Zaman deyince akla ilk gelenlerden biri zamanı gösteren saatler. Saatler denilince, hele hele eski, nadir, tarihi saatler denilince ülkemizde ilk akla gelen kişi ise 60 yıllık saat tamir ustası Recep Gürgen. Aile işi olarak çocukluğunda girdiği saat tamirciliğinde nesli tükenmiş üstatlarla çalışarak zanaatinde zirveye çıkmış bu isim nadir, nadide, antika ve eski saatleri tamir eden çok önemli bir usta. Topkapı ve Dolmabahçe gibi saraylardaki nadide saatlerin bakım ve onarımı da bu mesleğin günümüzdeki üstatlarından biri olan Gürgen'e emanet… Bugüne kadar on binlerce saatin elinde yeniden sıhhat bulduğu bu usta ülkemizde ilk Saat Müzesi'nin de kurucularından. Recep Gürgen adeta bir tarihi saatler galerisi niteliğindeki atölyesinin atmosferi içinde zaman ve saat kültürü üzerine deneyimlerini Lacivert ile paylaştı.
Saat tamirciliğine nasıl yöneldiniz, nereden merak saldınız ve kendinizi nasıl yetiştirdiniz?
Biz Kosova göçmeniyiz, 1957'de göç ettik. Balkanların kaderidir; her zaman göç. Dayılarım saatçiydi. Türkiye'ye gelince de dükkân açtılar; çırak lazımdı, beni çırak olarak aldılar. 1960'ta dayımın Sirkeci'de bulunan Doğubank İş Hanı'ndaki dükkânında işe başladım. Böyle bir şansım oldu ama benim de kişisel merakım, sevgim vardı bu mesleğe. Kosova'da okula giderken dükkânın önünden geçer, vitrine bakar dururdum. 14 yaşımdaydım o zamanlar. Doğubank İş Hanı bomboştu, sadece birinci katında dükkânlar vardı. Ben çırak yetiştirmenin, ustanın yanında olmanın ne olduğunu orada gördüm. Bir mesleği öğrenecekseniz önce o mesleği yapabilir misiniz, o dikkate, o beceriye sahip olabilir misiniz, o ahlakı haiz misiniz gibi kriterlere bakılırdı. Bunların hepsinden geçtikten epey bir zaman sonra sizin el becerinizi eğitmek ustaya kalıyor. Yani önce sizde ne var ona bakılıyordu. Böyle süreçlerden geçerek saatçiliğe başladım. Oradaki iş klasik saatlerdi: Cep saati, kol saati, masa saati, duvar saati ve evin ihtiyaçları olan diğer saatler. Bu tür saatlerle devam ederek belli bir noktaya geldim ama bunun eğitilme kısmı da farklı bir şeydi tabii. Toplumsal hayata uyumlu olup olmadığınıza, insanlarla ilişki kurabilme becerinize, gelen gideni ayırt edebilmenize de bakılıyordu o zaman. Bunlar da çok önemli şeyler çünkü şimdiki gibi her şey kaydedilmiyordu. Hep göz hafızasıyla hareket ediyordunuz. Kim geldi, niçin geldi, ne bıraktı, ne aldı gibi şeylerin hepsi müşteri gittikten sonra sizden hatırlanması beklenen şeylerdi. Ustalar bir şey unuttuğunda siz onların hafızası oluyordunuz.
Sonrasında nadir saatlere yöneldiniz sanırım?
Birkaç yıl sonra dayım buradaki işini bırakıp Kosova'ya dönünce başka yerde çalışmak zorunda kaldım ama öyle bir mesafe
almıştım ki artık çırak olarak değil, saatçi olarak iş arıyordum. Birkaç sene bir dükkân açarak bir firma ile birlikte çalıştım. İş olarak hayatta hiçbir şey kaybolmuyor; siz bunun peşinde değilseniz bile sizi birileri görüyor. Zamanla "Sen neden burada iş yapıyorsun? Falan yerde Wolfgang Meyer diye bir saatçi var. Oraya müracaat et, bu işleri orada da yapabilirsin, elin çok yatkın" dediler. Ben de gittim Meyer'e müracaat ettim. Orası bir dükkân değil; bir atölye ve kocaman fabrikamsı bir yerdi. O zaman Wolfgang Meyer hayattaydı. Dedesi Johann Meyer Abdülhamit'in saatçisi olarak Almanya'dan gelmiş, kendisi de İstanbul'da doğmuş. Üç nesildir padişahın ve sarayların saatlerini tamir eden işin ehli bir ailenin üçüncü kuşağıydı. Sordu, soruşturdu, "Bir deneme yapalım. Çeşitli testlerden geçtikten sonra biz sana döneriz" dedi. Ben de "Beni gönderdi, artık aramaz" diye düşündüm ama baktım ki bir mektup geldi, beni işe davet ediyor. Bir çarşamba günüydü, gittim konuşmaya. "Bir ay çalışacaksın, seni deneyeceğim." Cumartesi günü bana "Pazartesi gelirken nüfus kâğıdını getir, sigortalı yapacağız" dediler. Yani üç günde karar verdi. Bütün bunlar içine girdiğim işin her şeyini bilme, öğrenme arzusuyla alakalı. Bizim yetiştirilmemiz okulda birinci olmak gibi bir şeydi. Biz, işimizde birinci olmak gayretindeydik.
