TALEBE Mİ MESLEKTAŞ MI? KONEVÎ'NİN İBNÜ'L-ARABÎ İLE İLİŞKİSİ
Klasik dönemde yaşamış iki düşünürün hoca-talebe ilişkisi nasıldı diye sorsak, bu ilişkinin bugünden çok da farklı olmayacağını düşünmek için pek çok sebep sıralayabiliriz. Bugün iki düşünür arasındaki ilişkiyi ele veren hususlar genellikle onların birbirine yaptığı atıf ve referanslardan takip edilebilir, en azından en kesin tespitler buralardan elde edilebilir. Söz konusu ilişkinin takibinin yapılacağı dönem Orta Çağ olduğunda da -ki İbnü'l-Arabî (ö. 638/1240) ve Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) her şeyden önce birer Orta Çağ düşünürüdürdurum modern zamanlardan pek farklı olmaz. Peki, birbirleriyle irtibatlı olmasının yanında her ikisi de temsil gücü yüksek iki düşünür ise onların ilişkisi nereden izlenmelidir? Üstelik ele aldığımız isimler bir düşüncenin kurucu iki ismiyse bu takibin durakları neler olmalıdır?
Muhyiddin'in talebesi olmak
Çeşitli bilim dallarının mensuplarıyla yaptığı mektuplaşmalarına ve katıldığı ve kendisinin de tertip ettiği ders halkalarına bakılırsa Konevî, entelektüel ve sosyal yönü olan bir düşünür olarak sayabileceğimiz bir isimdir. 'Sayabileceğimiz' diyoruz çünkü bu yönü hiçbir zaman İbnü'l-Arabî ile karşılaştırabileceğimiz bir düzeyde olmaz. İbnü'l-Arabî ise kelimenin hakiki anlamıyla sosyal-entelektüel bir düşünürdür. Dur durak bilmeden yaptığı ilim seyahatleri yanında çok fazla insanla görüşür, mektuplaşır ve hatta bunların birçoğunu kayıt altına da alır. Öyle ki bu bakımdan sadece Fütûhâtü'l-Mekkiyye'sini bile bir 'ricâl kitabı' olarak okumak mümkündür. Bu eserde rasûl, nebi, kutup, hatmü'l-evliya, veli, ricâlullâh vb. çok sayıda sınıftan bahsettiği gibi Yunan şehirlerinin birinde evine konuk olduğu güneşe tapan bir bilginden ya da bir doğa bilimcisinden bahseden hatta tavaf esnasına karşılaştığı kimseleri dahi not eden İbnü'l-Arabî görürüz.
Bu nedenle sadece söz konusu eserinde değil, hemen tüm eserinde "(Falan) arkadaşım bana şu kitabı okudu veya özetledi" yahut "(Falan) talebemin isteği yahut rüyası üzerine şerh ettim veya kaleme aldım" gibi sosyal ilişkilerini ele veren ifadelerine rastlanır ki Tercümânü'l-Eşvâk'ını şerh ettiği
Zehâ'iru'l-A'lâk'ı ve Mevâkiu'n-Nücûm'u bu türden eserlerindendir. Bunların yanında İbnü'l-Arabî söz konusu yolculuklarını kim(ler)le yaptığını, yolculuk esnasında kim(ler)le karşılaştığını ve vardığı yerler ve bu yerlerdeki insanların genel vaziyetleri hakkında açıklama yapmaktan da geri durmaz. Hatta bu sayede çoğu zaman okuyucusuna kendisini adım adım takip ediyor hissiyatı uyandırır.
