Los Angeles'ta otobüse yalnızca öğrenciler ve evsizler biner. Yani fakirler… Böyle demişti kuzenim. Yıllar önce Çankırı'dan gelip Orange County'ye, namı diğer The O.C.'ye, yerleşen ve orada mermer işleriyle uğraşan kuzenim. Haksız da sayılmazdı.
Onu pek tanımıyordum, çocukken memlekette bir kez görüşmüştük. Amatör bir atlet olduğunu, triathlon müsabakalarına katıldığını bilmiyordum. Babasının haber vermesi sebebiyle bana "hoş geldin" demek için 35 mil boyunca bisiklet sürmesini yadırgamış ve neden otobüsle gelmediğini sormuştum. O da bana toplu taşıma hakkındaki kanaatlerini bu yüzden anlatmıştı, hemen akabinde biri şehir diğeri arazi için iki arabasının olduğunu da söylemişti. Bisikletle gelme sebebi 'spor olsun'muş.
Evim okula yakındı fakat uzak mahallelere ya da civar şehirlere gitmek istediğimde zorlanıyordum. Özel günlerde araba kiralamak yorucu ve masraflı olmaya başlayınca oturdum bir hesap yaptım. Arabanın parası altı ayda kendini amorti ediyordu. Üstelik ikinci el piyasası canlı olduğu için değer de kaybetmiyordu. Arabayı nereden bulacağımı düşünürken imdadıma Kayserili bir okul arkadaşım yetişti.
Sanırım size bu delikanlıdan biraz söz etmem gerekir. Kendisi uzun boylu olmadığı halde heybetli görünen bir Anadolu fenotipi idi.
Ticaretle uğraşan ailesi Türkiye'deki tahsil hayatı pek başarılı geçmeyince şansını bir de Amerika'da denemesine karar vermişti. Buradan edineceği tecrübe ve vizyon ile aile işlerini büyütecekti. Kardeşimiz böylece kendisini Beverly Hills'te bulmuştu. Biz de kendisi ile Cuma namazında karşılaşıp arkadaş olmuştuk. Yaşım nispeten büyük olduğu için ben ona kardeşim diyordum, o da bana abi diyordu.
Artık iyi kötü tanınan bir insan haline geldiği için adını vermeyeceğimiz bu kardeşimiz hafta sonlarını benim yaşadığım apartmanda geçirmeye başlamıştı. Çünkü binanın iç avlusundaki havuzun yanında büyük bir barbekü alanı vardı. En yakındaki Türk marketinden helal etleri alıp kapıda belirir, onlarla saatlerce uğraşır, mangalda büyük bir keyifle pişirirdi. Yemekten değil, pişirmekten ve ikram etmekten hoşlanıyordu. Bu sayede komşularımla kaynaşmakta zorlanmadı.
"Seni bu hayattan kurtarayım"
Los Angeles'ta hemen her mahallede bir gentlemen's club bulunur. Komşularımdan biri UCLA'de tarih doktorası yapan genç bir kızdı. Okul masraflarını karşılamak ve geçimini temin etmek için bu kulüplerden birinde dansçı olarak çalışıyordu. O da zaman zaman aramıza katılır, Osmanlı tarihi ama özellikle Ermeni tehciri hakkında sorular sorardı. Bir akşam okuldan döndüğümde otoparkta karşılaştık, bana doğrudan "Senin arkadaşın tuhaf biri" dedi. Ne olduğunu sordum. Meğer bir süredir ortalıkta görünmeyen kardeşimiz kızın çalıştığı kulübe dadanmış, gösterisini bitirip sahneden inmesini bekliyor ve nezaketen yanına gelen kıza İngilizce olarak "Bırak bu işleri, seni bu hayattan kurtarayım" minvalinde konuşmalar yapıyormuş. Tabii ki kurtaramadı.
Konumuza dönecek olursak… Birlikte araba bakmaya başladık. Nihayet 5 bin 500 dolara çok yaşlı olmayan ve ağır hasar kaydı bulunmayan bir SUV bulduk. Satıcı ile yazıştık ve buluşmaya birlikte gittik. O zamanlar bir dolar bir buçuk lira civarında idi. Ben parayı çekip cebime koydum. Giderken bana "Abi, sen bu işlerden anlamazsın. O yüzden pazarlığı ben yapacağım" dedi. Çektiğim paranın bin dolarını istedi. Niye olduğunu sorduğumda
şöyle dedi: "Sen bütün param 4 bin 500 dolar diyeceksin. Üzerini benden borç alıyormuş gibi yapacaksın. Taktik bu."
