İbrahim Altay: ZABİT VE KUMANDAN

ZABİT VE KUMANDAN
Giriş Tarihi: 7.02.2025 14:40 Son Güncelleme: 7.02.2025 14:41

Yedek subaylık kariyerimde gösterdiğim üstün rapor yazma başarıları sebebiyle daire başkanı albay beni Zabit ve Kumandan kitabıyla ödüllendirmişti. Kitabın yazarı iyi bir zabitin yapması gerekenleri anlatırken intikal meselesine de değiniyordu. Buna göre genç bir zabit yeni bir mıntıkaya intikal ettiğinde karargâhını kuracağı yerin çevresini geniş bir pergel kullanarak daire içine almalıydı. Sonrası keşif…


Los Angeles'a gittiğimde ben de öyle yaptım. Nasıl yaptığımı anlatacağım ama sanırım en baştan başlamam lazım. Sistem beni Mısırlı bir kadının evine yerleştirmişti… New York aktarmalı uzun bir uçuşun ardından havaalanında bir taksi yakaladım. Doğrudan Mar Vista mahallesindeki bu eve gittim. Kadının silüeti iki katlı evin alt katında, sokağa bakan pencerenin önünde oturmuş beni bekliyordu. Elimde bavullarla yaklaştığımı görünce kapıyı açtı ve sadece "İbrahim" dedi. Sen İbrahim misin, demek istediğini düşünerek "Evet" dedim, "Sen de Nelly olmalısın." Yalnızca kafasını salladı.

Dikkatimi odayı aydınlatan mumlar çekti. Bir de hem o odanın hem de büyük bir kapıyla içeriye açılan salonun her yerine yayılan ikonalar… Nelly benimle önce Arapça konuştu. Arapçayı kısmen anladığımı ama pek konuşamadığımı, Türk olduğumu ifade ettim. Bunun üzerine eliyle kendisini göstererek "Mısır" dedi. Anladım ki ev sahibim Mısırlı bir Kıptidir ve İngilizcesi pek iyi değildir. Nitekim bundan sonraki iletişimimiz tek tek kelimeler ya da birkaç kelimeden oluşan tamlamalar üzerine kuruldu. Alt kattaki bir odanın kapısını açarak 'mutfak' dedi. Mutfaktaki dolabı açarak iki rafını gösterdi ve 'senin' dedi. Evin yan tarafından mutfağa giren bir kapı vardı. O kapıyı göstererek bana bir anahtar verdi ve 'anahtar' dedi. Eve girerken kullandığım kapıyı ima ederek 'hayır', bu yeni kapıyı göstererek 'evet' dedi… Salonda büyük bir saat vardı, onu gösterdi ve bir şey dedi ama anlamadım. After party yok, dediğini de hatırlıyorum ama o zamanlar ben zaten after party'nin anlamını bilmiyordum.

Bavullarımı alarak birlikte üst kata çıktık. Bir odanın kapısını açtı, 'oda' dedi. Odadaki yatağı gösterdi, 'yatak' dedi. İçinde nevresimler vs. olan bir kapak gösterdi, 'dolap' dedi. Odanın karşısındaki banyoyu gösterdi, "banyo" dedi. Bu kelime oyunu sıkıcı bir hal almaya
başlamıştı. Yorgun olduğumu söyledim, elimle yastık yani uyuma işareti yaptım. Anladı ve gitti.


Gurbetin anlamı
Daha önce de seyahat etmiştim, hatta çeşitli ülkelerde birkaç hafta kaldığım olmuştu. Fakat bu kadar uzun süre, belki de temelli kalacağım, eve dönmeme ihtimalimin bulunduğu okyanus aşırı bir memlekete gitmenin ne demek olduğunu, yani 'gurbet' kelimesinin anlamını bilmiyordum.
Okuduklarım ve dinlediklerim gurbette, özellikle ilk gecenin çok zor geçtiği hakkındaydı. İnsanlar büyük sıkıntılar çekiyor, hafakanlarla boğuşuyor, hüzünleniyor, kendilerini çaresiz hissediyor, sarsılarak ağlıyordu. Ben o kadar yorgundum ki bunların hiçbirini ağız tadıyla yaşayamadım. Elbiselerimle
yatağın üzerine uzandım ve uyuyakaldım.