İbnü'l-Arabî'nin talebe halkası
İbnü'l-Arabî'nin yurt edinmeyecek kadar sürekli yolculuk halinde bulunması, onu dost ve talebe edinmekten alıkoymaz, hatta bazısıyla hayatının sonuna kadar derin ilişkiler sürdürür. Konevî dışında, İbnü'l-Arabî'nin hayatında çok önemli bir yere sahip iki talebesi daha vardır ki onların birliktelikleri İbnü'l-Arabî'nin vefatına kadar sürer: İbn Sevdekîn (öl. 646/1248) ve Abdullah Bedr el-Habeşî el-Yemenî (öl. ?). Bunlardan Abdullah Bedr el-Habeşî, İbnü'l-Arabî'nin yolculuklarında en çok yanında bulunan ve rivayetlerinden de çokça istifade ettiği bir isimdir. Hatta Bağdat'tan Anadolu'ya gelmesinde ve Anadolu'daki bazı şehirleri dolaşmasında İbnü'l-Arabî'ye, Konevî'nin babası Mecdüddin İshak ile birlikte refakat eden diğer bir ismin Habeşî olduğu söylenir. Habeşî'yi, İbnü'l-Arabî'nin seyahatlerindeki yol arkadaşı olarak düşünebiliriz. Ondan Fütûhâtü'l-Mekkiyye'de "sevgili dostumuz, nezih kardeşimiz, makbul evladımız" şeklinde bahseder. İbn Sevdekîn'e gelince, onun da İbnü'l-Arabî'nin önde gelen öğrencilerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. İbn Sevdekîn, İbnü'l-Arabî'nin ders halkalarına katılmasıyla tanınır, düşüncesinde kapalı kalan hususlarda sorular sorduğu ve bu sorulara cevap vermek için de İbnü'l-Arabî'nin bir eser kaleme aldığı bilinir. Habeşî gibi Fütûhâtü'l-Mekkiyye'de ondan da "ârif ve aziz evladım" diye bahseder.
İbnü'l-Arabî'nin cömert sofrasında Konevî'nin sandalyesi var mıydı?
Konevî ve kısmen İbn Sevdekîn başta Fusûsü'l-Hikem ve Fütûhâtü'l-Mekkiyye olmak üzere İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin istinsahını yapmayı üstlenir, onlara şerh de yazar. Böylece İbnü'l-Arabî'nin hayatı boyunca yanında bulunan diğer talebe ve dostlarına nispetle bu iki isim daha çok öne çıkar. Fakat Konevî, her bakımdan İbn Sevdekîn'e nispetle bir, hatta birkaç adım daha önde olur, İbnü'l- Arabî'nin anlaşılmasında kilit rol oynar. Dolayısıyla İbnü'l-Arabî'nin talebeleri denilince ilk anılması gereken isim hiç şüphesiz Konevî'dir. İbnü'l-Arabî, tanıştığı günden ölümüne dek onun hayatı ve entelektüel gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip olur.
İbnü'l-Arabî Anadolu'dan ayrılırken Konevî'yi de peşinden götürür, önce Şam'a, ardından Mısır'a birlikte giderler. Konevî'yi, eğitimini
sürdürmesi için burada görüştüğü Evhadüddîn-i Kirmânî'ye (ö. 635/1238) bir süreliğine teslim eder. Bu minvalde Konevî de birisiyle İbnü'l-Arabî'yi, ötekisiyle Kirmânî'yi işaret ettiği şu sözüyle onların yetişmesindeki rolüne dikkat çeker: "Ben iki anadan süt içtim." Hatta İbnü'l-Arabî'nin Endülüs'ten Anadolu'ya gelişinin daha en başında gemiye binerken Konevî'yi yetiştirme niyetiyle yola çıktığına dair rivayetler bulunur.
Şam'a yakın şehirlere bazı kısa süreli yolculuklar yapsa da İbnü'l-Arabî'nin hayatının yaklaşık son yirmi yılını kısmen, son altı yılını ise kesin olarak burada yerleşik yaşayarak sürdürdüğünü düşünebiliriz. Bu sürede eserlerinin bir kısmını yazar, yarıda bıraktığı kimi eserlerini tamamlar, son
düzenlemelerini yapar. İbnü'l-Arabî ve Konevî'nin beraberlikleri, İbnü'l-Arabî buraya yerleştikten sonra artmış görünür.
