Ağaçlar bana ne anlatıyor? Yaşamıma bir meşeyi katmak isteği çoğu insana çok romantik geliyor, gelsin. Bir kalıp sabunla günlerimi geçirdiğim, ateşimi kendim yaktığım, uzun yürüyüşler yaptığım dağlar beni çağırıyor sürekli. Ve onlara cevap vermeye devam edeceğim. Rotayı uçsuz bucaksızlığa kıracağım. Benim şehir hayatıma bir mola olan bu aralıklar bambaşka insanların yaşam biçimlerini oluşturuyor. Onlar çadırları bırakıp kırsalda kalıcı olmayı tercih ettiler şimdilik. Pandemi öncesi ve sonrası özellikle herkesin ihtiyaç duyduğu kırsalda yaşama fikrini hayata geçirmiş, şehirden göçmüş insanları ve onları bu köklü değişime yönlendiren gerekçeleri sizin için dinledim. Belki bir ilham olur kim bilir?
Ömer Faruk Zora "Bu yaşam tarzı özgür hissettirdi"
Şehirde yanlış evlerde barınıyor, kötü gıdalarla besleniyor, içme suyumuzu ve yiyeceği yüzlerce kilometre uzaktan, hatırı sayılır bir karbon ayak izi bırakarak temin ediyorduk. Çalışma saatlerimiz doğanın takvimine ve kendini buna uydurmaya çalışan biyolojik saatimize aykırıydı. Boş vakitlerimizde gezmek, piknik yapmak, tiyatroya/konsere gitmek gibi faaliyetler kalabalık, kirlilik ve trafik yüzünden tatsızlaşıyordu. Toplu taşıma ile ulaşım vakit kaybıydı. Gündelik hayatın konforlu olması için gereken maliyet; elektrik, doğalgaz, su ve diğer ihtiyaçlar yalnızca emeğimizi ve servetimizi değil dünyayı da tüketiyordu. İşlevsiz ve çirkin şehirleşme bizi gün be gün üzüyordu. Şehirde yaşarken diğer canlılara yapılan haksızlığın bir parçası olduğumuzu düşünüyorduk.
"Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/bir sincap gibi mesela/yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/yani bütün işin gücün yaşamak olacak"
Bu dizeler kırsaldaki hayatımız için bize kılavuz oldu. Diğer bütün hayvanlar gibi bizim de dengeyi bozmadan, doğayla uyum içinde, sadeleşerek, yavaşlayarak, kendine yeterek yaşayabileceğimize inanıyoruz. Tüm hayvanlar barınma ve beslenme ihtiyaçlarını doğanın sunduklarıyla pekâlâ karşılarken insanların sanal ihtiyaçları karşılamak için ömürlerini, doğayı tüketmelerini zalimce buluyoruz. Kırsalda yaşam, bize 4 elementi tanımayı, güçlerini lehimize kullanmayı, yıkıcı etkilerinden kaçınmayı öğretti. Hayatın döngülerini, mevsimlerin, yılların tekrarını, farklarını ve benzerliklerini hemen her eylemde; bahçede sebze yetiştirirken, zeytin hasadında, dağlarda yürürken, şifalı bitkileri toplarken, civcivleri büyütürken, kuşları dinlerken gözleme şansımız oldu. Üstelik bu yaşam tarzı bize kendimizi hiç olmadığımız kadar özgür hissettirdi. Dünyanın neresinde olursak olalım temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek olduğumuzu bilmek bizi gelecek kaygısından kurtarıyor. Çalışma saatlerimizi mevsime, gün ışığına, rüzgâra, yağmura göre ayarlıyoruz. Mesela zemheride yahut eyyam-ı bahurda mecburen dinleniyoruz. Bu bilgiye ulaşırken elbette sayısız deneme yanılma yaşadık; tıpkı diğer canlılar gibi. Monokültür bir zeytin bahçesini çeşitli meyveler, şifalı bitkiler ve sebze bahçeleriyle bir gıda ormanına çevirmeyi hayal ediyoruz. Bunu yaparken permakültürün ormanı taklit eden prensiplerinden faydalanıyoruz. Yerli, öncü bitkilere, aşısız (deli) fidanlara ve fidelere şans veriyor, yabani olanı bahçemize davet ediyoruz. Zeytin, zeytinyağı, sabun, nar ekşisi, sirke, kantaron yağı üretiyor, şifalı bitkiler topluyor, ihtiyaç fazlasını satıyoruz.