Oradaki hiçbir yerde görmediğim bir ortamdı, saatler farklıydı. O dönemin saatçileri saat dışında bugünün bilgisayarlarının, elektroniğinin ayarında çeşitli cihazlarla uğraşırdı. Hassas olan her şey saatçiliğin alanındaydı ve saatçilik mikro mekanik kapsamındaydı; termometreler, barometreler, mikrometreler, sayaçlar, tartılar, laboratuvarlardaki birçok cihaz orada tamir edilirdi. Her türlü mekanik düzenekten anlardı saatçi. Branşlara ayrılma vardı. Kol saati tamircisi, kesinlikle kendi işinin dışında başka bir işe karışmazdı. Elinizde mikro bir şey var ve ondan üç-beş kilo daha büyük bir şeyle yaparsanız onun hassasiyetini kaybedersiniz. Dolayısıyla devamlı o işi yapan başkaydı, ondan daha büyük işleri yapan başka. Her işin ayrı bir masası vardı. Farklı günlerde farklı işleri yapardık. Hâlâ öyle çalışırım.
Wolfgang Meyer'le çalışmak önemli bir kısmet olmalı…
Meyer'in dedesinden kalma bir sorumluluğu vardı. Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı gibi sarayların saatlerine karşı
aileden kalma fahri bir görev, bir sorumluluk hissediyordu. O yüzden o işe de devam ederdi. Meyer'in o zamanki atölyesine de sadece saraydan saatler değil, dönemin gördüğünüz birçok tarihi yapılarındaki saatleri ile bazı ailelerin kıymetli saatleri de tamire gelirdi. Ben orada normal saatlerin dışında her türlü mekaniği ve saati gördüm; onların parçalarını yapmak durumunda kaldım. Orada hem saatin yenisi hem de parçaları yapılıyordu. Tamir ettiğimiz saatlerin parçasını herhangi bir yerden alamazsınız; kendiniz yapmak zorundasınız.
Meyer, 1970'lerde Topkapı Sarayı'nın saat müzesini oluşturuyordu. Ben de onunla birlikte saraya gidip geliyordum. Topkapı Sarayı saatlerinin bulunduğu yerlerden, depolardan çıkartıp bakımını yapıp sergilenir hâle getirmiştik. Bu birinci dönemdi, sonra saatleri daha büyük bir mekâna taşıdık. Onun vefatından sonra da sürdürdük. Topkapı Sarayı bir müzeydi ama Dolmabahçe Sarayı'nın gerçek anlamda müzeye dönüşmesi daha geç oldu. Orada dönem dönem kullanılmakta olan saatlerin bakımını yapmaya giderdik beraber. O tarihi saatlerle yakınlığım bu şekilde başlamış oldu.
Dünyadaki bütün saat mekanizmaları hakkında bilginiz olduğu söyleniyor, doğru mu bu?
Doğrudur. Yeteneğimiz başkaları tarafından keşfedilerek belli bir seviyeye getirildi. Benim şansım böyle bir ailenin içinde, böyle bir atölyede çalışıyor olmam ve bu işe erken başlamamdır. Yoksa bu işte başkaları da var, benim yetiştirdiğim birçok kişi de var. Ama bir yandan da hiç saat tamir etmeden saatçiyim diyenlerle dolu ortalık.
Sadece eski saatleri tamir ettiğiniz söyleniyor.
