Muhittin Şimşek: Erzincan depremi ve Nuri Demirağ

Erzincan depremi ve Nuri Demirağ
Giriş Tarihi: 24.12.2020 12:48 Son Güncelleme: 24.12.2020 12:48
Yüzyılın en büyük felaketi olan Erzincan depreminde varıyla yoğuyla mücadele eden Nuri Demirağ hiçbir beklenti olmadan milletinin, devletinin yanında oluşunun karşılığını yaptığı bütün işlerin engellenmesi ile aldı…

Yıl 1939… 26'yı 27'ye bağlayan dondurucu bir Aralık gecesi saat 02.00'da meydana gelen 7,9 şiddetindeki deprem Erzincan'ı ve tabii diğer çevre illeri 52 saniye boyunca sallamıştı. Bir şehir çökmüştü. Sadece Erzincan değil, depremin etkilediği diğer illerde de toplam 32 bin 962 kişi ölmüş, yaklaşık 100 bin kişi yaralanmış ve binlerce bina yıkılmıştı.

Erzincan'dan Amasya'ya, Sivas'tan Karadeniz'e kadar olan bölge içinde büyük tahribata yol açan bu deprem, en büyük yıkımı can Erzincan'da yapmıştı. Deprem öncesi 20 bin olan nüfus 12 bine düşmüş, diğer kayıplar ilçelerde, köylerde ve komşu illerde meydana gelmişti.

Zaten fakirliğin, yoksulluğun pençesinde kıvranan Türkiye ve özellikle Anadolu, bu büyük depremle derinden sarsılmıştı. Kerpiç ve ahşap evlerin çoğunlukta olmasına bir de kışın, hele de Erzincan kışının getirdiği olumsuzluklar eklenince, yaşanan felaketin boyutları tahayyül edilemeyecek bir faciaya dönmüştü.

Depremden kurtulanlar kurtulduklarına sevinemiyorlardı. Sevdikleri enkaz altında, kendileri kar altında… Gece yarısı -30 derecede buz gibi soğuk havada yarı çıplak vaziyette göçük altındaki yavrularını, eşlerini, anne ya da babalarını çıkarmaya çalışıyorlardı. Sobalar, mangallar devrilmiş, büyük felakete bir felaket daha eklenmişti. Yangınlar tüm şehri sarmış, enkazlara yaklaşmak mümkün olmuyordu.

Hâsılı depremin zarar vermediği bina kalmamış, bunlar yetmiyormuş gibi ana deprem büyüklüğündeki artçı depremler işi daha da zorlaştırıyordu.

Yüzyılın en büyük depremlerinden olan Erzincan depreminde devlet çaresiz kalmış, birçok yere yardım ulaştırılamamıştı. Büyük bir dram yaşanıyordu Türkiye'de. Kızılay'ın gönderdiği çadırlar bölgeye ancak iki gün sonra ulaşabilmiş, başbakan bölgeye gidememişti.

Meclis olağanüstü toplanmış çare arıyordu.

Bir tükenmişlik hâli

Erzincan Valisi Osman Nuri Tekeli yardım için telgraf yollamış, bu telgraf mecliste okunuyordu. Felaketin boyutlarını ortaya koyan bu tarihî vesikada aynen şunlar yazılmıştı: "Gece saat 02.00 sıralarında çok şiddetli bir zelzele oldu. Bu zelzelede Hükumet Konağı, Ordu Müfettişliği, Orduevi, Postane ve şehrin en sağlam binaları dâhil olmak üzere bütün evleri ve dükkânları yıkılmıştır. Şehir baştanbaşa enkaz yığını hâlindedir. Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüşlerdir.

Şimdiden birçok ölü ve yaralı tespit edilmiştir, birçok nüfus enkaz altındadır. Pek az hasara uğrayan ve zayiat vermeyen piyade ve topçu kışlalarından gelen askerlerle enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve ötede beride başlayan yangının söndürülmesine çalışılmaktadır." "Şehirde haberleşme imkânı bulunmadığından bin müşkülatla Dumanlı istasyonuna gelinerek oradan bilgiler arz edilmiştir.

