Ahmet Özhan: SES, SÖZ, SEVGİLİ

SES, SÖZ, SEVGİLİ
Giriş Tarihi: 27.03.2025 15:36 Son Güncelleme: 28.03.2025 12:18

Öte kisizlik metafiziği-1: Birliği düşünmenin imkân ve mecburiyeti

Maalesef geçen yüzyılda yaşanmış olan iki dünya savaşının ardından bir üçüncü dünya savaşının bazılarına göre çıktığı, bazılarına göre de çıkma sinyalleri verdiği bir dönem yaşıyoruz. Fevkalade vahşice ve insaniyete yakışmayan bir karmaşanın olduğunu inkar edemeyiz. Hele hele demokrasi gerekçesiyle bütün dünyaya jandarmalık yapmaya kalkan büyük devletlerin zulümleri, haksızlıkları ve gayri demokratik uygulamaları yorumlanamayacak kadar açıktır.


Kanaatimce bu halin zuhur etmesinin en büyük sebebi bir öteki var ederek hem insanlar arası ilişkiyi hem de insanın kendisi dışındaki bütün nesnelerle ilişkisini ötekileştirmenin hâkim olduğu bir zihinle kavramaktır. Neredeyse her şeyin ötekileştirildiği bir dünyada yaşamaya başladık. Bunun hem maddi hem manevi sonuçlarıyla karşı karşıyayız. İklimlerin değişmesi, sıcaklığın artması, buzulların erimesi, canlı ve cansız fiziksel dünyaya
zarar verdiği gibi bütün şehir dokularına, dolayısıyla eşref-i mahlukat olan insana büyük zararlar vermektedir. Atmosferi ötekileştirerek ona
kıydık ve fevkalade olumsuz geri dönüşler alıyoruz. Ötekileştirme zihniyeti bütün ilişkileri menfaat, nefsaniyet, gurur ve kibir ilişkisine döndürmektedir.
Bu ise güzel ahlakın dışında kalan bütün durumların zuhur etmesine yol açmaktadır. Öyleyse öncelikle konuşmamız gereken mesele ötekileştirmenin kaldırılması ve ötekisizlik kavrayışının ilke haline getirilmesidir.

Ötekisizlik tevhid ve vahdetin tavır haline gelmesidir

Sosyal bilimlerin meşhur kavramlarından biri olarak ötekileştirme belki kolaylıkla anlaşılabilir ama bizim kullandığımız anlamda ötekisizleştirmenin tavzihe ihtiyacı vardır. Zira bizim kullandığımız anlamda ötekisizlik, bir sosyal bilim kavramı olarak ötekileştirmenin değillemesi veya olumsuzlanması değildir.

Ötekisizlik, metafizik bir kavram olarak Hakk'ın bir olduğunu, bütün mevcudatın bir olan Hakk'ın tecellisi olduğunu ve bu birlik ve tecellilerin insan tarafından kavranabileceğini, dahası en üst seviyede ve kuşatıcı kavrayışın insanda tahakkuk edeceğini dile getirir. Bu anlamda ötekisizlik, tevhid ve vahdetin hem bir kavrayış hem de bir üslup olarak insanda tavır haline gelmesini ifade eder.

Buna göre bütün var olanlar yüce Allah'ın "kün" (ol) emriyle tıpkı bir maddenin kabiliyetinin ifşa olması gibi açığa çıkmıştır. Biraz daha öncesine gidersek Cenab-ı Hakk'ın zatında mündemiç olan bütün ilim, hikmet, kudret ve sayabileceğimiz bütün sıfatlar ve isimleri O'nun emriyle varlığın muhtelif mertebelerinde zuhur etmiştir. Bu zuhurda sonsuz bir varlığın özelliklerinin de sonsuz olması keyfiyeti bulunur. Yani Hakk'ın isim ve sıfatlarına bir son ve sınır çizilemeyeceğinden zuhurun da sonu yoktur.

Burada gözden kaçırılmaması gereken şey, zuhur eden her şeyin bir sıfat ve ismin tecellisi olmasıdır. Dolayısıyla ahadiyet içinde hiçbir ayrılık olmadan bir tekil halde bulunan bu çokluk, "kün" (ol) emriyle vücuda geldiğinde yani vahdet alanına çıktığında da hiçbir ayrılık
barındırmaz. Sadece hikmet, kudret ve ilmin iktiza ettiği özellikler neyse vahidiyet alanına o şekilde bir aktarım olmuştur.


