Mesut Aytekin: Güney Kore’den esen sinema rüzgârı: Kim Ki Duk

Güney Kore’den esen sinema rüzgârı: Kim Ki Duk
Giriş Tarihi: 25.12.2019 14:36 Son Güncelleme: 25.12.2019 14:36
Senaryonun önemine ve sağlam olmasına vurgu yapan Duk, film çekmenin bir ev inşa etmek ve bir makine tamir etmek ile aynı şey olduğunu söylüyor.

7. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali'nin onur konuğu Güney Koreli ünlü Yönetmen Kim Ki Duk'du. Duk, sinemaseverler ile buluştuğu Feriye Sineması'ndaki "Ustalık Sınıfı"nda (Master Class), sinema hayatına ve sinemaya dair önemli değerlendirmelerde bulundu.

"Hayat kısa, hayallerinin peşinde git", "sevdiğin işi yap" denir ya hep; böyle öğütlerle dolar kulaklarımız. Zamanın kıskacında artık yaşamak için çalışmanın kölesi olmuşken yaşam koçları, büyükler, başarılı insanlar konuşmalarında bu minvaldeki sözleri daha sık sıralar oldu.

Şartlar gereği kimi başarır kimi başaramaz ancak bir insan var ki çok uğraşmış hayallerinin peşinden koşmak için. Bu söz üzerine yaşamış gibidir Kim Ki Duk. Sevdiği işi yapmak için birçok zorluğa göğüs germiş; yılmadan çalışmış, çabalamış ve hâlen de çalışmakta. Hem de arı gibi desek yalan olmaz. Zira 25 yıllık sinema kariyerine 25 film sığdırmış. Her yıla bir film.

Film çekmenin hem maddi hem de manevi olarak ne kadar meşakkatli bir süreç olduğu düşünüldüğünde takdire şayan bir durumdur Kim Ki Duk'un yaptığı. Aldığı ödüller bir tarafa bu kadar üretici olmak, farklı öyküler peşinde söyleyeceklerini zorlu bir sanat dalıyla dile getirmek ayakta alkışlanacak bir harekettir kanımca.

Ustasız usta
Kim Ki Duk, zorlu geçen çocukluk yıllarının ardından hayata tutunmak için var gücüyle çalışmış; hayatta kalabilmek için elinden ne iş gelirse yapmış. 15 yaşında fabrikalarda başlayan yaşam mücadelesi onu pek çok iş kolunda çalışmaya zorlamış. Her zaman daha iyi bir hayat hayal etmiş. Bunun içinde hep yeni şeyler yapmayı denemiş, farklı işlerde çalışmış.

Mesela, 20 yaşında kendi isteği ile deniz kuvvetlerinde beş yıl asker olarak görev yapmış. İki yıl boyunca görme engelliler için çalışmış. Sonra yine hayallerinin peşinden Avrupa'ya, Fransa'ya gitmiş. Burada geçimini resim yaparak insan portreleri çizerek sağlamış. Vakit buldukça da sinemaya gitmiş.

Hayatını sinemaya yönlendirense bu dönemde izlediği iki film olmuş. Bunlardan biri Anthony Hopkins'in tabiri caizse oyunculuğunu konuşturduğu Kuzuların Sessizliği, diğeriyse Köprü Üstü Aşıkları. Kuzuların Sessizliği'ndeki etkileyici, naif görüntüler onu büyülemiş adeta. Her iki filmde çok farklı sulara yelken açmasına, farklı şeyler düşünmesine sebep olmuş. Kendi ifadesi ile film yapma ilhamını doğurmuş. Artık o da senaryo yazmaya başlamış, fikirleri kâğıda dökülmüş birer birer.

Senaryo çat kapı gelir
Duk'a göre bir filmin hikâyesinin sizi nerede yakalayacağı belli olmuyor. Hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda hikâye karşınıza çıkıveriyor. Pek çok sıradan olayın senaryo için kendini tetiklediğini anladığımız Duk, sinemayı hayatının her anına yerleştirmiş.

Bu sayede zorlanmadan senaryo yazabiliyor.

Örneğin İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar (2003) filminin düşüncesi bir dağın zirvesindeki karlara bakarken aklına geliyor. Film için aldığı beş sayfalık not dışında elinde senaryo yokmuş Duk'un. Çekim sürecinde de bu yüzden bir hayli zorlanmışlar. Zira bir sahne çekildikten sonra diğer sahne için yönetmenin kararını bekliyormuş bütün ekip. Senaryosuz çalışmanın zorluğu bu olsa gerek. Yönetmen dışında kimse bir sonraki sahnenin akıbetini bilmiyor.

Çarpıcı bir senaryoya sahip Boş Ev (2004) filmi içinse çekmecesindeki bir reklamdan ilham almış. Çok basit bir fikirden ortaya çıkmış her şey. Ada (2000) filminin senaryosuysa bir otobüs yolculuğunda orman içinden geçerken gördüğü küçük evlerden ortaya çıkmış.

