Ona, Westwood'daki LA Fitness'ta gerçekleşen ilk karşılaşmamızda, Türk olduğumu söylemiştim. Buna rağmen aynı salondaki ikinci karşılaşmamızda bana "Sen Bulgaristan'dan gelmiştin, değil mi" diyerek sataştı. Hiç bozuntuya vermedim. "Güçlü bir hafızan var" dedim, "Sen de Rumen'din değil mi?"
Hâlbuki adını hatırlamasam da İtalyan olduğunu ve aktris olmak için Los Angeles'a geldiğini hatırlıyordum. Geçmişte memleketinde 'bazı' filmlerde rol almıştı, fakat kariyerini ileriye taşıyan roller değildi bunlar. Sonunda bütün yolların kapalı olduğunu görmüş ve şansını burada, eğlence dünyasının kalbinde denemeye karar vermişti. Gülüştük, iğneleme konusunda karşılıklı olarak birbirimizi takdir ettik ve karşılaştıkça selamlaşmaya, üç beş cümle sohbet etmeye başladık.
Türkiye için bir zamanlar Unkapanı neyse günümüz dünyası için Los Angeles odur. Dünyanın her yerinden fiziğine, yeteneklerine, şansına güvenen insanlar akın akın bu şehre gelir. Pek tabii aralarından pek azı 'seçilmeye' muvaffak olur. Kalanları Hollywood Bulvarı'ndaki kafelerde garsonluk yaparken görebilirsiniz. Onlarca atanamamış Angelina ya da Brad. Bu garibanlık değil de nedir?
Adını halen hatırlayamadığım o arkadaş sonraki günlerde beni birkaç kez İtalyan Kültür Merkezi'nde ya da Santa Monica'nın bohem çevrelerinde gerçekleşen etkinliklere davet etti. Bir bahane bulup hepsinden sıyrılmayı başardım. Yeni bir insan tanımaya, onunla dejenere ortamlara girmeye hiç hevesli değildim. İlaveten, deneysel çağdaş sanat sergilerinden ve bu sergiler hakkında girişilen uzun ve manasız değerlendirme konuşmalarından gına gelmişti.
Bu durumu anlattığım yakın dostum Emile çok şaşırdı. "Kabul et" dedi, "Sen gitmezsen, ben giderim. Eğlenceli olur." Kendisine Kierkegaard'ın "Can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır" sözünü hatırlattıysam da aldırmadı.
Hayal kırıklığı
Emile, 1980'lerde yazdığı çocuk hikâyeleri UNESCO yıllığına girmiş bir yazardı. Bulgaristan'da doğmuş bir Yahudiydi. Uzun yıllar yaptığı gazetecilik mesleğinden gitmediği festivaller ve izlemediği filmler hakkında tafsilatlı eleştiriler kaleme alarak atılmıştı. Karısı Vasia ile birlikte, Doğu blokunun dağılmasından önce Bulgaristan'dan kaçmış, bir müddet mülteci kamplarında yaşadıktan sonra önce Kanada'ya sonra da ABD'ye iltica etmeyi başarmıştı. Elbette, buna başarı denebilirse.
Kimsenin ilgi göstermediği bir kukla tiyatrosunu okul okul dolaşarak sürdürmeye çalışıyor, bu sırada 'sorunlu' çocukların gönderildiği bir okulda danışman öğretmenlik yapıyordu. Aynı zamanda müzisyendi fakat bu kendisi dahil kimsenin umurunda değildi. Karısından boşandığı halde onunla ve
temizlik yapılmadığı için mutfaktan başlayarak odaları istila eden böceklerle aynı dairede yaşamaya devam ediyordu. Arada sırada fareler dadanıp haşeratla mücadele etmeseydi daire iyice yaşanmaz hale gelebilirdi. Bu garibanlık değilse nedir?
Memlekete dönmeme bir hafta kalmıştı ve adını hatırlayamadığım o arkadaş nihayet ilk kez ilgimi çeken bir sanat etkinliği davetiyle geldi. Venice Beach'teki antrepolardan birinde ışığın yansımaları konulu bir enstalasyon... Kaderin cilvesidir, o akşam Cafe Elysee'de, evsiz dostlarımdan biriyle
kahve içecektik. Kentucky'li Mike kafenin sahibi olan Lübnanlı dostumuza beni sormuş, ben de yarın aynı saatte orada olması için haber göndermiştim. Emile de bu kahve seremonisine iştirak edecekti. Arabamı sattığım için beni evden Emile alacaktı. Arayıp üç saat erken gelmesini söyledim.