Harun Karaburç
"Kırsala göç etmeme sebep pandemi ve uzaktan çalışma sistemi"
İşim gereği İstanbul'da ikamet ediyordum. Kendimi gerçekleştirdiğim bir şehir İstanbul. Kırsala göç etme - me sebep pandemi ve onunla birlikte gelen uzaktan çalışma sistemi oldu. Aslında pandemiden önce de bu yoğun kalabalığın ve stresin içinde neden yaşadığımı sorgulardım. Son gelişmeler bu taşınmaya bir zemin hazırladı. Artan nüfus, bir türlü bitmeyen trafik, bunlara bağlı olarak insanların giderek nezaketi ve medeniyeti yitirmeleri İstanbul'un güzelliklerinin önüne geçmeye başlamıştı benim zihnimde ve şehirle kurduğum bağ zayıfladı. Doğayla temasımın azalması da beni ziyadesiyle mutsuz ediyordu. Bulduğum her fırsatta İstanbul'un ormanlarına kaçsam da bu bana yetmiyordu. Bütün bunların neticesinde Gaziantep'teki köyüme döndüm. Aile mirasına sahip çıkmak, yerel kültürle barışmak ve geleneği sürdürmek fikri beni daha çok heyecanlandırdı ve "Local Food From Kozdere" mottosuyla hâlihazırdaki tarım faaliyetlerimizi Karaburç Çiftliği adı altında dijitale taşıdım. Bir yandan mesleki kariyerimi sürdürmek, bir yandan da gerçek bir şeyler üretmek için kendimi sürekli açık tutuyorum. İstanbul, içinde yaşamasam da istediğim zaman uğrayacağım bir şehir oldu ve bu haliyle çok güzel.
Ayşegül Sarıyaşar
"Hayatlarımız yaşadığımız çevreyle şekilleniyor..."
Şehrin kalabalığından doğaya sakinliğe kaçıştı hikâyemizin ilk başlangıcı. Bu kaçışlar kısa süreli piknik, yürüyüş şeklindeydi ve zamanla doğada geçirdiğimiz bir gün bize yetmemeye başladı. Nasıl daha fazlası olur derken çadırla ve sonrasında karavanla kamplar yapmaya başladık. Her kamp dönüşü doğanın iyileştirici ve umut aşılayan halini yaşadıktan sonra şehrin soluk benizli bakışıyla ve nefessiz bırakan atmosferiyle yüzleşmek bize daha da zor gelmeye başladı. Şehirde misafir kampta yerli olduğumuzu hissediyorduk. Bu misafirliği bitirmeye ve bize gerçekten yaşadığımızı hissettirecek bir yaşam alanı aramaya başladık. Yaptığımız kamplar ve geziler sayesinde çoğu şehri köyü deneyimleme imkânımız olmuştu. Netice de insanıyla doğasıyla çok sevdiğimiz taşınma kararı almadan uzun bir süre karavanla da ikamet ettiğimiz şu anki köyümüze göç etmeye karar verdik. Yerleştiğimiz köyde hemen tavuklar aldık, atalık tohumlardan ve köylünün kendi tohumlarından bir sebze bahçesi yaptık. Mahallemizde doğan iki kediyi sahiplenme şansımız da oldu. Kısa sürede kendimizi güzel bir komşuluk ortamında bulduk. Herkesin birbirine günaydın dediği, selam verip hal hatır sorduğu, işine gücüne yardım ettiği, güler yüzlü, dingin insanların… Zamanla her şeyden şikâyet etmeyen hırslı ve yorgun olmayan insanlarla bir arada olmanın huzurunu yaşıyoruz...
Esra Ahsen Yıldırım
"Doğaya dönüş amacım sadece ona dönmekti, öze dönmek."