"Şeyh-i Ekber" ile "Şeyh-i Kebir"
Konevî eserlerinde İbnü'l-Arabî ile birlikte kendisini yan yana zikrederek kendi dönemini, "ağacın tam meyve verdiği dönem" gibi tasavvufun zirvesi ve mârifeti açısından en verimli çağı olarak tarif ve taltif eder. Fakat bunu söylerken adını, İbnü'l-Arabî'den bir adım geride zikretmekten de geri durmaz. Kendisini "Şeyh-i Kebir" (Büyük Şeyh), İbnü'l-Arabî'yi ise "Şeyh-i Ekber" (En Büyük Şeyh) veya "İmâm-ı Ekmel" (En Kâmil İmam) şeklinde nitelemesi bu ilişkiyi anlatmak içindir. Ayrıca buradaki şeyh ifadesinin mürşit veya pir gibi anlamlara gelmediğini, bunun yerine 'teorisyen', 'kurucu düşünür' anlamlarında kullanıldığının altını çizmek ve şimdilik Konevî'nin bu tabiri İbnü'l-Arabî ile birlikte aynı zamanda kendisi için de kullandığına dikkat çekmek gerekir.
İbnü'l-Arabî'nin yakın çevresinden veya herhangi bir şekilde hayatına dokunan birisinden bahsetme konusunda son derece cömert olmasının yanında Konevî'nin de İbnü'l-Arabî için hususi olarak kullandığı tabirleri ve kendisini onun yanında konumlandıran ifadeleri dikkate alındığında, İbnü'l- Arabî'nin en az yukarıda ismi geçen talebeler kadar Konevî'den de eserlerinde bahsettiği düşünülebilir. Ancak sanılanın aksine İbnü'l-Arabî'nin eserlerinde doğrudan Konevî'yi görmeyiz. Hatta ondan bahsedip bahsetmediği net olmayan bir ifadesini dışarıda tutarsak hiçbir eserinde Konevî'ye yer vermediğini söyleyebiliriz. Söz konusu ifadesi Fusûsü'l-Hikem'in İlyas fassında "tilmiz" (talebe) diye niteleyerek ilimdeki başlangıç ve nihai durumunu anlattığı gencin halinde yer alır. İbnü'l-Arabî bu gencin başlangıçta Allah'ın inayetiyle gördükleri karşısında hayreti sebebiyle susma halini koruyamadığından, daha sonra ise doğa dünyası ve onun etkilerinden arınarak ikinci bir hayret durumuna ulaştığından bahseder.
Hoca-talebe değil, iki meslektaşın ilişkisi
Konevî'nin doğum tarihinin 1209 olduğu hakkındaki yaygın görüşü kabul edersek, İbnü'l-Arabî vefat ettiğinde onun yaklaşık otuz bir yaşında olduğunu söyleyebiliriz. Eserlerindeki kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla Konevî tüm kitaplarını otuz bir yaşından sonra yani İbnü'l-Arabî'nin vefatının ardından kaleme alır. Bu şartlar altında eserlerinin İbnü'l-Arabî tarafından okunduğunu söylemek mümkün gözükmese de onun bu eserlerde İbnü'l-Arabî ile ilişkisini yeniden tesis ettiği görülür. Bu ilişkiyi vefatından sonra İbnü'l-Arabî ile yaptığı vakıalarındaki görüşmelerde aralarında gerçekleştiğini söylediği ruhani bağ ile destekler. Bunları anlattığı yerlerde İbnü'l-Arabî'den "şeyhim", "kâmil-i imam şeyhimiz", "kâmillerin imamı", "imamların imamı" şeklinde bahseder, hatta bunların dışında isim vermeden de sıklıkla İbnü'l-Arabî'nin bir ifadesine veya görüşüne atıfta bulunarak her fırsatta ona olan bağlılığını dile getirir.