Birlikte adını hatırlayamadığım o kadının verdiği davetiyedeki adrese gittik. Bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Benim hayal kırıklığına uğrama sebebim sergiyi nitelikli dolandırıcılık olarak görmemdi. Amsterdam'da her sene yapılan ışık festivali gibi bir işle karşılaşmayı beklerken karşıma beyaz duvarlara projeksiyon cihazıyla yansıtılan dandik fotoğraflar çıktı. Emile'in hayal kırıklığına uğrama sebebi ise bizi davet eden arkadaşı yeterince genç ve güzel bulmamasıydı.
Tadı kaçan bir sohbet
Emile dostumuzun tadı kaçınca başka insanların tadını kaçırmak gibi ilginç sayılamayacak bir özelliği vardı. Bunu da alaycı bir tavra bürünerek yapardı. Çoğu zaman dalga geçtiğini anlamazdınız. Etrafa şöyle bir bakındıktan sonra "İbrahim beyin memlekette bir evi var" diye lafa girdi. "İnanamazsınız. Evin cephesine boydan boya ekranlar yerleştirmiş. Bir düğmeye basıyor, Orta Çağ'dan kalma bir şato. Öbür düğmeye basıyor, bildiğin kır evi."
Kadın, tuhaftır, Emile'in söylediklerini hiç yadırgamadı. Belki de bunun mümkün olduğuna inandı. Sahte bir hayranlık ifadesiyle "Gerçekten mi, ne güzel" gibi birtakım laflar geveledi. Bunun üzerine Emile dozu artırmaya karar verdi. "İbrahim beyle bizim bir projemiz var" dedi. "Görme engelli çocukların ellerine birer fotoğraf makinesi vereceğiz ve onların çektiği fotoğraflardan bir sergi açacağız. Belki böyle duvara da yansıtırız."
Elbette böyle bir projemiz yoktu. Hatta bana sorarsanız olması da mümkün değildi. Buna rağmen çocuklara verilecek makinenin analog mu dijital mi olması gerektiği, çocukların kendi eserlerini göremeyecek olmasının doğuracağı etik sorunlar uzun uzun müzakere edildi.
Nihayet Emile lafı bizim Osmanlı İmparatorluğu'nun diriltilmesi için çalışan bir teşkilat olduğumuza getirdi. Argo tabirle söylemek gerekirse, artık iyice ambale olmuş kadını bizim saflarımıza katılmaya davet etti. Kadın buna kesin bir dille itiraz etti. Roma İmparatorluğu'nun daha büyük bir
imparatorluk olduğundan bahsetti ve Osmanlı'nın canlandırılmasına karşı çıkacağını filan ifade etmeye başlamıştı ki ben bir arkadaşımızın kahve içmek için bizi beklediğini söyleyerek ikimiz adına izin istedim.
Emile'in bu şakacılığı başına birçok kez bela olmuştur. Bunlardan birinde ben de oradaydım. Karısı Vasia kendisine hayvan bakıcılığı işi kurmuştu. Tatile gidenlerin, yoğun iş temposunda çalışanların köpeklerini alıyor, onlara bakıyordu. Bu iş için Venice Beach civarında bir daire bile tutmuştu.
Oturdukları evden daha geniş ve lüks bir daireydi bu. Köpekler Emile'den daha müreffeh bir hayat yaşıyordu.
"Kentucky'nin nesi meşhur?"
Bir gün yürütmeye çıkardığı köpeklerden biri Vasia'yı düşürmüş ve kalçasının kırılmasına sebep olmuştu. O olaydan sonra Vasia uzunca bir süre tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu ve yürüyüşü bir daha hiç düzelmedi. Bu garibanlık değil de nedir?
Hastaneye gittiğimizde Emile bize hastanın durumu hakkında bilgi veren doktora gayet ciddi bir yüz ifadesiyle, hayıflanır gibi yaparak "Hâlâ mı yaşıyor? Nasıl ölmez" demişti ve bunun üzerine doktor durumu şüpheli görerek polis çağırmıştı. Farklı kültürlerdeki mizah anlayışları hakkında uzun
bir açıklama yaparak güç bela kurtulmuştu.