Öncelikle bu benim doğala ilk dönüşüm değil. Şöyle düşünün; doğumu İstanbul'un en güzide ilçelerinden birinde üniversitede gerçekleşmiş bir kız çocuğu. Babasının müfettişlik görevi sebebiyle sürekli il il gezmişler. Ortaokul yaşına kadar kalorifersiz ev görmemiş, lojman tipi evlerde büyümüş tek başına bir kız. Ailede başka çocuk yok. Bu kız 16'sına girdiği zamanlarda aile radikal bir karar alıp doğudaki memleketine tayin istiyor. Köylerinde on yıllardır terk edilmiş evin kilidini ilk kez o yaz onlar açıyorlar. Hâlbuki baba tarafı kızlı oğlanlı 9 kardeş. Kimse itibar etmiyor oralara ama bizimkiler çok seviyor. Merkezle yani babasının işiyle arası 45 km. Yük gelmiyor onlara. Çorak, kıraç da bir toprak aslında. Tek çeşit meyveden gayrı getirisi yok. Onun fidanlarını dikiyor babası. Başlıyorlar çiftçiliğe hafta sonları ve yazları olmak üzere. TV'yi bırakın radyonun bile çekmediği kerpiç bir ev burası. Musluğu yok, çamaşır bulaşık hepsi leğende. Banyosu yok, banyo avluda. Yavaş yavaş oradaki köhne evi yuvaya dönüştürüyorlar emek emek. O kız orada kalsın biz 30 yaşına basmak üzere olan Esra'ya gelelim.
Eşim müfettiş, ikinci çocuğa hamile iken tayinimiz Trabzon'a çıkıyor. Hiçbir tanıdık, akraba yok. İlk evim memleketimdi komşu, anne, annemin yüzyıllık komşuları derken çocuğun nasıl büyüdüğünü fark etmemiştim bile. İki çocuklu iken çekirdek ailede çocuk büyütmenin zorluğunu yaşamaya başladım. Ve niyet ettim üçüncü çocuğu yaptırdığım köy evinin odasında doğurmaya. Sulak, verimli, kıyı şeridinde yerler bakındık. İlk önce sağlık nedenlerle aşısızdık. Sonra bezsiz, sonra şekersiz, glutensiz, kimyasalsız vs. En son durum "okulsuz" noktasına gelince karar netleşti. Eş ile istişareler ediliyor hatta eş ikna ediliyor. Hem köy hem kök ikisinden de vazgeçemeyerek Anadolu'nun güneydoğusunda kıraç bir ilçenin uzak köyüne gidiyoruz ev yaptırmaya. Burası eşimin köyü… Doğal yapı mimarlarının onlarcası ile görüşülüyor. Kerpiç malzemede karar kılınıyor. Ev planı çizdiriliyor. Ve gerçekten üçüncü çocuk o evde doğuyor.
Geçimimizi iki memur olarak sağlıyoruz. İş yerlerimizle ev arası 35-55 km arası değişiyor. Şehirde motel olarak kullandığımız bir ev daha ayarladık. Çocuklar da uyum sağladı. Şehirde ve köyde ayrı arkadaş grupları var. Geleceğe dair özel bir planımız yok. Bahçeyi her geçen gün farklı deneylerle geliştiriyoruz. Aslında o deneyler ve deneyimler bizi geliştiriyor. Her istediğini her istediğin yerde yetiştiremezsin. Tohum da toprak da iyi olsa iklim var, rüzgâr var, güneş var. Olana şükür edeceksin. Doğa bize aslında çok şey öğretiyor, yeter ki onu duymasını bilelim.