Şehir tamamen yıkıldığından, ekmek ihtiyacı olduğu gibi, enkaz altından kurtulanların ve kurtulacakların tedavileri için ilaç, doktor ve halkı barındırmak için çok miktarda çadıra ihtiyaç vardır. Tahribatın yalnız şehre münhasır olmadığı, köylerde de geniş ölçüde tahribat ve zayiat olduğu anlaşılmıştır. Bu hususta elde edilecek bilgiler ayrıca arz edilecektir"

Valinin telgrafı, tam bir tükenmişlik hâlini izhar ediyordu. Devlet bölgeye ulaşamıyor, ulaşım araçları yetersiz, haberleşme zayıf, meclis şaşkındı.

1939 Aralık aynın son günleri…

Soğuktu Ankara, çok soğuk. Kar tipi şeklinde yağıyordu. Ankara bürokrasisiyle mi mücadele zordu, yoksa insanın yüzünü bıçak gibi kesen, iliklerine kadar işleyen Ankara'nın bu havasıyla mücadele mi?

Dönemin en önemli iş adamlarından Nuri Demirağ'ın Ankara'ya geliş nedeni, uzun süredir uğraştığı o zamanki ismi Yüksek Mühendis Mektebi olan İstanbul Teknik Üniversitesi'ne Uçak İmalat bölümü açtırmaktı. Yanında Yüksek Mühendis Mektebi Müdürü Tevfik Taylan, müdür yardımcısı Fahri Bekiroğlu, Prof. Dr. Salih Murat ve Prof. Dr. Burhanettin Sezerer vardı.

"Ölenler öldü, kalanlar ne yapıyor?"

Saat sabah dokuza geliyordu. Büyük Millet Meclisinin müteahhitlik işini almış, sabah namazından sonra şantiyeye uğramış, sonra da hocalarla buluşmuş, Nafia Vekâletine gidiyorlardı. Felaket haberini Kızılay'a inerken aldılar. Olayın büyüklüğünün farkında değildi hiçbiri. Nafia Vekâletinden içeri girdiler. Demirağ kırçıllı paltosuna birikmiş karları silkeledi. Üstünü başını düzeltti. Merdivenlerden yukarı çıktılar. Özel kaleme geldiklerinde depremin ne büyük yıkım yaptığını, taş taş üstünde kalmadığını, binlerce ölü, on binlerce yaralı, bir o kadar da evsiz olduğunu anladılar.

"Aman yarabbi, ne büyük acı!.."

"Evladım, bana şu numarayı yıldırım bağlatır mısın?"

Özel kalemin telefonu durmuyor, sürekli çalıyordu. Bir fırsat bularak Nuri Beyin verdiği telefonu bağlattı. İstanbul'daki evini aratmıştı...

Mesude Hanım, eşine ve çocuklarına çok düşkün, ortalıkta çok görünmeyen tipik bir Anadolu kadınıydı. 1908 yılında Nuri beyle evlenmiş, kocasına sevdalı bir hanımefendi.

"Hanım, sen misin? Bak beni iyi dinle! Evde benim giysilerimden sadece bir takım kalsın, hepsini güzelce paketle, senin ve çocukların giysilerini de... Erzincan'da deprem olmuş, oraya gönderilecek adamlarıma haber veriyorum, gelip alacaklar."

Mesude Hanım "Neden?" diye sormadan "Tamam bey" dedi.

Evdeki bütün giysileri tek tek katlayarak sandıklara, kutulara yerleştirdi. Hatta küçük kızı Gülbahar, çok sevdiği patiğini de kutuya koyunca Mesude Hanım çok duygulanmıştı.

Daha sonra adamlarını aradı Nuri Bey. Hemen ne kadar ilaç, gıda, çadır toparlayabilirlerse bölgeye yetiştirmeleri talimatını verdi. "Gidiyoruz! Böyle bir zamanda hiçbir şey görüşemeyiz."

Bakanlıktan çıktılar. Dışarı adım atar atmaz, "Ah ki ne ah!" dedi. Gözleri dolmuş, kendini daha fazla tutamamıştı. Koca Nuri Bey, dev cüssesine bakmaksızın ağlamaya başlamıştı. Gözünden akan yaşlar, soğuktan neredeyse yüzünde kristalleşiyordu. Cebinden beyaz ipek mendilini çıkardı. Hem gözlerini siliyor, hem de yanındakilere söyleniyordu:

"Söyleyin Allah aşkına hocalar! Bu soğukta ölenler öldü, kalanlar ne yapıyordur? Yaşlılar, bebeler, hastalar ne yapıyorlardır?"