Ancak onun bu ifadelerinde asıl dikkat çeken husus, İbnü'l-Arabî ile bir kaynaktan beslendiğini vurgulamasıdır. Başka bir ifadesiyle Konevî bilgiyi İbnü'l-Arabî'den değil, onunla aynı yerden aldığını söyleyerek bilgide ortağı olduğundan bahseder. Onun bu yöndeki ifadeleri, İbnü'l-Arabî'nin karşısında kendisini talebe olarak konumlandırmadığı izlenimi uyandırır. Nitekim İbnü'l-Arabî'nin şârihleri ile hiçbir zaman kendisini bir değerlendirmemesinin arka planında da bu yaklaşımı olsa gerek. Hatta Konevî'nin bizzat kendisi de teknik anlamda İbnül-Arabî'nin şârihi olarak nitelenemeyeceğini çeşitli şekillerde söyler. Fâtiha Sûresi Tefsiri'nde ne şeyh diye atıf yaptığı İbnü'l-Arabî'nin ne de bir başkasının sözünü aktarmadığını ısrarla ifade ederken Fükûk'un mukaddimesinde, bu kitabın girişinden başka bir bölümünü İbnü'l-Arabî'nin neşvesine göre şerh etmek istemediğini belirterek İbnü'l-Arabî düşüncesinin yalnızca açıklayıcısı değil, gerçek vârisi ve takipçisi olduğuna dair vurgularda bulunur.
Vârislik ya da ortaklık
Öyle ki Konevî Fükûk'ta İbnü'l-Arabî'nin gerçek vârisi olmasının yanı sıra son vârisi olduğunu da belirtir, yine aynı eserde İbnü'l-Arabî ile bu
ortaklıkları olmasaydı, onun ifadelerini ve maksadını anlamasının mümkün olamayacağını söylemiştir. Yani öyle anlaşılmaktadır ki Konevî bizzat
İbnü'l-Arabî'ye vârislikten değil, ona tahsis edilmiş özel bilgilere vâris olmaktan, daha önce de ifade ettiğimiz gibi bilgisine ortaklıktan bahseder.
Hızır'ın Hz. Mûsâ'dan daha üstün olduğunu ima eden izahları ve yer yer İbnü'l- Arabî'ye nispetle felsefî düşünceye daha yakın duran açıklamaları gibi
birbirlerinden ayrıldıkları bazı tikel görüş ve yaklaşımlar dışarıda tutulursa, vahdet-i vücûd düşüncesinin temel önerme ve duyarlılıklarında İbnü'l-Arabî ve Konevî'nin ortak bir zeminden hareket ettikleri görülür. Nitekim Konevî Fâtiha Sûresi Tefsiri'nde tıpkı resuller gibi muhakkikler arasında da
herhangi bir ihtilafın olmayacağından söz eder. Muhakkikler arasında ancak tikel konularda bir ihtilafın bulunabileceğini, temel ihtilafın ise yolun
başındakiler, ortasındakiler yahut diğer din bilimleri mensupları arasında olabileceğinden söz eder. Konevî, İbnü'l-Arabî'nin düşüncesinin yazılmasında, sistematik hale gelmesinde, yaygınlaşmasında ve hatta daha sonra Ekberî gelenek adını alacak bir ekolün oluşmasında da önemli katkılar sağlar. Bu meyanda vahdet-i vücûd düşüncesinin ilk şârihleri diyebileceğimiz birinci halka, Konevî'nin ders halkasında bulunmasıyla doğrudan talebeleri olur, ikinci halka da talebelerinin talebeleri olmasıyla dolaylı olarak yine onun talebeleri olur.
Tüm bu meseleler ışığında, Konevî ve İbnü'l-Arabî arasındaki ilişki talebe- hoca şeklinde başlasa da İbnü'l-Arabî'nin vefatından sonra entelektüel bir arkadaşlığa evrildi demek yanlış olmaz. Bu yüzden Konevî, İbnü'l-Arabî'nin neyi olur diye sorsak tereddütsüz biçimde verilecek cevaplardan biri şu olmalıdır: Talebesi ama ebedi meslektaşı.
* Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf Ana Bilim Dalı