Aşk için geldik dünyaya. Gerisi teferruattır. Kur'an-ı Kerim'de aşk "şiddetli sevgi" olarak tarif ediliyor. Cenab-ı Hak ayeti kerimede şıkları tarif ederken "Onlar şiddetle severler" diyor. İşte bütün mesele, aşk-ı hakikiye ulaşabilmekte. Tabii şöyle bir soru gelebilir akla; "Aşkın hakiki olmayanı yani sahtesi de mi var?" Hayır, kıratın neyse aşk o şekilde tecelli eder sende. Yoksa aşkın çeşidi yoktur. Sen mecazda kaldıysan aşk mecaz olarak zuhur eder. Şehvete mi düşkünsün, aşk sende o şekilde tecelli eder. Peki ya zahir sevgililer… Sen o sevgiliden açığa çıkan aşkın cinsi hakkında yeteri kadar malumat sahibi değilsin aslında. Erkeğin kadına; kadının erkeğe aşkı… Öbür taraftan Resulullah Efendimizin Allah'a olan aşkı neyse senin aşkın da odur ama sen o aşkı isimlendiremiyorsun. Bir de tutturmuşlar mecazi aşk, hakiki aşk. Aşk aşktır, mecazisi, hakikisi olmaz. Sen mecazda kalmışsın, ama öteki, aşkın hakikatine ermiş.
Tekrar ediyorum, aşk için geldik dünyaya... Ve aşkın tahsili yoktur. Aşk bazen şimşek gibi çakar. Ondan kaçamazsın, yakalamak istersen ele avuca sığmaz. O bir anda gönülde doğar. Bir sevgiliden bahsediyorlar, ismi Allah olan… Yegâne güç, kuvvet, hikmet, estetik… Yani aşkın madeninden bahsediliyor. Fakat Allah hiçbir tarife sığmaz. O halik, bizse mahlûk olduğumuz için bizim onu tam manasıyla ihata etmemiz mümkün değil. O yüzden biz sevgiliyi, açtığı sergide eserlerini seyrederek, gönlümüzdeki varlığını idrak etmeye çalışırız.
Şimdi sana daha önce hiç görmediğin bir güzelden bahsetseler ne dersin. Saçları, kaşları, siması… Rivayet ama ister istemez hayalinde bir varlık vehmedersin. Ama Allah'ı vehmetmen de mümkün değil. Demek ki Allah aşkı, onun yarattığından açığa çıkıyor. Soyut bir Allah aşkı da olmaz. İnsanı sevmiyorsan Allah'ı sevemezsin. Hayvanatı sevmiyorsan aşktan anlamadın demektir. Nebatatı sevmiyorsan aşk bilgisi yoktur sende. Nefsinin hoşuna giden bir şekli aşk zannediyorsun. Oysa hiç alakası yok.
Sevgi çeşitleri adına bir anekdot olarak Efendimizin şu sözlerini hatırlatmak isterim: Resulullah Efendimiz Hz. Ali'ye sorar, "Ya Ali, beni mi, Allah'ı mı, Fatma'yı mı yoksa Hasan ile Hüseyin'i mi daha çok seversin?" Hz. Ali başta düşünmek istediğini söyler. Eve geldiğinde düşüncelidir ve Hz. Fatma bunu fark ederek düşünceli halinin sebebini sorar. Hz. Ali, Resulullah'ın sualini Hz. Fatma'ya da aktarır. Hz. Fatma, "Kolay ya Ali, Allah'ı kulluğumla, seni ümmetliğimle, Fatma'yı erkekliğimle, Hasan ile Hüseyin'i babalığımla seviyorum desen mesele hallolurdu" der. Yani aşk birdir ama sosyal hayattaki çeşitli aynalarda farklı akislerde yansır.
İlim sevgiliyi tarif etmek için var
Bu anlamda ilmin yaptığı en makbul şey sana sevgiliyi tarif etmektir. İlim tahsil etmek sevgiliye ait olan detayları meşk etmek demektir bir anlamıyla da. İlim bize sevgiliyi tanıtmak için var, sevgiliye kaçmak için var ilim, sevgiliye yakîn kesbetmek için var. Cismen değil ama hissen belki. Ve o hissediş mekânda sana temaşa ettirir kendini. İşte o zaman Efendimizin duasının kabulü ortaya çıkmaktadır: "Ya Rabbi, eşyanın hakikatini bize göster." Eşyanın hakikati Cenab-ı Allah'tır. Yani Efendimiz, "Sen eşyadan tecelli edensin, bunun farkına erdir bizi" diyor. Eşyanın hakikati, esması, varlığı seni Allah'a götürüyor. Dervişler "Allah" diyerek zikrederler. Bütün isimler ve sıfatlar onda mündemiçtir çünkü. Bu zikri günde beş yüz defa söyleyince şu kadar sevap kazanılır gibi bir formül de değildir bu. Esmayı gönlünde ve varlığında iyice hissederek "fe semme vechullah" olan yaratıcının bütün âlemdeki aksini seyredersin.