Kuşkusuz ahadiyet, vahdet ve vâhidiyet tabirleri de Hakk'ın muhtelif zuhurlarda zahir oluşunu anlatan izafî veya göreceli ifadelerdir. Aksi halde varlığın açığa çıkışının, bu şekilde kategorize eder gibi konuşmamızla alakası yoktur. Hak hem tekil hem tümel bir varlıktır. Diğer deyişle Cenâb-ı Hak hem Ahad'dir yani mutlak tekliğe sahiptir hem de Samed'dir yani hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Ancak Cenab-ı Hakk'ın sünnetullah, âdetullah ve muradullah diye ifade edebileceğimiz takdiri itibariyle bütün mevcudat izafi olarak açığa çıkan şeylerden ibarettir.

Birlik: Bütün farklılıkları taşıyan nihai dayanak

Bu bağlamda vahidiyette özelliklerin ayrılığından ve birbirinden ayrışmasından bahsedebiliriz ama öncesinde ayrışma veya ötekilikten söz edilemez. Dolayısıyla tek bir varlık içerisinde mündemiç olan sonsuz manalar vardır ve bu manaları açığa zuhuru olan sonsuz mahlûkat bulunmaktadır. Bu durum ilahi isimlerin kendi içinde hâdî (hidayete ulaştıran) ve mudil (saptıran), bâsıt (açan) ve kâbız (kapatan) ya da muhyî (dirilten) ve mümît
(öldüren) gibi birbiriyle karşıtlık arz edecek şekilde çeşitlenmesinden ibarettir. Allah'ın birbirine zıt isimlerinin çeşitlenmesi âlemde neticelerini
ortaya çıkardığı için varlığın kendisinde bulduğumuz birlik, bütün bu farklılıkları taşıyan nihai dayanaktır.

Pekâlâ, bu durum, ötekisizlikle çelişen bir şey midir? Her ne kadar öyle görünse de mesele derinden düşünülüp tetkik edildiğinde öyle olmadığı
anlaşılır. Cenâb-ı Hak bir insan gibi tasavvur edilemez ve bütün böylesi tasavvurlardan da münezzehtir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken şey şudur: Cenab-ı Hak ilmi ve hikmetlerinin adeta 360 derecelik bir açıyla zuhurunu murad etmiştir. Bu bakımdan O'nun fiil ve hikmetleri mahlûka zaman zaman birbiriyle çelişkili görülür. Oysa bunlar, Allah indinde çelişki değil, tevafuktur. Şimdi bunun nasıl anlaşılacağını kısaca işaret edelim.

Ötekisizliğe ulaşmanın yolu

Allah'ın fiil ve hikmetleri arasındaki çelişkiyi aşıp ötekisizliğe ulaşmanın yolu, her şeyde zuhur eden ilahî tecellinin
o şeyin ezeli hakikatinin bir gereği olarak ortaya çıktığını kavramaktır. Bilindiği üzere meşhur bir kudsî hadiste Cenab-ı Hak "Ben gizli bir hazine idim,
bilinmeyi murad ettim, mahlukatı yarattım" buyurur.


(bkz. Süyûti, ed-Dürerü'l- Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü'l-Merfûa', s. 273.) Burada "mahlûkat" ifadesini, "âlemler" şeklinde çoğul formunda anlayabiliriz. Nitekim bir ayette "Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım" ayetindeki "ibadet veya kulluk etsinler diye" çevirdiğimiz "li ya'rifûnî" ifadesine erken dönem müfessirlerinden Mukâtil b. Süleyman "li ya'rifûnî" yani "beni bilsinler diye" şeklinde açıklar.

Dolayısıyla kudsî hadis ile ayet arasında da tam bir uyum vardır. Burada sorulması gereken soru şudur: Cenab-ı Hak kendini bilmiyor muydu? Kuşkusuz Cenab-ı Hakk'a hiçbir eksiklik nispet edilemez. Eksiklik, yaratanda değil, yaratılandadır. Tabii ki Allah kendisini biliyordu. Pekâlâ, biliyorsa niye yer attı? Bu durum, tıpkı bir büyük bestekarın bestelerini yazdığı zaman okunabilir, melodileri dinlenebilir, bestedeki letafete erişilebilir oluşuna benzer.