Yasemin Hekim
"Tası tarağı toplayıp kırsala yerleştik"
Yaşadığımız kasabanın Çarşamba Pazarı var. Haftaya dair tek bildiğim gün çarşamba. Diğer günler çarşamba öncesi ve ertesi. Köylere sonradan gelen yerleşmecilerle orada, Sevinç ablanın tezgâhında tanışırız, arkadaşlarla halleşiriz, muhabbet ederiz zira. İşte diğer üç arkadaşla Çarşamba Pazarı'nda tanışmışlığımız, merhabamız, uzaktan muhabbetimiz var ama o kadar. Derya bizi yolumuzu kaybettiğimiz yerde karşılıyor. Eve girmeden önce kuruttukları biberleri görüyorum. Burada kime sorsanız bu canların ne kadar çalışkan olduğunu anlatır. Ihlamur zamanı ıhlamur toplarlar, zehirsiz sebze, meyve yetiştirirler, yetiştirdiklerini kuruturlar, adil bir fiyatlandırmayla satarlar. Biberler bizi üretimhaneye götürüyor. Bir tarafta patlıcanlar diğer tarafta çilekler kurtuluyor. Tertemiz bir mutfak, muhteşem bir kurutma makinesi. Arkadaşlar eski bir köy evinde yaşıyorlar, onarılmış, hayata döndürülmüş. Umur kendi halinde gitar çalarken tohum çatlayacak yer arıyor. Yarım saat sonra Umur'dan domates yetiştiriciliği ile ilgili ders alıp notlar tutarken buluyorum kendimi. Müthiş bir paylaşım. Başımdan aşağı bir hazineyi mütevazı bir şekilde döküyor Umur. Bu yıl yaptığım acemiliği önümüzdeki yıl yapmayacağımı umuyorum. Sonra, bahçeden toplanan fasulye ziyafetinde başka dostlarla da buluşuyoruz. Masallardan konuşuluyor bu defa. Bu defa gitar Bugay'ın elinde. Bu defa ben kopuğum sohbetten. Onca topladığım sarılmayı, içtenliği, sohbeti, gülümsemeyi birleştiriyorum içimde... Oh hatırladım, yerimi, yurdumu, yöremi. Gönüllerin yaygı olduğu bir sofradan daha kalkıp şükürle söylüyorum içimden yine, artsın eksilmesin... Taşsın dökülmesin… Bu sofradan yiyenler kıtlık nedir bilmesin…
Esra Akçal
"Toprak, ağaçlar, parıldayan sular çağırıyordu bizi."
Yaşamı hissetmenin sayısız yolu vardır elbet, benim içinse büyük bir bütünün parçası olduğumu hissettiğim mucizevi anlar… Bazen doruklarda ciğerlerimi yakan bir nefes bazen de ormanın kuytularında köklerine dokunabildiğim bir ağaç. Doğayla kurduğumuz ilişki biraz yol aldıktan sonra toprak, ağaçlar, sonbaharda yapraklar, parıldayan sular daha çok çağırıyordu bizi. İtiraf etmeliyim ki bu konuda biraz romantiklerdenim bununla beraber insanlar ve yuvamız için sürdürülebilir bir hayatın gerekliliğine inanıyorum. Evrendeki bu harikulade dansa unuttuklarımızı hatırlayarak; toprağın, suyun, havanın ve ormanın sesini yeniden duyarak, adımlarımızı ritme bırakarak katılabilmemiz mümkün. Şayet bu sese kulak tıkayarak devam edemeyeceğimizi çok büyük acılar eşliğinde görmeye başladık.
Büşra Güder
"İnsanlarla değil toprakla çalışmak bana daha iyi geliyor"
Otuzlarıma yaklaşırken ekolojiye dair bir şeyler okumaya ve izlemeye başladım… Özellikle gıda mevzusu, tohum meselesi, endüstriyel tarım, tarımda kullanılan zehirler, GDO vs. derken bu meseleye biraz kafayı taktım. Zaten oldum olası sağlığımla ilgili kaygılı bir insan olmuşumdur. Tüm bu mevzular beni zehirsiz tarıma, atalık tohumlara ve kendi gıdamı kendim yetiştirmek istiyorum, sağlıklı beslenmek istiyorum noktasına getirdi. İnsanlarla değil de daha çok toprakla çalışmak, doğanın ritmine ayak uydurmaya çalışmak bana daha iyi geliyor bugünlerde. Önce işten ayrılıp zehirsiz üretim yapan çiftliklerde gönüllülük yapmaya başladım. Yavaş yavaş köyde kendi zehirsiz bahçemizi kurduk, ailemle birlikte tarım yaptım bir süre. Şimdi ise Kaz Dağları'nın eteğinde bir kasabada yaşıyorum. Minik bir zeytinliğim ve kendi temiz gıdamızı yetiştirmek için arkadaşlarımla kurduğumuz minik bir bostanımız var. Böyle böyle yavaş yavaş öğreniyoruz doğa ile birlikte çalışmayı.