Su mermere damlaya damlaya zaman içerisinde o taşı deler. Evvela rengini değiştirir, ondan sonra başlar onu çukurlaştırmaya. Devam ederse mermerde bir delik açılır. Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri; "Ömür boyu Allah diyeceksiniz, o son nefeste bir kere Allah diyebilmek için" buyurmuştu. Bütün varlığının kapasitesiyle bir kere Allah dediğin zaman varlığı tüm hakikatiyle hissedersin.
Tevhid her şeyi yerli yerine koyabilmektir
Yeryüzündeki her iş Allah'ın işidir. Hepsinin hikmeti var. Tevhid, her şeyi yerli yerine koyabilmektir. İyi dediğini de kötü dediğini de yerli yerine… Ve Aşk. Resul-i Kibriya Efendimize benzemeye çalışmanın asıl maksadıdır. İnsan sevdiğine benzemek ister. Taklitle değil tahkik ile benzemek… Ama her benzeme çabası da taklitle başlar. O saçını ortadan ikiye ayırıyorsa sen de ayırırsın. Biraz öne eğik olarak geniş adımlarla, sağa sola bakmadan yürüyorsa, sen de öyle yürümeye başlarsın. Ahlak-ı Muhammedî ile eşyayla ilişki kurmaya başladığında artık tahkik sahasına geçtin demektir. Gerisi teferruat. Böylece adım adım esmada dahi zatı göreceksin. Parçalanma müptediler içindir. Tevhid ehli için fark yoktur. Dünya ahiret farkı da yoktur. Gerçek muvahhitler için madde mana farkı da olmaz. Çoklukta birliği görmek, dava budur.
Yaratan, her mesaj döneminde tevhid işaretini insanlara ulaştırmış ve insanlar da buna şahit olmuştur. Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de birçok kere bu konuya değinilmiştir. Mesela İsra Suresi 96. ayette şöyle seslenilmekte: "De ki: Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarının bütün yaptıklarını hakkıyla bilendir, her şeyi hakkıyla görendir." O halde ötekilik değil, Bir'in çeşitli vecihlerde ortaya çıkması ve hikmetler doğrultusunda kendini belirginleştirmesini anlıyoruz buradan.
Bu konu için Kur'an-ı Kerim'deki başka ayetlere de bakabiliriz. Yine bir adı da Tevhid Sûresi olan İhlâs Sûresi'nde Cenâb-ı Hak tekliğini, sadece kendisinin varlığını, bundan dolayı da hiçbir şekilde muhtaciyetin söz konusu olamayacağını ve ayrıca onu hiçbir şeyin var etmediğini ve onun da kendinin haricinde bir şeyi var etmediğini açık açık söylemektedir.
O halde bizim varlık âlemine baktığımızda tek bir zatın açığa çıkışlarını görmemiz lazım. Çeşitli objelerde, çeşitli bedenlerde, yani çeşitli aynalarda gördükten sonra tek olanın sonsuz kudret, ilim, hikmet ve estetiğinin açığa çıkışını seyretmekten başka gerçek ve doğru bir bakışa, okuyuşa geçemeyiz.
Eğer insanlık, Yaratıcının kendisine verdiği o muhteşem imkânlarla daha çok üretmeyi, daha çok üleşmeyi ve daha çok sevişmeyi elde etmek istiyorsa, Kur'an-ı Kerim'in metnini ve satır aralarında gizli olan hikmetlerini mutlaka araştırmalı ve yaşamında biçim olarak algılamalıdır.