Biz kalkmamız gerektiğini söyleyince adını halen hatırlamadığım o kadın da bizimle gelmek istedi. Hatta bu konuda ısrarcı oldu. Kısa bir bakışmanın ardından bunun bizim için de eğlenceli olacağına karar verdik ve gelmesini kabul ettik. 20 dakika sonra kafedeydik ve kapının hemen yanındaki masaya oturmamızın üzerinden üç dakika bile geçmeden Mike da bize katıldı.
Mike hakkındaki bilgilerimiz son derece sınırlıydı. Kentuckyli olduğunu ve sokaklarda yaşadığını biliyorduk. Sol tarafına felç inmiş gibi bir görüntüsü vardı ve topallayarak yürürdü. Saçı sakalı birbirine karıştığı için yüzünün tam olarak neye benzediği hakkında bir fikrimiz yoktu. Fazla
konuşmazdı. "Kentucky'nin nesi meşhur" gibi sorulara kızar, dinlemek lütfunda bulunduğu esprilere güler ve bunun dışında genellikle susardı.
Bizi kafede otururken görürse yanımıza gelir, harçlığını alır, onunla kendisine bir kahve ısmarlar, ıslanan bıyıklarınıkoluyla silerek kahvesini
içerdi. Kentuckyli Mike bir sandalye çekerek adını halen hatırlamadığım kadının tam karşısına oturdu ve ne olduysa ondan sonra oldu. İlk görüşte aşktı bu. Dirseklerini masaya koyup, kadının gözlerinin ta içine bakarak, sanki biz orada yokmuşuz gibi konuşmaya başladı. Bir solukta bütün hayatını anlattı.
Mike'ın hikâyesi
Kısaca özetlemek gerekirse yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğduğu için doğru düzgün eğitim alamamış. Karısını ve çocuğunu geçindirebilmek için alengirli işlere bulaşmış ve hapse düşmüş. Hapiste bunu çok fena dövmüşler, kolunu ve bacağını kırmışlar. Bu hapisteyken karısı en yakın
arkadaşıyla birlikte yaşamaya başlamış. Hapisten çıkacağı ay kızının Los Angeles'a geldiğini ve burada öldüğünü haber almış. Onun mezarını aramak için gelmiş ve burada kalmış.
Arabayla geçerken birkaç kez Mike'ı mezarlıktan çıkarken görmüştüm ve çimenlerin üzerinde uyumak için mezarlığa gittiğini düşünmüştüm. Meğer mesele çok başka imiş. Peki, bu garibanlık değilse nedir?
Normalde Mike kahvesini içtikten sonra kalkıp giderdi. O akşam öyle yapmadı. Kahvesinden bir yudum bile almadan oturmaya devam
etti ve hiç susmadı. Bir noktadan sonra kadına kur yapmaya bile başladı. Nihayet hepimizde ama en çok da kadıncağızda merhamet yorgunluğuna yol açmış olacak ki dağılmaya karar verdik. Eve yürüyerek döndüm ve o akşam Emile dışındakileri gördüğüm son akşam oldu.
Takıldığı yerler belli olduğu için Los Angeles'a giden arkadaşlardan Mike'ı bulmalarını ve ona selamımı iletmelerini rica ediyordum. Arada sırada onlar vasıtasıyla zafer işareti yaptığı fotoğrafları gelirdi. Sonra ben unuttum ve fotoğraflar da kesildi.
"Evsiz" kitabımın taslağını yazarken tekrar aklıma geldi. Emile'i aradım, gidip Mike'a bakmasını, ne durumda olduğunu bana haber vermesini istedim. Birkaç gün sonra üzücü haberi verdi: Mike bir kafenin tuvaletinde duş alırken kendisine bunun yasak olduğunu söyleyen çalışanı yaralamış ve saldırı suçu sebebiyle tekrar hapse atılmış.
"Sana anlatmayı unuttum" dedi Emile. "Hani bir İtalyan kadın vardı oturduğumuz? O ölmüş." Şaşırdım. "Nasıl olur" dedim. "Aktrisim diyordu ya bu kadın. Gerçekten aktrismiş. Yetişkin filmlerinde oynamış. Amerikalı bir iş adamı bunu alıp türlü vaatlerle Los Angeles'a getirmiş. Ona ev tutmuş, arada sırada ziyaret ediyormuş. Bir gelişinde öldürmüş. Gazetede haberi çıktı. Kıskançlık yüzünden demişler. Oradan okudum."
"Vah" dedim. Bu da bir garibanlık değil midir?