Nehrin altındaki nehirden seslenen bir vaize: Merve Şahinkaya
Merve Şahinkaya bir vaize… Tefsir alanında ciddi çalışmaları var. Onu sosyal medya aracılığıyla tanıdım. Yüz binin üzerinde takipçisi var. Öyle derin bir düşünsel zenginliğe sahip ki yazdıklarına hayran olmamak mümkün değil. "Merve Hanım, bu bir tebliğ metodu mu?" diye sorduğumda; "İçimde taşanları ifade etme biçimim" diyor. Benimse aklıma, Clarissa P. Estes'in "Her kadının nehrin altındaki nehre girme potansiyeli vardır" cümlesi geliyor. Çünkü @mervenia'nın yazdıklarını bütünsel olarak düşündüğümde, "nehrin altındaki nehir"den bizlere seslendiğini görebiliyorum. Diğer yandan hikâyeleri tarihin köşelerine itilen kimi kadınları düşündükçe de iyi ki sosyal medya, kendi hikâyesini anlatan sıkı kadınlarla dolu diyorum. Tek başlarına o kadar büyük hizmetler veriyorlar ki, tabiri caizse kitap gibi profilleri var. İyiyi çoğaltmaktan bahsederiz ya hep, işte tam da bu yüzden bu kadınları bulmak lazım. Onları anlamak, tanımak ve tanıttırmak lazım… Konforunu bozup her türlü riske rağmen kendi yani bizim değerlerimizi anlatan, savunan, şemsiyesi olmayanlara yağmur altında şemsiye tutabilen bu kadınların isimlerini dilden dile yaymak lazım.
Bir paylaşımınızda feministlerle yolum on dördümde ayrıldı diyorsunuz. Ne oldu o sene? Neden o yaşta böyle keskin bir ayrım içine girdiniz?
Evet, 2000 yılıydı. O sene hayatımda büyük bir kırılma noktasıdır. Okula alınmıyorduk ve ailem bunu aşamıyordu. Sosyal çevremiz, en geniş halkamız ile de aşamıyorduk. Hükümet çapında getirilen bir kısıtlamaydı. Hayata tutunduğu dalı okul olan bir çocuktum. Şöyle anlatayım; beni araç tutardı, araç seyahatleri kâbus gibiydi. İki vesaitle okula gidiyordum. İlk araç belediyenin ayarladığı kız öğrenci servisiydi aslında, ama çalışan kadınlar da bindiği için ilk durakta dolup taşıyordu. Fizik kurallarının açıklamakta yetersiz kaldığı bir yolculuk oluyordu. Her bindiğimde yaşlı teyzeler, dizlerinin önünde kalan ön boşluğa beni çekip kucaklıyorlardı. Aksi takdirde boyum da kısa olduğu için nefes bile alamıyordum. Ağır çantamı sırtımdan söküyorlardı. O şartlara rağmen okulu bırakmayı aklımdan bile geçirmiyordum, oldukça başarılıydım. Hayallerim beni motive ediyordu. Aynı dönem televizyonda bir derneğin feminist dayanışma amaçlı "haydi kızlar okula" spotu ikide bir dönüyordu. Proje, köylerde okutulmayan kızların babaları ile görüşüp onları okula kazandırma amaçlıydı. Oysa babamız bizlere izin verirken biz engelleniyorduk. O derneklerin yürüttüğü bu kampanya bana göre gözlerinin önündeki "bizi" görmezden gelmenin çok ötesinde, nispet yapma hâliydi. Yani "sen başını açarsan, gerekirse gelip babanı ikna eder, seni okula alırız" demenin bir prodüksiyonuydu. Ayrıca Orta Çağ Avrupası zihniyetine sahip bu insanlar için güzel bir vicdan yıkamasına benziyordu. Sonuçta