Tasavvufa ciddiyetle emek vermek lazım
Zamanımızda dinimiz insanların gündemine İslamofobi üzerinden bir algıyla getirilmek istense de Kur'an-ı Kerim kâinatın en kâmil, en üst seviyede yaşanılır olmasını sağlar. Tam da bu sebepten kutsal kitabımızı doğru anlamalı ve onu bir ilim olarak hayatımıza tatbik etmeliyiz. Tasavvuf denilen dinin özünü algılama ve yaşama biçimini mutlaka hayatımıza dahil etmeliyiz. Çünkü tasavvuf ekolleri bize yaratılışımızdaki esma bileşiminin ortaya çıkarttığı karakterler itibariyle İslam'ı en üst seviyede algılama imkânı sunar. Fakat bu yaşama biçimi de hiçbir şekilde bir ekonomiye, bir siyasete ve bir menfaat ilişkisine dayandırılmamalıdır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın var etmiş olduğu ilme ihanettir. İnsanlar menfaat çekişmesi yüzünden birbirleri ile anlaşamaz hale geliyorlar ne yazık ki.
Bu dönemde aydınlık beyinlerin meseleye ontolojik, sosyolojik, psikolojik bakış açılarıyla eğilerek bu handikapları aşmaları icap eder. Aksi takdirde bu kan dökücü, ötekileştirici menfaat kavgalarının sonu gelmez. Ve insanlık hiçbir şekilde huzura, mutluluğa varamaz. Tam da bu sebepten tasavvufa ciddiyetle emek verilmeli, ilmi olarak ona yaklaşmalı ve sosyalleştirilmeli.
Bu dünya herkese yetecek kadar geniş ve verimli. İnsan dünyaya çeki düzen verebildiği gibi aynı zamanda varlıkta içkin olan en güzel ortamı yaratabilecek ve işlerlik kazandırabilecek kabiliyete de sahip. Çünkü Kur'ânî ifadeyle söyleyecek olursak, "İnsan yeryüzünün halifesi." Yani selef olan, asıl olan gücün, kudretin, ilmin, hikmetin, estetiğin uygulayıcısı. Buna yeterli bir yaratılışa sahip. Çünkü insan ilimle mücehhez. Bu ilmi insanlarla paylaşabilmenin yolu sağlıklı bir düşünce ve bu düşünce doğrultusunda oluşan sağlıklı eylemlerdir. Bunu gerçekleştirebilecek algı, icra gücü ve kuvveti insanda içkin olarak bulunmaktadır.
Bu derece geniş bir donanımla yeryüzünde var olmuş olan insanın haz, şehvet ve menfaatperestlik gibi yaratılıştaki o muhteşem yapısallığa uymayan şeyler peşinde koşması beyhude. Ve insanın sadece dünya koşullarında geçici bir zaman için palyatif olarak geçerli olan bu duygulardan arınıp, kendinde içkin olan o muhteşem güçle hem kendini hem toplumu çok daha yüksek bir algı seviyesine getirebilmesi gerekir.
Yadsınamayacak bir gerçek olan ölüm, bu muhteşem yapısallığın bitimi olarak algılanmamalı. Nasıl ki içinde yaşadığımız bu boyut var ise bundan sonraki algı boyutlarında insanın sonsuz konfora erebilme imkânı da var. Yeter ki insan buna inansın ve gereğini yerine getirsin. Aksi takdirde var olup öldükten sonra yok olacak bitkiler ve hayvanlar seviyesine kendini indirgemiş olur.
Ölüm asla bir yok oluş değil
Hâlbuki insan sonsuz bir varlıktır. Ancak yine Kur'an-ı Kerim'deki işaretle, insanın eline geçecek olan ancak kendi mesaisidir. Ve yine aynı kaynaktan devam edecek olursak, dünya boyutu, diğer boyutların tarlasıdır. Ne ekersek onu biçeceğiz. Ölüm denilen dönüşüm eylemiyle yok olacağını düşünen
kişi, hem varlık âlemindeki muhteşem dizaynı ve hem de kendindeki o halifetullah özelliklerini yok saymaktadır. Yahut yeteri kadar algılamayıp ölümü bir yok oluş sanmaktadır. Bunların hepsi hatadır. İnsan ebedi bir varlıktır. Ve dünya yaşamından sonraki boyutlarda konforunu temin etmek de belli ölçülerde insanın elindedir. Çünkü Cenab-ı Hak insana büyük imkanlar sunmuştur. Ve yine Kur'ânî bir işaretle "Ben kuluma verdiğimi üzerinde görmek isterim" demektedir.
İnsana yakışan akl-ı maad ile hareket ederek sonsuzluk âleminin mutluluğunu, hürriyetini elde etmektir. Bunun için yukarıda da hatırlatmaya gayret ettiğim üzere Kur'anî bir deyişle insanın yerleri, gökleri ve arasındakileri zikretmesi, tefekkür etmesi şartı var. Çünkü Yaratan hiçbir şeyi işlevsiz bir şekilde yaratmamıştır. Yani tesadüf değil, tevafuk vardır.