Ben yeni saatleri tanıyorum, biliyorum ama şöyle bir prensibim var; ancak eski bir saat hiçbir yerde tamir edilemiyorsa ben o tür saatlere yöneliyorum daha ziyade. Hiçbir yerde tamir edilemeyen saatler gelir beni bulur. Yeni parçası bulunabilecek saatleri herkes tamir edebiliyor ama benim işim eski saatlerin tamiri, bunlardan oldukça farklı bir şey.
Gördüğüm kadarıyla atölyeniz bir müze gibi, hepsi antika ve değerli saatler... Siz herhalde belli bir seviyenin altındaki saatlere bakmıyorsunuz.
Saatçilerin birçoğu bu saat tamir olmaz deyip gönderiyorlar. O tamir olmaz denilen saati tamir edecek birinin bulunması gerekiyor. Ben "Tamiri imkânsız saat yoktur" diyorum. O tamir edilemeyen saatler bir şekilde beni buluyor. Ben "tamir ediyorum" şeklinde değil, "o saati kurtarıyorum" diye düşünüyorum çünkü atılamayacak kadar değerli saatler. Sadece sahibi için değil, o saat kültürel bir değer. Başlı başına bir değer olduğu için onun kurtarılması gerektiğine inanıyorum ve onu yapmak için gayret ediyorum. Parçalarını da kendim yapıyorum.
Tamir edeceğiniz saatleri siz seçiyorsunuz ve piyasa saatleriyle uğraşmıyorsunuz sanırım?
Aslında "seçiyorum" demek yanlış. Başka yerde tamir ettiremediklerini getirirler bana. Kendi atölyemde çalışmanın ötesinde hâlen Dolmabahçe'nin ve Topkapı'nın saatleriyle uğraşıyorum. Böyle bir işim de olduğu için bütün zamanımı oralarda harcıyorum. Kendi işime de çok az zamanım kalıyor.
O zaman hep eski ve antika saatleri alıyorsunuz. Elinizden ne kadar saat geçmiştir sizce?
Yıllarca bir yerlerde durmuş eski saatler oluyor. Elimden geçen saatlerin toplamına ben 20 bin dedim, herkes onu 40 bine çıkardı.
İstanbul'un önemli şahsiyetlerinin, köşklerin ve sarayların saatleri sizin elinizden geçmiştir değil mi?
Hâlâ da öyle. 1960'tan günümüze, 60 sene oldu neredeyse. Eskiden saat tamire gönderilmez, tamire getirilirdi. Sahibi için büyük bir manevi değeri vardı. Onun zevkini de üzüntüsünü de kendi yaşamak isterdi. Ustamın yanına "Bay Meyer, sana bir zahmetim olacak; saatimi bozdum" şeklinde gelirlerdi. O saatin sahibiyle doğrudan karşılaşırdık. Babasından, dedesinden kalma olduğunu anlatırlardı. Şimdi bunlar azaldı. Meraklılar seyrek oluyor.
Sizin mesleğinizde çalışan biri için en büyük heyecan nedir?
Kapıdan gelen her saat benim için bir heyecandır çünkü kendi kendine bozulmuş saat çok azdır. Paslanır, küflenir, aşınır vesaire… Ben gelecek olan saatin başına kimler tarafından neler getirilmiş diye merak ediyorum. Heyecanı o oluyor. Sonra bakıyorum ki kendi kendine durmuş, o benim için büyük bir mutluluk oluyor.
Saati tanımak sizce ne demek?
Öncelikle tarihini bilmek gerek. Hepsinin adı saat ama her saatin mekanizması farklıdır, hepsinin kendine göre bir farkı var. Yapıldığı dönemin sanat akımlarını, teknolojisini yansıtır. Her saatten beklenen şey ve sonuç farklıdır. Çok hassas saatler vardır, bir de daha vasat, günlük kurduğunuz saatler vardır. Saat, zamanı göstermenin ötesinde obje olarak da önemlidir.
Saatler bize vakitten başka şeyler de anlatır mı?
Saat, zamanı gösterir. Zamanı ölçense içindeki mekanizmadır ve mekanizmaların hepsi farklıdır. Zamanı ölçen sarkaçtır, o sarkacın sallanımıdır. Sarkaç sıcakta uzar, soğukta toplanır. Uzun sarkaç yazın daha uzun sallanır, kısası daha hızlı sallanır. Tıpkı bir çocuğun elinden tutarak yürümek gibi; sizin iki adımınız çocuğun üç adımına eşittir ama aynı yolu yürürsünüz. Bu sarkaç da aksadığı zaman bir aksaması bir saniye ama onun iki-üç sallanımı bir saniye. Felsefe ya da matematik gibi; büyük insanların yaptığı hatalar anlık da olsa çok şeye sebep olur oysa küçüklerinki görünmez. Bugüne kadar saatçiliğin bu hâle gelmesi çok süreçlerden geçti ve saatçilikteki ilerleme, teknoloji diğer bütün alanları tetikledi. O dönemler teknoloji saatçilikten istifade etti, şimdi ise saatçilik teknolojiden faydalanıp kendini geliştiriyor.