Adamla buluştuk. Hayatı boyunca Amerika dışına çıkmamış bir fizik tedavi uzmanıydı. Bembeyazdı. Arabayla birkaç tur atıp park ettiğimiz noktaya döndüğümüzde kardeşimiz sazı eline aldı. "Ben nereliyim biliyor musun?" Adam şaşkın ve bir bakıma çaresiz gözlerle bir ona bir de hiç mimik yapmadan duran bana bakıyordu. "Pazarlık yapma konusundaki ustalığı ile meşhur bir şehirdenim. Zaten bizim dinimizde pazarlık yapmak sünnettir. Şimdi bu arkadaşın 4 bin 500 doları var. Sen bu arabayı bize o fiyata ver. Nakit kraldır, alır kullanırsın." Hadi bir yüz de ben vereyim, yok 200 vereyim derken satışı 4 bin 850 dolara bağladı. Arabaya binip eve gelirken yüzünde muzaffer bir eda vardı.
Biz tanıştığımızda kardeşimiz yurtta kalıyor ve oda arkadaşlarıyla sık sık sorunlar yaşıyordu. Bana gele gide ev ortamının rahatlığına alışınca ailesini bir ev tutmaya ikna etti. Westwood semtinde iki odalı bir ev bulduk. Evi tuttuktan bir hafta sonra aklına parlak bir fikir geldi. Neden bir ev arkadaşı alıp
bunu ailesinden gizlemesindi? İnternete ilan verdik ve mesaj atanlarla her akşam oturduğumuz o kafede mülakat yapmaya başladık. "Bak şimdi, buralarda ortam çok kötü, kimseye güven olmaz, seni kandırırlar ama biz öyle insanlar değiliz" diye başlıyordu evi pazarlamaya ve hemen akabinde ev kurallarını sayıyordu. Haliyle ev arkadaşı bulamadı, zaten bir süre sonra kız kardeşini gönderdiler memleketten ve para biriktirme hayalleri bütünüyle suya düştü. Bu garibanlık değil de nedir?
Gazi Richard destanı
Efendim, cemiyetler gelenekleri ile insanlar itiyatları ile yaşar, demişler. Bu doğrudur. Bir yerde kök salabilmek için dahi insanların itiyatları olması
gerekir. Zabit ve Kumandan kitabında anlatılan keşif sürecini tamamladıktan sonra ben de bu alışkanlıkları edinmeye koyuldum. Sabahları güneş doğmadan gözlerimi açıyordum, bu neredeyse yirmi yıldır böyle idi. Arabama atlayıp okulun yanındaki öğrencilere mahsus otoparka park ediyordum. Lindbrook Drive'ın köşesindeki kahvecinin önündeki masalardan birine oturup bir çörek ve kahve eşliğinde kahvaltımı yapıyordum. İki hafta içinde bütün müdavimlerle tanışıp selamlaşmaya başladık.
Bunlardan biri Richard idi. Richard her sabah, hemen herkesten önce gelip kafenin önünde tezgâhını kurardı. Tezgâh dediysem bu, üzerinde
'veteran' yani 'gazi' yazan büyükçe bir kahve bardağıydı. O bardağı kapının karşısındaki direğe asar, numaradan etrafı temizliyormuş gibi yapar ve dilenirdi. Dilenirken onu ülkesi için kurşun atıp kurşun yemiş bir kahraman zannederdiniz. Oysa ahbaplığımız ilerleyince dalga geçerek anlattığına göre Richard hayatında hiçbir savaşa katılmamış. Hatta askere bile yazılmamış. Gençliğinde nerede akşam orada sabah dolaşan bir hippi imiş.
Zamanla anladım ki Richard aslında evsiz bile değil. Şehir merkezindeki eski bir otelde ikamet ediyor. 30 yıldır aynı otelde kaldığı ve resmi olarak otelden çıkış yapmadığı için konaklama ücretine zam yapılamıyor. Yani hepi topu aylık birkaç yüz dolar ödüyor. Richard'a sorarsanız otel idaresi kendisini yıldırıp otelden kaçırmak için odasına böcek ve fare koyuyordu, fakat o buna asla aldırış etmiyordu.