Şükür ki benim olduğum katta ikonalar yoktu, aksi takdirde hepsini ters çevirmek zorunda kalacaktım. O da beni ayrıca yoracaktı. Sabaha doğru gözlerimi açtığımda pencerenin önünde durmuş beni izleyen sincapla göz göze geldik. Doğrulmamla kaybolması bir oldu. Sonraki gecelerde perdeyi
çekerek uyudum.

Zabit ve Kumandan'dan bahsetmiştim, intikal ve keşif meselesinden de… Kapıdan çıktım, kaldığım evi merkez kabul edip daireler çizerek, bütün sokakları bir baştan diğer başa kat ederek mahallede dolaşmaya başladım. En yakın kahveciyi, bilgisayarcıyı, berberi, marketi tespit ettim. Marketten su aldım ve kasiyerle o sıralar NBA'de oynayan Hido (Hiday et Türkoğlu) hakkında birkaç cümle sohbet ettik. Kahve alıp kafede oturdum, insanları izledim, yeni komşularımın ne menem insanlar olduğuna dair bir intiba edinmeye çalıştım. Eve döndüğümde Nelly beni mutfakta bekliyordu. "Otur" dedi. Bir bageti ortadan ikiye kesip kızarttı. Birkaç dilim peynir çıkardı. Bir bardağa portakal suyu doldurdu. "Kahvaltı" dedi. Arapça teşekkür ettim, gülümsedi.


Nelly kocası ölmüş, çocukları tarafından kaderine terk edilmiş yaşlı bir kadındı. Birkaç kelimelik sohbetlerimizden anladığım kadarıyla iki oğlu ve bir kızı vardı. Oğulları ile arası yoktu. Oğulları Nelly'yi cahil bir Ortadoğu köylüsü olarak görüyor ve tıpkı Bensonhurst Blues şarkısında anlatıldığı gibi -burası benim yorumum- kendisinden utanıyorlardı. Babaları öldüğünde evi satıp onu huzurevine yerleştirmek istemişlerdi. Kız çocuğu ne de olsa kız çocuğudur, oğlanlar kadar hayırsız değildi. Ben oradayken bir kez ziyaretine gelmişti mesela, ama Nelly'ye sorarsak o da mirasa konmak için ölmesini bekleyenler arasındaydı.

Mısır kanallarında yayınlanan Türk dizileri

Miras deyince akla bir ev, bir araba, biraz mücevher ve miktarını kimsenin bilmediği bir para geliyordu. Anladığım kadarıyla Nelly'nin kocası varlıklı bir adamdı. Çocukların hepsini okutmak için Amerika'ya göndermiş, sonra da peşlerine takılıp kendisi gelmişti. Nelly rahmetlinin paraları hafif
meşrep kadınlarla yediğini, kendisine çok da fazla şey bırakmadığını savunuyordu. Kocasının lafı geçtikçe bağırmaya başlıyordu.

Ev sahibimin değişik inanış ve huyları vardı. Söz gelimi çalıştırılmayan arabaların bozulacağına inanıyordu. Bu yüzden günde bir kez çıkıp kocasından kalan arabayı çalıştırıyor ve arada bir çıkıp arabasını çalıştırıp içinde oturuyordu. Çünkü hem ehliyeti yoktu hem de araba kullanmayı bilmiyordu.

Amerika'ya geldiklerinde kocası onu yabancılar için düzenlenen kurslardan birine göndermişti ama Nelly asla İngilizce öğrenmemişti. Hayattaki en büyük zevki Mısır kanallarında yayınlanan Türk dizilerini izlemekti. Bir gün eve geldiğimde ekranda o sıralar Los Angeles'ta bulunan bir Türk aktristi gördüm. "Arkadaşım" dedim, "burada" dedim. İnanmadı. O hafta sonunda aktris arkadaşımızı Nelly ile tanıştırdım. Çok mutlu oldu, kızın elini avuçlarının içine aldı ve dakikalarca bırakmadan yüzüne baktı. Gençlik fotoğraflarının olduğu albümü çıkardı ve zorla gösterdi. Son derece cimri olduğu halde yatak odasındaki kasadan gençlik yıllarından kalan mücevherlerini getirdi. Arkadaşımıza hediye etmeye çalıştı. Kız gittikten bir gün sonra iptidai fotoğraf makinesiyle çektirdiği fotoğrafları çoktan bastırmış ve çerçeveye koyup duvara asmıştı bile.