Peki, bildiğimiz kol saati ya da duvar saati dışında ne tür saatler var?
Kuburlu saat, masa saati, şömine saati, duvar saati, guguklu saat, çalar saat gibi saatler var. İslam dünyasında ise daima çift kadranlı saatler kullanılmış. Biri alaturka, diğeri alafranga olarak kullanılmış. İki zamanı da anında görmek için. Biliyorsunuz, alaturka saat, bir anlamda yerel saat demek. Alaturka saatin ana prensibi akşam ezanında gün değişimidir. Gün bizde ezani saatte, akşam ezanında değişir ve akşam ezanından sonra çarşambadan perşembeye geçilir fakat güneş hep aynı vakitte batmadığı için saati ayarlamak lazım. Her akşam ezan okunduğu zaman saatler 12 yapılırdı. Saatleri ayarlamak odur. Bunu her gün yapmak istemeyenler için takvime bakarak normal saate göre kaç dakika ileri ya da geri alınır.
Ezani saatlerdi onlar.
Eskiden alafranga saatlere ihtiyaç yoktu. Ne zaman ihtiyaç oldu? Tren, vapur, telgraf dönemlerinde ikinci bir saate ihtiyaç duyuldu. Abdülhamit döneminden önce böyle bir ihtiyaç yoktu çünkü telgraf vesaire ile birlikte memleket saat ayarı da o dönemde başladı. Önceden her şehir kendi saatini kullanırdı. Hatta bizim dönemimizde radyoda anons edilirken memleket saat ayarı diye verilirdi. Benim çocukluğumda ustam sorardı; "Saatini alaturka mı ayarlayayım, alafranga mı?" Çünkü hâlâ alaturka saati kullananlar vardı. Son zamanlara kadar alaturka saati nasıl ayarlıyorduk? Her caminin yanında muvakkithaneler bulunurdu. Önce muvakkitin bulunduğu camide ezan okunur, muvakkitin olmadığı camilerdeki ezansa diğeri okuduktan sonra okumaya devam edilir. Bizde saatlerin doğru olma zorunluluğu vardı çünkü günde beş kere kontrol ediliyor ama Batı'da saatlerin doğruluğu ancak paraya tahvil edilmeye çalışıldığı zaman zorunlu bir hâle geldi.
Toplumumuz uzun süre çift saatli yaşamak zorunda kaldı o halde?
Evet, çift zaman, çift takvim hatta üç farklı saat ayarı kullanırdık. Geçiş hemen olmadı. Nasıl ki alfabede problem yaşadıysak zaman konusunda da yaşadık.
Saatler zaman göstermenin dışında da bir şeyler ifade ediyor mu?
Bir kere ihtiyaçtı saat. Öte yandan bir statü göstergesiydi. Saat kolay hediye edilir bir nesne değildi, genellikle aile reislerinde olurdu. Saat bir kere alınmasıyla da kalan bir nesne değildi. Bakımı, tamiri gibi meseleler de masraflı olurdu. Saatten saate çok fark vardı. Eskiden camilerde yahut başka bir yerde otururken hiç gerek olmadığı zamanlarda saati olan kişi saatini çıkarır ve bakardı. Hemen diğerlerinin dikkatini çeker ve saat üzerine konuşmaya başlarlardı. Eski kol saatleri anılar birikimidir. Saatin sahibinin birçok hatırası vardır ve tamir ederken azami dikkat gösteririz çünkü o kişinin anıları yıllarca birikmiştir o saat üzerine. Bu sebeple bir saati tamir ederken saatin sahibine sorarız nasıl tamir etmemizi istediğini.
Dolmabahçe Sarayı'nda tesis ettiğiniz Saat Müzesi'nden de bahseder misiniz?