Devletin yardımı ulaşmadan

Bir araç ayarladı, hocalardan ayrıldı. Doğru meclis şantiyesine gitti. Bütün ekibi toplayıp bir envanter çıkarttı. İlk etapta dokuz büyük sandık ilaç, 590 çadır, çizme, giysi, kamyonlarla yiyecek temin edilmesini ve şantiyedeki bütün işçilerin Erzincan'a yola çıkması talimatını verdi. Divriği'yi arayarak bin 500 yaralıya hizmet edebilecek bir hastane hazırlattı.

Devletin yardımı ulaşmadan Nuri Demirağ'ın yardım konvoyu ulaşmıştı. Birkaç gün sonra da kendisi gitti bölgeye. Elemanlarıyla birlikte bizzat arama kurtarma çalışmalarına katıldı. Devletin kısıtlı imkânları ne yazık ki çok geç ulaşmıştı Erzincan'a... O dondurucu soğukta enkaz altından canlı çıkarılan bir emekli albay, onu küçük bir çocuk gibi ağlatmaya yetmişti. Bir köşede oturmuş, başını iki elinin arasına almış ağlarken görenlere, "Bu kahraman insan kim bilir hangi cephelerde, nice fedakârlıklar göstermişti. Oysa şimdi ailesinden yirmi üç kişiyi kaybetmiş, giyecek bir paltosu bile olmayan zavallı bir insan" demişti acısı katlanarak. Albay enkazdan canlı çıkarılmıştı çıkarılmasına ama yaşadığına sevinemiyordu bile. Nuri Bey üzerindekileri çıkarıp albaya verdi.

Yanındaki arkadaşlarına, "Kurtulan depremzedeler çadırlarda uzun süre barınamazlar. Hemen prefabrik konut inşaatına başlanılsın" talimatını verdi. Gerçekten de yüzlerce prefabrik konut yapıldı. Yetmedi sahra hastanesi kurdurarak binlerce depremzedenin tedavisini sağladı. Nuri Demirağ ve arkadaşları bölgeden ayrılmıyor ülkenin birçok yerinden gelen yardımları da organize etmeye çalışıyorlardı. Herkes elinden geldiğince yardım etmek isterken Nuri beyin yakın arkadaşı olan Nazım Hikmet de "Kesemden verecek bir şeyim yok, yüreğimden veriyorum" diyerek hapishaneden "Kara haber" şiirini yazacaktı…

KARA HABER

Erzincan'da bir kuş var Kanadında gümüş yok Gitti yarim gelmedi gayrı bunda bir iş yok. Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar...

Aldı ellerine kanlı başını Karın ortasında Erzincan ağlar... O ağlamasın da kimler ağlasın Kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer...

Yan yana sırt üstü yatan ölüler akşam uyur tandıramaz ateşini yandıramaz

Gün ağarır şafak söker kimsecikler gitmez suya ezilmiş başlarıyla ölüler vardılar uyanılmaz uykuya Ses edip geceye beyaz taşından kışlanın saati çaldı ikiyi.

Ne çabuk lahzada bitti yaşamak Kimisi altı aylık, kimisi sakalı ak, kimi on üç, on dört yaşında; kimi yola gidecek kimisi mektup bekler yan yana sırt üstü yatan ölüler...

Yayıkta yağ vardı, dövülemedi, akpeynir torbaya koyulamadı, hasret gitti ölüler dünyaya doyulamadı...

Uyanıp kaçamadılar, kuş olup uçamadılar açıldı kuyular kimse inemez Erzincan Beygiri rahvandır amma ölüler ata binemez yan yana sırt üstü yatan ölüler...

Yüzyılın en büyük felaketi olan Erzincan depreminde varıyla yoğuyla mücadele eden Nuri Demirağ hiçbir beklenti olmadan milletinin, devletinin yanında oluşunun karşılığını yaptığı bütün işlerin engellenmesi ile aldı…



BİZE ULAŞIN