Birkaç hafta sonra okulda Nibraz isimli bir delikanlı ile tanıştık. Libyalıydı. Babası bir petrol şirketinde çalışmak üzere Nebraska'ya geldiğinde doğmuş, bu yüzden kendisine Nibraz adını vermişlerdi. Yetenekli bir yüksek mimar, ağırbaşlı bir Müslümandı. Kısa zamanda birbirimizi anladık ve arkadaş olduk. Ona ev sahibimin durumundan bahsettim. İlgisini çekti. Gelip tanıştı ve aramızda tercümanlık yapmaya başladı. Birkaç gün sonra aramıza Ürdünlü bir televizyon yönetmeni olan Rula da katıldı. Rula Filistin asıllı çilekeş bir kadındı ve Nelly ile çok iyi anlaştılar.

Birlikte Nelly'ye araba kullanmayı öğretmeye karar verdik. İkinci haftanın sonunda Nelly evin olduğu sokaktan çıkıp üst sokaktan dönerek bir tam tur atmayı başardı. Hatta bunu her gün yapmaya başladı. Bazen acaba bu işe hiç kalkışmasa mıydık diye düşünüyorum.


Nelly kendince kurnazlıkları olan bir kadındı. Samimiyetimiz artınca beni evine yerleştiren şirketi aradan çıkarmaya çalıştı. Paranın yüzde 40'ı o şirkete gidiyordu. Bu yüzde 40'ı paylaşalım, sen daha az öde ama paranın hepsini bana elden öde, diye tutturdu. O sıralar ben çoktan kendime eşyalı bir ev tutmuştum ve ay bitmeden taşındım. İki hafta kadar sonra benim odama yerleşen İtalyan kız aradı. Numaramı Nelly'den almıştı. Nelly
günlük mutat turunu tamamlayıp arabasını park etmeye hazırlanırken fren yerine gaz pedalına basmış. Hızını alamayıp evin önündeki ağaca çarpmış. Çarpmanın etkisiyle boynu ve omzu incinmiş. Kolunu alçıya alıp boynuna boyunluk takmışlar. Hastanede toplanan çocukları bize pey rahmet okumuşlar. Öyle ya da böyle bütün aileyi bir araya toplamış olmanın tesellisi dışında… Bu garibanlık değil de nedir?

Motorlu Taşıtlar Dairesi

Zabit ve Kumandan'a dönecek olursak… Evin çevresini keşfettikten sonra sıra okulla olan irtibatını sağlamaya gelmişti. O zamanlar telefonlar ve navigasyon şimdiki kadar gelişmemişti. Mahalledeki büyük kitapçıdan bir harita alarak masanın üzerine yaydım ve üzerinde çalıştım. Lindbrook Center'ı işaretledim ve oraya çıkan yolları çizdim. Her gün farklı bir yoldan okula yürüyerek gidiyor, bu sayede en doğru yolu bulmaya çalışıyordum.
Mesafe o kadar yakın olmadığı halde en mantıklısı bu keşfi yürüyerek yapmaktı. Bu sayede etrafı görebiliyordum. Ayrıca nadiren geçen otobüs hatları bana karışık geliyordu ve zaten henüz bir araba satın almamıştım.