bu savaşın içinde "yardım eden" taraf olma ayrıcalığını kazanıyorlardı. Benzeri az görülebilecek bir manipülasyondu, fakat yaşandı. Üstelik babam da "kızlar okuyacak da ne olacak?" diyen büyüklerine direnerek beni okula gönderirken oluyordu bunlar. O reklam her çıktığında aslında, yapılan şeyin sosyal dayanışma değil, bilakis sosyal ayrımcılık olduğunu görüyor, dedelerimin şehit olduğu bu topraklarda hor görülmenin bu kadarına karşı kalbim dolusu öfkeleniyordum. Bu insanların medyada, kamuoyu vicdanında böylesi çelişkiye düşecek kadar haysiyetlerini kaybetmelerine anlam veremiyordum. Ve ne olursan ol, asla onlar gibi ikiyüzlü olmayacaksın diyordum kendime. Bu tablo, feminizmin en geniş açılı portresi oldu benim için. Bu yaşıma kadar beni yanıltmadılar. Özellikle Türk feminizmi benim için Müslüman kadının uğradığı zulmü görmezden gelerek, değil dünya kadınlarını, bu ülkenin kadınlarını dahi kapsamaktan aciz kalarak kendi kimliği ile çelişiyordu. Ve ben bu çelişkiyi on dördümde bizzat deneyimleyerek görmüştüm. Kimse bana anlatmadı. Kimse beni görmedi de, ama ben oradaydım ve bunları kaybolmayacak bir yerlere kaydediyordum.
Ebeveynlik Tefekkürleri kitabınızda bir soru yöneltiyorsunuz ve akabinde açıyorsunuz bunu. Ben aynı soruyu burada sormuş olayım bir de size; bizleri hayata hazırlamayan eğitimin fonksiyonu nedir? Hayata hazırlamayan eğitim derken neleri kastediyorsunuz?
Okulların çocuklara kimse talimat vermeden durumdan vazife çıkarabilmeyi, hastaya, düşküne, dezavantajlı bireye kendi aksiyonuyla yardım etmeyi, niyet okuyuculuğu yapmadan, yargılamadan, zıt fikirlerle medeni bir şekilde istişare edebilmeyi, karşıt görüşe saygı ile söz hakkı tanımayı, hakaret etmeden sorgulamayı kazandırmalarını bekliyorum. Günlük hayatta çocuğu bağımsızlaştıracak, dikiş dikme, bulaşık yıkama, makineye çamaşır atma, ufak tefek tamir işleri, basit aperatifler hazırlama gibi becerileri müfredata dâhil etmeleri gerektiğine inanıyorum. Bugün pek çoğumuz üniversite mezunu olmamıza rağmen günlük hayatın gerektirdiği psikososyal ve hatta motor becerilere karşı çok hazırlıksızız. Üniversiteden mezun olduğumuzda iş hayatında karşılaşacağımız zorlukları çözebilecek iletişim becerimiz bile mevcut olmuyor. Gerçek başarının huzur, kanaat, empati ile, ailelerimizden kayıtsız şartsız kabul görme ile yakın ilişkisini biliyoruz. Ama yükseköğrenim mezunu öğrencilerin sayısı arttıkça bu niteliklerin toplumumuzda oranca arttığını göremiyoruz. İşte bu noktada "bu gençliğin hâli ne olacak" tepkisine tepki gösteriyor, eğitim kurumlarını kendi çapımda sorumluluğu üstlenmeye davet ediyorum. Kayıtsız şartsız çocuklardan yanayım.
Çocuklarınızın eğitiminde eşinizle birlikte aksiyon aldığınızı söylediniz. Toplumumuzda çocuk eğitiminde "baba"nın sizce ideal yeri nedir? İdeal baba kendini nerede konumlandırmalıdır?