Allah âlemi ve Âdem'i bir mecburiyetle değil, tamamen kendine ait bir murat olarak yaratmıştır. Doğrusu bu makamda kelimeleri dikkat ve ciddiyetle seçmek lazımdır. Hadisteki "fe ahbebtü" kelimesi zaman zaman istemek olarak tercüme edilir ama Hakk'ın yüce mertebesinde "istemek" dahi eksikliktir ve kat'i surette Allah'a isnat edilemez. Allah, murad eder. Dolayısıyla Allah mahlukatı veya âlemleri yaratmayı murad etmiştir. Bir şeyin tecelli etmesi için kendinin haricinde mahal olması lazımdır. Fakat Allah bundan da münezzehtir.

Yaratmayla ilgili olan biten her şey, Cenab-ı Hakk'ın kendi nefsinde olup gitmektedir. Bu şekilde bunları seyretmek ve yaşatmak murat etmiştir ve ilminde, hikmetinde ve kudretinde bulunan bütün vecihleriyle açığa çıkarmıştır. Meseleyi daha fazla izah etmek için İbnü'l-Arabî'ye tevessül edebiliriz.
İbnü'l-Arabî Füsûsu'l-hikem önsözünde özetle şöyle der: Bütün marifetler, basit isimler ve mürekkep isimler, netice itibariyle sonradan oluşacak olanların hepsi Cenab-ı Hakk'ın zatında mündemiçtir. İşte bunlar Cenab-ı Hak'tan hayat talep ettiler. Cenab-ı Hak onların taleplerini kabul buyurdu. Sonra varlık talep ettiler. Cenab-ı Hak kabul buyurdu. Ve dediler ki bize olduğumuz gibi varlık bahşet.

Varoluşta yalnızca Varlık'ın kendisi tekildir

"İlim mi maluma yoksa malum mu ilme tabidir" şeklinde meşhur bir tartışma vardır. Diğer pek çok İslam âlimi gibi İbnü'l-Arabî de ilmin maluma tabi olduğundan hareket ederek Allah'ın ilminde sabit olan hakikatlerin yani yaratılmamış ve ezelden ebede ilah ilimde bulunan hakikatlerin kendi
kabiliyetlerinin gereğini yerine getirdiğini söyler. Burada bakıldığı zaman her bir nesnenin açığa çıkarak Allah'ın Mudill ismine mi yoksa Hâdî ismine mi tabi olacağı, yaratılmamış olan kendi kabiliyetinde mevcuttur. Yüce Allah da bu hakikatlere kabiliyetlerinin gereğini verdi. Dolayısıyla her şey olmak istediği gibi oldu ve olmaya da devam etmektedir.

Fakat hakikatlerin varlığa gelişi yeni bir durum doğurmuştur: Onlar, sahip oldukları esma özelliklerinin kendilerine verdikleri gücü kendilerinden (nefislerinden) bildiler. Çünkü bilgiden varlığa dönüştüklerinde benlik veya nefis sahibi oldular. Dolayısıyla varlıkta meydana gelen fiillerini de nefislerinden bildiler ve kendi bildikleri doğruları işlemeye başladılar. Ama Cenab-ı Hak peygamberlerin diliyle bu tahakkuk etmiş hakikat olan insan fertlerine "Ben size nasıl olmanız gerektiğini kitapla ve onu tatbik edecek olan peygamberlerimle izah ediyor ve sizi ikaz ediyorum; aksi halde sonucuna katlanmak zorunda kalacaksınız" diye bildirimde bulundu.

İşte dünyadaki halimiz ve birtakım şeyleri kötü birtakım şeyleri iyi olarak değerlendirmemiz var olan şeylerin Cenab-ı Hakk'ın ilmindeki gibi açığa çıkma talebinden dolayıdır. Hakikatler yine aynı ilkeye yani var oluş talebine dayalı olarak tekil nesneler halinde zuhur etmişlerdir. Hâlbuki varoluşta
yalnızca Varlık'ın kendisi tekildir yani vahdet geçerlidir, vahidiyet görecelidir. Varlık'ın tekilliğini yani birliği ve tümelliği idrakin yolu ise nebevî tecrübeye katılmaktır.

BİZE ULAŞIN