Ustam Meyer'in sağlığında saraya çağrıldığımızda giderdik. Bazen bir heyet geleceği zaman heyetin gireceği odadaki saatler tamir edilirdi. Bu, kısa zamanlı işler gibiydi. Biraz önce bahsettiği gibi Topkapı Sarayı'ndaki saatleri de teşhir edilecek hâle getirdik. Onlar teşhir edildi. Zaman içerisinde oluşan depremlerden tedirgin olundu ve ya daha sağlam bir şekilde duracağı şekilde sergilendi ya da koruyucu sandıklara yerleştirildi, depolara kaldırıldı. Öte yandan ustamdan kalan saatler vardı Dolmabahçe Sarayı'nda. Bir gün saraydaki saatleri elden geçirme talebinde bulundular. 90'lı yıllarda kendi atölyemden götürdüğüm malzemeler ile saraydaki saatleri tamir ederken "Eskiden olduğu gibi buraya bir saatçilik atölyesi kuralım ve insan yetiştirelim" diye teklifte bulundum. Aslında eskiden kalma bir atölye vardı fakat saray kullanılmayınca atölye de ortadan kalkmıştı. Ustadan kalan birçok yarım saat vardı. Atölye kurmaya karar verdiğimizde sanat okulundan öğrenciler de getirdiler. Sonraları bir gün "Usta sana bir çırak bulduk, istediğin gibi sabırlı birisi" dediler. Yıl 1997, gittim baktım, genç bir kızcağız: Şule Gürbüz. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi mezunuydu. Çalışmaya başladık. Bazen atölyemde bazen sarayda çalışıyorduk. Bir şey istesem yapmadan gelmezdi, olana kadar uğraşırdı. Gürbüz, sanat tarihi ve felsefe eğitimleri almıştı ve saatçiliğe yeni bir soluk getirdi. Saatçiler bile bizim mesleğimiz neymiş demekten kendini alamadı. Gördüğünü, bildiğini mükemmel yapan bir insan…
Birkaç yıl beraber çalıştıktan sonra saraya atölye kurmaya karar verdik. Atölyeyi de ben kurdum çünkü o dönem devletten para bulmak zordu. Sadece gezi yolunda olan saatleri değil, aynı zamanda kıyıda köşede kalmış saatleri de ortaya çıkarmak istedik. Sonunda tamir ettiğimiz saatlere yönelik bir sergi açtık. Kültür Bakanlığı'yla beraber ortak çalışmayla Topkapı'daki birçok saati de elden geçirdik, görünür hâle geldiler. Topkapı'da da hâlen bir atölyem var. Sarayın alt tarafında bir yer tespit edildi; her parçayı sergileyebileceğimizi ümit ediyorum.
Her mesleğin bir piri vardır. Saatçiliğin piri kimdir?
Saatçiliğin piri Yusuf aleyhisselamdır. Bilirsiniz kuyuya atılır ve kuyudaki günleri saymak için güneşin hareketine göre bir çizik attığı söylenir. Tabii onun zamanından önce de zamanı ölçmek gibi bir gayret olmuştur.
Saatlerle geçen bir ömrünüz var. Sizin için zaman neyi ifade ediyor?
Benim işim aslında zamanı ölçmek. Tabii bütün bunları yaparken çeşitli hâllere giriyorsunuz. Saat çalışırken yaptığınız işin kıymetini ortaya çıkarır. Nasıl mı? Sevdiğiniz bir işi yaparken nasıl da hızlı geçer zaman. Oysaki zorlandığınız bir işi yaparken zaman akmaz. Bazen de zamanın sizin elinizde olmadığını görüyorsunuz. Zamanın telafisi olmaz derler fakat zamanı telafi etmek için de elimizden geleni yapmalıyız.
Recep Gürgen kimdir?
Recep Gürgen, 1946 yılında Kosova Priştine'de doğdu. 1957 yılında ailesiyle Türkiye'ye göç etti. Manisa'nın ardından 1960 yılında İstanbul'a gelen Gürgen, 1966 yılında üç kuşaktır tarihi saray saatlerinin tamir ve bakımını yürüten Meyer ailesinin üçüncü kuşağı Wolfgang Meyer'in yanında çalışmaya başlayarak sanatını geliştirdi. 1975 yılında ustasının teklifiyle bir saatçi dükkânı açtı ve Meyer fabrikası için çalışmaya başladı. Onun vefatından sonra Topkapı ve Dolmabahçe gibi saraylardaki değerli saatlerin tamir ve bakımını üstlendi. Orada açtığı atölyede çırak olarak yetiştirdiği yazar Şule Gürbüz ile Dolmabahçe Sarayı'nda bir saat müzesi kurdu