Bizler babaların ağır yükler altında ezildiği dönemin çocuklarıyız. Benim babamın da durumu buydu; eğitimimize maddi destek sağlamak bütün vaktine mal oluyordu. Kaldı ki kitaplar şimdiki gibi okullarda dağıtılmıyordu. Üstelik devlet okulunda İngilizce kitaplarımız dolar ile satılıyordu. Şimdi anne ile baba yükü nispeten daha eşit bölüşmüş gibi gözüküyorlar. Ailenin durumuna özel iş bölümü yapılması akıllıca bir çözüm gibi duruyor. Bizde de babamda olduğu gibi eşimin maddi yükümlülükleri hayli fazlaydı. Çok istese de düzenli kitap okuyamıyordu. Gebelik sürecinden itibaren kitapları okuyor, altını çiziyor, ona veriyordum. Kahvaltı sofralarında, araç seyahatlerinde, orman yürüyüşlerinde kitap özetlemeye başladım. Bu sohbetler en çok, çocuklarla kriz yaşadığımızda işe yaradı. Aslına bakarsanız çok farklı yapılardayız. Bazı yönlerden taban tabana zıtız bile denebilir. Ama benzerlikleri çoğaltıp eksikliklerimizi tamamlamayı seçmek bilinçli bir tercih. Bu yüzden sevginin bir his veya söz değil; bizzat eylem olduğuna inanıyorum.
Gençlerin din ile bağı inanç yönünden olsun, pratik uygulamalar üzerinden olsun, giderek azalıyor. Bu konuda geçmiş devinim ve sosyolojik kanunlardan yola çıkarak din ve gençlik bağının geleceği üzerine öngörüde bulunmanız mümkün mü?
Hayatımdaki bir sürecin bu soruya çok güzel cevap verdiğini söyleyebilirim. Yüksek lisansta hocalarımızın bize sunmadığı bilgilere İngilizcemi ilerleterek tek başıma ulaştım. Yıllardır Kuran Tarihi dersi veriyorum ve bu dersteki bulanıklaştırılmış noktalar, kaynaktan yoksun aktarımlar, çelişkiler, bir hafız olarak beni çok rahatsız ediyordu. Öyle konular var ki İslam âlemi ikiye bölünmüş durumda. İki yakayı bir araya getiremiyorsunuz. "Hocam, acaba şöyle olmuş olabilir mi?" diyorsunuz. Hoca, "Merve hocam bunu delillendiremezsin, kaynak yok. Bütün Kuranlar yakılmış diyor." Biz susuyoruz.
Bugünkü gençlikte şunu görüyorum: Bizim kuşak gibi zihinleri soru sormaya kadar biçimlendirilmiş değil. "Hocam neden bütün Kuranlar yakılmış, bu Müslümanlar açısından son derece talihsiz ve şüphe uyandırıcı değil mi?" diyorlar. Arapça kaynaklar tükenmişse İngilizce veya başka dildeki çalışmalara yöneliyorlar. Benim bu soruyu sormam on yılımı aldı. Okuldan atıldıktan dokuz yıl sonra. Antik Kuranlara ulaşmaya çalıştım. Koca Müslüman âleminde iki kişi var bu 3 Kuran'ı inceleyip rapor yazan. Onların çalışmaları da adeta gizleniyor, ulaşamıyorum. Sonra İngilizce aratarak o iki kişinin raporlarına ulaştım. Bu sefer sorum değişti: "Neden İncil ve Tevrat arkeolojisi var, Kur'an arkeolojisi bilim dalı yok?" Bu sefer başlangıç düzeyinde arkeoloji çalışmaya başladım. Sorum yine değişti: Kuran'ın, hurma yaprakları, deve kürek kemikleri, ince beyaz taşlar gibi malzemeye yazıldığını söylüyoruz. "Bu malzemelerden neden bir tane bile yok elimizde?" diye sorduğumda bu soruyu benden önce soranların yalnızca beğenmediğimiz Z kuşağı olduğunu gördüm. Oradan kutsal topraklar kazı tarihine, çeşitli belgesellere ulaştım. Bu yalnızca "Vahhabiler şöyle yıkıcı böyle kırıcı" demekle cevap verilecek bir şey değil. Arkeolojinin temel kabullerine, biz Müslümanların temel iddialarına aykırı. Elimizde tarihlemesi Hicri 7'nci yüzyıla dayanan bir tane bile yazılı Kuran parçası yok. Tarihlemeleri çok daha sonraya dayanan bu 3 antik Kuran üzerine yapılmış İngilizce bir doktora çalışmasına ulaştım. Şimdi o kitabı taradıktan sonra eski bölüm başkanı hocamdan randevu alıp bu süreci paylaşmak istiyorum.