Burada bir parantez açarak Motorlu Taşıtlar Dairesi'nden (DMV) de söz etmem gerekir. Açık artırma broşürlerinde ve craiglist sitesinde araba ararken Rula araba almadan önce California ehliyeti almamın daha doğru olacağını söyledi. Bunun üzerine DMV'ye gidip şansımı denemeye karar verdim. Aslında buna gerek olmadığını anlayacaktım, çünkü yıllar içinde polisler tarafından sadece iki kez ehliyetime bakıldı ve ikisinde de Türkiye'den aldığım ehliyeti gösterip, üzerindeki İngilizce yazılar sayesinde bu ehliyetin uluslararası geçerliliğe sahip olduğunu iddia ettim ve hiçbir itirazla karşılaşmadım. Çünkü polislerin 'bir ay' kuralından haberleri yoktu. California'da ehliyet süreçleri bizdekine nispeten daha kolay geçiyor. DMV'ye gittiğimde ehliyet sınavına gireceğimi söyledim. Beni paravanlarla bölünmüş bir alana yönlendirdiler. Oradaki görevli sınava hangi dilde girmek istediğimi sordu. Dalgasına "Türkçe" dedim; bir de ne göreyim gerçekten de Türkçe sınav varmış. Bana bir dosya uzattı ve doldurup getirmemi istedi. Sorular ve cevapları o kadar bozuk bir Türkçeyle yazılmıştı ki anlamakta zorlanıyordum. Beşinci soruda kalkıp görevlinin yanına gittim. "Bu sınav Türkçe değil" dedim. Üzerindeki yazıya baktı ve şaşkınlıkla "Nasıl olur" dedi, "Türkçe yazıyor burada." Türkçe dilinde yazar olduğumu, bu metinlerin Türkçe gibi göründüğünü ama aslında çok kötü bir çeviri olduğu için anlaşılmadığını ifade etmeye çalıştım ama anlamadı. "Müdürle
konuşun isterseniz" gibi bir şey söyledi.

Ehliyet sınavı

Müdürle konuşmak anlamsızdı. İngilizcem Türkçem kadar iyi olmadığı halde sınava İngilizce girmeye karar verdim. 'Hareket halindeki arabadan ölmüş hayvan atmanın cezası kaç dolardır' gibi birkaç soru haricinde bütün soruları kolayca cevapladım.

Kâğıdımı hemen oracıkta okuyan görevli sınavı geçtiğimi söyledi ve beni gişeye yönlendirdi. Sürüş sınavı için randevu oluşturan memur eğer başka bir ülkenin ehliyetine sahipsem bana geçici bir ehliyet verebileceğini söyledi. Hemen Türk ehliyetini çıkardım ve uzattım. Kısa bir incelemeden sonra ehliyetimin kaç yıl geçerli olduğunu, geçerlilik süresinin ne zaman sona ereceğini sordu. Bizim ehliyetlerde böyle bir süre olmadığı için kendisine ehliyetimin ömür boyu geçerli olduğunu söyledim. "Neden" diye sordu. "Çünkü" dedim, "ben çok iyi ve dikkatli bir sürücüyüm." Gözlerini ve ağzını kocaman açarak tuhaf sesler çıkardı ve etkilendiğini belirterek beni kutladı.

Bu sırada arabamı almıştım ve o hafta sonu yapılan sürüş sınavına kendi arabamla girdim. Sınavı benden daha uzun ve iri siyahi bir
ablamız yapıyordu. Sıfırcı hocalar gibi bir hali vardı. Bütün hareketlerimi dikkatle takip ediyor, sinyaller çalışmadığı takdirde elimi nasıl kullanacağımı filan soruyordu. Kendisine uzun yıllardır araba kullandığımı söylediğimde bunun kendisini ilgilendirmediğini söyleyerek beni tersledi. Bütün uğraşlarına rağmen hiçbir hatamı yakalayamayınca bu kez de 'neden çok yavaş kullandığımı' sordu. Ben de kendisine şöyle cevap verdim: "Çünkü ben bir babayım." O suratsız kadın gitti, yerine sanki çocuğuyla konuşan bir anne geldi. "Ehliyeti aldın, dönelim" dedi ve dönüş yolunda çocuk yetiştirmenin zorluklarından bahsetti. Bu garibanlık değilse nedir?


Zabit ve Kumandan'a tekrar dönecek olursak… Sanırım okul çevresinde yaptığım keşifleri ve şahit olduğum garibanlık öykülerini bundan sonraki yazıda anlatmamız daha doğru olacak. Çünkü yerimiz kalmadı. Peki, bu da garibanlık değilse nedir?

BİZE ULAŞIN