Kur'an-ı Kerim'de "Allah'la dost olanların hayıflanması, mahzuniyeti olmaz" mealinde bir ayet var. Buradan anlamamız gereken şey şu: Allah'la dost olmak, Cenab-ı Hakk'ın yaratmış olduğu sisteme entegre olmaktan ibarettir. Yani bu sistemin bir fiziki tarafı var, bir de metafizik tarafı. Fiziki tarafına İslam'ın şartları olarak eğilebiliriz. Onlar malum ibadetler. Metafizik durumuna da imanın şartları olarak eğilebiliriz. Onlar da daha soyut kavramları içeriyor. Buradan hareket ederek bakıldığında, eğer bu paradigmalar doğrultusunda düşünecek ve düşüncelerimizi eyleme geçirecek olursak bizim hayıflanmak ve mahzuniyet gibi birtakım sıkıntılardan uzak olacağımız ifade edilmektedir.
Kaderi konuşalım
Burada kader denilen meseleye de kısaca değinmek isterim. Biz kader ile kendi hatalarımızı birbirine karıştırmakta çok ustayız. Kader, anlayabildiğimiz kadarıyla bizim hangi cinsiyette, hangi coğrafyada, hangi sosyal şartlar içerisinde, hangi algı donanımıyla, hangi imkânlar içerisinde yaratılacağımız gibi bir anlam taşır. Fakat bütün bu donanımla Yaratanın bizden istediği ve beklediği tavır aşağı yukarı bize kalmıştır. İşte kader de bu anlamda öne çıkmakta. İnsanları milliyetlerine, derilenin renklerine, o andaki inanış biçimlerine göre kategorize ederek ötekileştirmek anlaşılması gayrı kabil olan bir şey. Çünkü insanın kaderi olan bir şeyi senin yadsımak gibi bir lüksün söz konusu değil. Ancak bu yetenek ve donanımla Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu imkânları hangi prensipler ve disiplinler üzerine kullandığın önemli. Orası sana kalmakta. Yoksa ceza ve ödülü, azap ve mutluluğu izah etmekten uzaktayız.
Hayatımızı bu doğrultuda yaşamakla mükellefiz. Aksi takdirde yanlış yaparız ve bu yanlışlar da hiçbir şekilde kaybolmaz, bu boyutta veya dönüşeceğimiz diğer boyutlarda mutlaka karşımıza çıkar. Çünkü yine Kur'an'a müracaat ettiğimiz takdirde zerre kadar hayrın da zerre kadar şerrin de karşılıksız kalmayacağı söylenmekte. İşte bu bilgiler ışığında empatiyi yani hemhâl olmayı değerlendirmemiz lazım. İnsanın kaderiyle alâkalı olan değişmezlerini hiçbir şekilde hor görme lüksüne sahip değiliz.
Hiç kimse öncesiyle yargılanmamalı. Çünkü Cenâb-ı Hak "Kulum hata eder, günaha girer, ama sonra anlar ve tövbe eder, bir daha da tenezzül etmez. İşte o zaman ben onu o kabahatleri yapmamış addederim" buyuruyor. Yaratanımız bu şekilde davranıyorsa bizim kimseyi öncesiyle yargılamak gibi bir lüksümüz söz konusu olamaz. İşte hemhâl olmak, kişinin o psikolojiye bürünerek neden bu pozitif olmayan eylemleri ortaya çıkardığını tespit ederek, onun eksikliklerine, onun yanılgılarına, onun anlayış kıtlığına yardımcı olarak o hatalardan dönmesini temin etmektir. İşte Batı'nın empati, bizim hemhal olmak dediğimiz şeyin arasında çok büyük bir fark var.
İnsanları yargılamadan, ötekileştirmeden; onları anlayarak, onlarla aynı tabanda, aynı kökte ve özde olduğumuzu anlatarak sevgimizi pekiştirmeliyiz. Bilmek aynı zamanda o bilgiyi insanlara aktarmayı icap eder. Çünkü "hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu..." O zaman bildiğimiz ne kadar güzellik varsa henüz o bilgiye kavuşmamış insanlara da onu aktarmak gibi bir görevimiz söz konusu.
Yani savaşmak yerine anlaşmak, hemhal olmak ve sevişmeyi tercih etmek insana en çok yakışan tavırdır. Çünkü tekrar edelim, aşk için geldik dünyaya, gerisi teferruat.