"Çok fazla fikri bir araya getirip yazmak" şeklinde tanımladığı senaryo ona göre film yapım süreçlerinin (film değerler zincirinin) en zorlu aşaması. İşin en zor kısmı senaryo yazmak… Aynı zamanda onu en çok heyecanlandıran ve mutlu eden süreç de bu kısım. "Düşündükçe fikirler geliyor ve çok farklı kapılar açılıyor" diyor.

Senaryonun önemine ve sağlam olmasına vurgu yapan Duk, film çekmenin bir ev inşa etmek ve bir makine tamir etmekle aynı şey olduğunu söylüyor. "Nasıl bir ev yaparken sağlam bir temel atarsanız bir film çekerken de senaryoyu sağlam tutmalısınız. Yine o senaryoyu yaşayan bir ekiple çalışmak da önemli. Ekip ruhu ve aynı dili konuşabilmek... Çok kalabalık değil az ama öz olmak, anlaşabilmek."

Bu noktada bir film yapımcısının, sinemacının dünya görüşünün, insanlara bakış açısının çok önemli olduğunun altını çiziyor Duk. Zira sanat eserinin kaynağı sinemacının dünyaya bakışı, insana bakışıdır. Öyleyse daha güzel bir sinema yapmak için Duk'un tavsiyesi "İnsanlara saf olarak bakmak. Tarafsız bir şekilde gözlem yapmak ve bunları filmlerde göstermek." Naif bir şekilde dünyayı sinemaya aktarmak kısacası.

Söze değil göze hitap etmek
Filmlerinde çok az diyaloga yer veren Duk, bunun sebebini şu sözleri ile açıkladı: "Bir senaryo oluştururken birçok söz var. Birçok role birçok karaktere birçok söz yazıyorum ama çekim aşamasında senaryodan azaltmalar yapıyorum. Bu süreçte beden dilimizle duygu ve düşüncelerimizi iletebileceğimizi fark ettim."

Bu anlamda sinemacıların bazen sinemanın görsel bir sanat olduğunu unuttuklarını söylemek gerek. Sinemada göstermek esastır. Konuşan kafalarla film yapılmaz. İnsanların kafasında imgelerle duygu ve düşünceleri canlı kılmalısınız yoksa diyaloglara boğulmuş, bol açıklamalı filmler kafa karışıklığından başka bir şeye yol açmayacaktır.

Tabii burada söz gereksizdir demiyoruz ancak bir olay ve eylem ile gösterilebilecek şeyler için kestirmeden söz kullanılmasına karşı olduğumuzu beyan ediyoruz. Bu anlamda Kim Ki Duk sineması görüntünün gücünü sonuna kadar kullanıyor.

Sinemaya endeksli bir hayat
Duk sinemaya başlamadan önce üç şey üzerine film yapmayacağına dair kendine söz vermiş ve sinema hayatını bu minval üzerine şekillendirmiş:

1. Yaşanmış bir hikâyeyi film yapmam.
2. Tarihsel, ülkeler arası sorunlar ile ilgili film yapmam.
3. Kendimi kandırmak ve tatmin etmek için film yapmam.

Yıllar içinde bu üç maddeye dördüncü bir madde daha eklemiş: "Popüler olan, herkesin bilgisi olduğu bir şeyden film yapmam. Hâlihazırda bir hikâyesi var çünkü.

"Ağ filmini saymazsak sinematografisinde bu kurallara uyduğunu ifade edebiliriz Duk'un. Ayrıca usta yönetmen siyasi ve popüler konular hakkında konuşmaktan da pek hoşlanmıyor. İşiyle gündeme gelip eseriyle konuşulmak onunkisi ve dahası bir an önce mesaisine dönmek. Kendi ifadesiyle hayatındaki en önemli şey sinema. "Hayatı sinema olmuş" desek yalan söylemiş olmayız.

1960 doğumlu yönetmenin en büyük hayallerinden biri, bir senaryosunun bir yönetmen tarafından çekilmesiymiş. Şimdiyse 25 filme, 25 senaryoya imza atmış ve onları çekmiş bir yönetmen, yapımcı ve senarist. O yüzden Duk, bugün geldiği noktayı çok önemli buluyor ve kendini çok mutlu hissediyor. Onun içinde sinema ile yatıp kalkıyor.

Örneğin bu yılın başlarında Kazakistan'da Rusça bir film yapmış. Mayıs ayında Çin'de senaryo ve yapımcılığını yaptığı bir filme daha imza atmış. Ağustosta Kırgızistan Bişkek'te tamamını Kırgız bir ekibin oluşturduğu bir filmin çekimlerini tamamlamış. Bu vesileyle gezerek film yapma hayalini de gerçekleştirmiş Duk.

Eleştirmenlerin etkisi
İlk iki filmi Timsah (1996) ve Vahşi Hayvanlar (1996) sınırların ötesini aşan bir değeri ifade ediyor. Bu filmler pek çok eleştirmen tarafından görmezden gelinir hatta başarısız bulunur. Asıl çıkışını ise Venedik Film Festivali'nde gösterilen Ada filmiyle yapar. İtalyan medyasında "Hitchcock Geri Döndü" şeklinde haberler yapılır. Artık eleştirmenlerin takip listesindendir Kim Ki Duk. Yapılan olumlu ve olumsuz eleştiriler her daim Duk için itici bir güç olmuş ve onu bir sonraki filmini çekmeye hazırlamıştır.