Bir sabah gittiğimde yüzünden düşen bin parça idi. Ne olduğunu sorunca döküldü. Önceki gün otobüste çantasını unutmuş ve çantanın içinde, sıkı durun, 20 bin dolar para varmış. Otobüs idaresine ya da polise gidip gitmediğini sordum. "Gidemem" dedi. "Neden?" "Çünkü çantada bir de tabanca vardı." "Senin ne işin var tabancayla Richie?" "Otel müdürü paramı çalmaya kalkarsa diye almıştım." Anlayacağınız yazık oldu Richard Efendiye. Her şeye baştan başlamak zorunda kaldı. Üstelik birkaç ay sonra kafenin müdürü değişti ve yeni müdür Richard'a kafayı takınca hayatı iyice zorlaştı. Peki, bu da garibanlık değilse nedir?
Nöbetleşe yoksulluk
Müdavimlerden biri her sabah elinde Farsça bir gazete ile gelen, mütemadiyen keten elbiseler giyen, saçı ve bıyıkları beyazlamış, zayıf ve yaşlı bir adamdı. Bacak bacak üstüne atıp bacaklarını karnına doğru çeker, iki büklüm oluncaya kadar eğilir ve aynı sayfayı dakikalarca okuyup bazen
kendi kendine güler, bazen de sinirlenirdi. Bazı günler yanında akranı bir kadınla gelirdi. Başını Anadolu'da çember diye tabir edilen bir örtüyle göstermelik olarak kapatan bu kadın hafif aksayarak yürürdü. Kalın camlı, kavanoz diye tabir edilen gözlükleri vardı. Bu ikisi bir masanın iki tarafına,
caddeye bakacak şekilde oturur ve hiç konuşmazlardı. Yalnız geldiği bir sabah dayanamayıp "Kız arkadaşın niye gelmedi, ayrıldınız mı" diye sordum. Sormaz olaydım. Kadına lanet okumaya başladı. Sonradan anladım ki dostumuz ve kadın birlikte yaşıyorlar. Yasalara göre bu ikisi evli olmasalar da kadın 'spouse' yani 'eş' sayılıyor. Yani ev adamın olduğu halde kadını kafasına göre evden çıkaramıyor ya da atamıyor.
Muhammed Yazdi isimli dostumuz, kendi ifadesine göre devrimden önce İran televizyonunda çalışan bir yönetmen imiş. Humeyni başa geçince İran'dan kaçmış. Önce Kum şehrine gidip molla rolü yaparak saklanmış. Sonra mensubu olduğu komünist örgüt bir gece yarısı onu Afganistan'a kaçırmış. Afganistan sınırındaki örgüt üyeleri de onu cebine bir miktar para ve bir adres koyarak İtalya'nın Venice şehrine göndermişler.
Günlerce süren gemi yolculuğundan sonra Venice'teki adrese gitmiş, orada bir halı tüccarı ile buluşmuş ve onun yardımıyla daha önce kaçmış bulunan karısını bulmak üzere Los Angeles'a gelmiş. Karısını bulmuş ama başka bir adamla evlenmiş olarak. Öldüğünü sanıyordum, diye savunmuş kadın kendisini. Bereket versin karısının yeni kocası zenginmiş ve onun yardımıyla Westwood Bulvarı üzerinde yan tarafını ev olarak kullandığı bir kitapçı açıp geçimini temin etmeye muvaffak olmuş. Dükkânını açtıktan bir ay kadar sonra müşteri olarak gelen bu kadınla tanışmış, kadın o akşam evine yemeğe gelmiş ve bir daha gitmemiş.
Yazdi'nin egzantirik hikayeleri vardı. Bunlardan birinde Yılmaz Güney'le Adana'da çilingir sofrası kurduklarından ve çok iyi arkadaş olduklarından bahsediyordu mesela. Ayrıca kitapçı dükkınına bir raf Türkçe kitap koyup onları satmak üzere bir Türk'e oturum alabilmek gibi ilginç çözümler de sunuyordu. Tabii ki belli bir miktar para karşılığında. Bunların hiçbirine tevessül etmedik. Bana yaptığı tek iyilik aradığım kitapları daha ucuza bulabilmesiydi.
Buna mukabil bir akşam kendisini Santa Monica'daki üçüncü caddede yemeğe götürdüm. Karnımızı doyurup caddeye nazır bir ortamda kahvelerimizi içerken hafifçe dertlendi. Caddenin köşesinde bekleyen gürültülü bir grubu göstererek dedi ki "Bu Meksikalılar, gelip mahvettiler Los Angeles'ımızı." Bir an acaba yanlış mı duydum diye dönüp baktım. Tekrarladı. "Bu Meksikalılar…" Sözler anlamını yitirmişti. Hızlıca hesabı ödedim ve kalktık. Bu son görüşmemiz oldu. Peki, bu da garibanlık değilse nedir?