Biz neden kilit soruları sormadık? Sadece bu yaşanmışlığımdan yola çıkarak bilginin doğruluğunu sorgulama, bağımsız düşünme, düşüncenin değişmesinden korkmama, Kuran'da 200 küsur yerde geçen "akletme" emrini uygulamada gençliğin ümit verdiğini bizzat deneyimlemekte ve gözlemlemekteyim. Benim gelecek tasavvurum bu gençliğin içine doğduğu teknolojik ve ilmi imkânların hakkını verdiği, üstelik bizim önyargılarımıza karşı iyi bir duruş gösterdiği yönünde.
Anneler günü münasebetiyle bir yazı kaleme almıştınız geçtiğimiz aylarda. "Mutfak işini bize lütuf gibi görüp teflon tavalarda indirim yapanlara sesleniyorum: Kitap da okuyabiliyoruz" demiştiniz. Anneler günü kapitalist sistemin bize dayattığı bir fetişizm mi?
Evet, anneler günü ile kısıtlayamam ama geldiğimiz noktada bir beyefendinin eşine, evi süpürmesi için indirimden süpürge makinesi alıp "anneler günü" hediyesi diye yutturmasını reddediyorum. Piyasadaki indirim yapılan sektörleri de kadına biçilen konumun itirafı gibi görüyorum. İlmihal kitaplarında dahi âlimlerin "Ramazan ayında eşi sorun çıkarıyorsa yemeğin tuzunu kontrol için, tadına bakıp sonra yutmadan tükürebilir" ifadesini çok cinsiyetçi buluyorum. O ilmihal yazarlarının erkeklere "oruç sofrasında da önünüze kurulan sofraya minnet besleyebilecek kadar insan olamıyorsanız, daha ne zaman insan olacaksınız? Ne demek oruçlu kadının hazırladığı yemeğin tuzuna kusur bulmak, bir kere de siz yapın oruçluyken, eşleriniz yesin" diye düşünemeyecek kadar idraklerinin bağlı olması beni dehşete düşürüyor. Yani oradaki eleştiri kapitalizme değil. Kaynağı ne olursa olsun, erkek olmayı seçmemiş birilerinin, kadın olmayı seçmemiş birilerini ezerken bunu lütuf diye pazarlamalarına itiraz ediyorum.
MERVE ŞAHİN KİMDİR?
1986 yılında İzmit'te doğdu. Dönemin başörtüsü sorunu nedeniyle Anadolu İmam Hatip Lisesi'nin orta kısmını bitirebildi. 15 yaşında başlayan Kuran kursu eğitimi; hafızlık, hafız hocalığı, Kuran ve tefsir branş hocalığı ile devam etti. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi lisans tamamlama programlarını bitirdi. 2009-2010 yıllarında Suriye Şam Üniversitesi Arapça Dil Akademisini tamamladı. Arapça ve İngilizce biliyor. 2011'de Diyanet teşkilatında tercüman olarak görev yaptı. Bir yıl sonra Marmara Üniversitesi Tefsir Bölümü'nde yüksek lisansa başladı. Fakat annelik serüvenine yoğunlaşmayı tez yazmaya tercih ettiği için tamamlayamadı. Resmî olarak 9 yıldır Diyanet İşleri Başkanlığı'nda din görevlisi olarak çalışıyor. Evli. İki evlat emanetçisi… Ruhen her gün farklı ülkelerde gezse de aslen İstanbul'da yaşıyor. Hâlihazırda cezaevi vaizliği görevini yürütüyor.