlikte bir babanın, bir oğlunun kaderine nasıl alan açtığını anlatır:
"Babam bana dedi ki, çalışırsan
sana bu bisikleti alacağım. Ben de
hayır, okuyacağım dedim. Babam
sadece 'peki' dedi. Yüz babadan
beşi demezdi bunu. Çoğu okuyanlar
ne olmuş derdi."
İşte o "peki", yalnızca bir pedagojik açıklık değil, Müslüman halkın kaderinde açılan yeni bir yoldur. O yol, İmam-Hatip okullarıyla şekillenir. Bu okullar yalnızca dinî eğitim veren kurumlar değildir; Karaman'ın ifadesiyle bir sosyal mobilite aracıdır. Onlar sayesinde alt sınıf Müslümanlar, devlet okullarında temsil edilemeyen değerlerini koruyarak kamusal alana dâhil olur:
"Ben çocuklarımı okutunca biz sınıf atladık. İmam-Hatip okulları Anadolu insanına sınıf atlattı. Kültürel anlamda, sosyal anlamda, hatta biraz da ekonomik anlamda."
Karaman bu cümlesiyle, İmam-Hatip deneyiminin sadece bireysel bir başarı hikâyesi değil, toplumsal bir dönüşüm olduğunu işaret ediyor. Burada bir kırılma yaşanıyor: Devlete ve onun seküler eğitimine karşı mesafeli duran halk, İmam-Hatip sayesinde ilk kez eğitimle barışır. Bu sadece bir uyum değil, aynı zamanda bir özneleşme biçimidir.
Röportajda Karaman'ın anlattığı bir sahne çok çarpıcı: Bir tellal, şehir meydanında imam-hatip okullarının açıldığını ilan etmektedir. Dindar halk ağlayarak bu haberi karşılar: "Bu mekteplerde Kur'an-ı Kerim, fıkıh, siyer okutulacak denince adam ağlamaya başladı. Gözlerinden yaşlar akıyor, bir yandan da bağırıyor: Elhamdülillah! Bugünleri de gördük!"
Bu sahne, Müslüman halkın eğitime olan mesafesinin sebebini de açıklıyor: Sekülerleşmiş devlet okulları ile halk arasında bir kültürel uçurum vardı. Karaman bu uçurumu şöyle tarif ediyor: "Devletin okullarına karşı bir sevgi yoktu. Çünkü iki dünya farkı ortaya çıkmıştı. Okullara hâkim olan zihniyet ile halkın zihniyeti arasında bir yarık vardı."
İmam-Hatip okulları bu yarığın üstüne atılan bir köprü olur. O köprüden geçen sadece öğrenciler değil, sınıflar, kültürel aidiyetler, nesiller olur. Karaman'ın oğulları profesör olurken, torunları akademisyen, ilahiyatçı, araştırmacı olarak bu yeni dünyanın kapısını aralar.
Ancak bu geçiş sadece bir "kültürel yükseliş" olarak kalmaz. Aynı zamanda yeni bir temsil krizi doğurur. İmam-Hatip kuşağının bir kısmı, kamusal alanda görünür oldukça, temsil sorumluluğu da artar. Karaman'ın temsil meselesine dair eleştirileri, tam da bu dönemin içinden konuşuyor. Çünkü geleneksel dindarlık, bir aidiyetken; modern dindarlık artık bir temsil yüküdür.
İşte tam bu noktada Karaman'ın altını çizdiği bir başka gerçeklik beliriyor: Sınıf atlamak, kimlik değiştirmek anlamına gelmemeli. Modern imkânlara sahip olmak, modernleşmenin değerlerini içselleştirmek anlamına gelmez. Karaman'a göre Müslüman birey bu dönüşüm içinde hem güçlü bir aidiyet hem de bilinçli bir farkındalık geliştirmelidir.
Bu bağlamda, eğitimle sağlanan sosyal mobilitenin ancak değerlerle tutarlı bir yaşama dönüştüğü sürece anlamlı olduğunu belirtiyor. Aksi hâlde eğitimli ama kimliğini kaybetmiş bir dindar profili oluşur. Bu da Müslüman ailelerin bugün yaşadığı en derin temsil krizlerinden biridir.
Cemiyet, muhit ve yalnızlıkta direnmek
Müslüman aile bu iklimde, ancak kendi değerleriyle uyumlu çevrelerle bir arada yaşadığında hem ahlakını hem temsilini koruyabilir. Karaman'ın bu yaklaşımı, klasik fıkıh anlayışının ötesine geçen bir sosyolojik farkındalık taşıyor. Çünkü mesele artık sadece doğru olanı bilmek değil; o doğruyu yaşayabilecek zemini kurmaktır.
Onun ifadesiyle Müslüman aile, çocuklarının hayatına tesir etmek istiyorsa, önce kendi çevresini inşa etmeli: "Siz çocuğunuzun ne ve nasıl olmasını istiyorsanız, bunun için gereken çevreyi oluşturmalısınız. Çocuğun seçim hakkı yok mu? Var. Ama siz de ona kendi değerlerinizi yaşatacak zemini sunmakla yükümlüsünüz."
Burada Karaman, çocuk terbiyesini soyut bir idealden çıkarıp çok somut bir toplumsal bağlama yerleştiriyor. Eğitim sisteminden arkadaş seçimine, sosyal medya kullanımından günlük yaşam alışkanlıklarına kadar her alan, Müslüman bir hayatın temsili açısından önemli.
Bu noktada "aileyi yeniden var etmek" bir tercih değil, bir mecburiyettir. Karaman, bu görevi açıkça dile getiriyor: "Biz aileyi var etmeyi birinci iş kılacağız Ayşeciğim. Aileyi var etmeyi…"
Bu cümle, röportaj boyunca zaman zaman dağılan düşüncenin, sezgisel olarak toparlandığı yer. Karaman burada yalnızca dinî değil; medeniyet perspektifiyle konuşuyor. Aile, İslam medeniyetinin hem üretici hem taşıyıcı birimidir. Aile yıkıldığında, kültür, ahlak, eğitim ve temsil de çöker. O yüzden aileyi yeniden kurmak, cami inşa etmek kadar kutsal ve zorunludur.
Hayrettin Karaman'la gerçekleştirdiğim bu röportaj, bir hatırattan fazlası oldu. Hoca, gıkı çıkan bir adam; çünkü konuşmanın sorumluluğunu ve susmanın ağırlığını bilen biri. Röportaj boyunca ne bağırdı, ne slogan attı, ne de geçmişi idealize etti. O yalnızca tanıklık etti. Sessizleşen Müslüman
baba figürüne, temsili yıpranan Müslüman kadına, yönsüzleşen Müslüman gence... Ama en çok da kaybolmaya yüz tutan "cemiyet"e seslendi.
Bu köşenin amacı da buydu: Tanıklık etmek. Bir âlimin, bir dedenin, bir babanın ama en çok bir ümmetin içine düştüğü sessizliğe. Ve belki o sessizliğin içinden gelen, gıkı çıkan bir sesi duyurmak.