Babasının söylediği "Bir gün çalışmıyorsan o gün yemek yeme." sözü şiarı olmuş. Sinemayı bir sanat bir eğlence olarak değil, bir iş olarak görüyor. Üretkenliğinin en büyük sebeplerinden biri de bu. Zira sinemamızda olduğu gibi mevsimlik bir işçi statüsünde belli bir dönem, ay, gün değil her daim sinema için çalışan bir işçi konumunda Duk. Mesaisi tüm yıla yayılmış durumda. Sinemaya böyle bakınca da her yıl bir film çeker hâle gelmiş.

Şu an Moskova'da yaşayan yönetmen filmlerinin hayatına dair izler taşıdığını bir tür bellek olduğunu ifade ediyor: "Yaşlandıkça geçmişe dair hatıralarımız silinirse eski filmlerimi izledikçe geçmişe dair hatıralar ortaya çıkacak."

Duk, film festivallerinin durumuyla ilgili olarak da Arirang'ın ilginç film hikâyesini anlattı. 2009, 2010, 2011 yıllarında tek başına bir dağda kalmış. Hiç film çekmemiş. Devamlı içmiş. Bir gün kendini çekmeye başlamış. Bir ay boyunca çekmiş. Sonra bu görüntüleri kurgulamış ve bir festivale göndermiş. O festivalden ödül almış. "Böyle yapınca da festivalden ödül alınıyormuş" diye düşündüm diyor. Duk bir yandan festivallerin ödül seçimlerinin farklılığına vurgu yaparken ödül odaklı çalışmanın da anlamsızlığını ifade ediyor.

Ticari sinemanın dayattığı caydırıcı sebepleri yok saymak için Kim Ki Duk sinemasına bakmakta fayda var. Görüntü ve hikâyelerin eşsiz uyumunu fark edince film çekmek için milyonlarca dolara ve yüzlerce insana gerek olmadığını anlıyorsunuz. Başka bir ifadeyle sinema yapmak için tek rol modelimiz Hollywood değil.

Kore dizi ve filmlerine yoğun ilgi
Güney Kore'den dünyaya yayılan dizi ve filmler yoğun ilgi görüyor. Saraydaki Mücevher, Denizler İmparatoru, Düşlerimin Prensi, Sarayın Rüzgârı, Muhteşem Kraliçe gibi Kore dizilerinin yanı sıra uyarlama diziler de ülkemizde oldukça popüler. Farklı televizyon kanallarımızda gösterime giren uyarlama dizilerimizi şu şekilde sırlayabiliriz:

Yüksek Sosyete (High Society), Seviyor Sevmiyor (She Was Pretty), İlişki Durumu: Karışık (Full House), Paramparça (Autumn In My Heart), Kiralık Aşk (Can Love Become Money?), Gülümse Yeter (Smile, You), Mayıs Kraliçesi (May Queen), Rüzgârın Kalbi (Summer Scent), No. 309 (Fated To Love You), Tatlı İntikam (Get Karl Oh Soo Jung), Hayat Şarkısı (Flames Of Ambition), Aşk Emek Hayaller (King of Baking, Kim Tak Goo), Aşk Hikayesi (I'm Sorry I Love You)

Sinema filmleri bağlamında da bir cevher niteliği taşıyan Kore, sadece Hollywood için değil son yıllarda ülkemiz için de önemli bir kaynak konumuna yükseldi. Güçlü dramatik yapıları ve çarpıcı senaryolarıyla dikkat çeken filmlerden uyarlanan projeler Türk seyircisini kalbinden yakalıyor. Bunun en önemli kanıtlarından biri şu an için yılın en çok izlenen Türk filmi unvanını ele geçiren 7. Koğuştaki Mucize.

Mehmet Ada Öztekin'in yönetmenliğini üstlendiği dram türündeki film, Kore yapımı Miracle in Cell No. 7 filminden uyarlandı. Önceki yıllarda da Özcan Deniz imzalı Evim Sensin (2012) John H. Lee'nin yönettiği Hatırlanası Bir An (Nae Meorisokui Jivvoogae/2004) filminden; Belçim Bilgin ile İbrahim Çelikkol'un başrolleri paylaştığı ve Hakan Yonat'ın yönettiği Sadece Sen (2014) Song IIgon imzalı Sadece Sen (O-jik Geu Dae Man/2011) filminden; başrollerini Neslihan Atagül ve Ekin Koç'un paylaştığı yönetmenliğini Abdullah Oğuz'un yaptığı Senden Bana Kalan, Bir Milyonerin İlk Aşkı (Baekmanjangja Ui Cheot Sarang/ 2006) filminden uyarlanmıştı.

BİZE ULAŞIN