Şimdi tabii böyle pat diye "Türklüğümüzü Balkanlara borçlu olduğumuzu" okuyunca insanın aklına "Orta Asya'dan dörtnala gelen, bir kısrak başı gibi Akdeniz'e uzanan bu millet Balkanlardan önce Türk değil miydi?" sorusu geliyor ister istemez. Yazan ben olduğum hâlde, bu başlık benim bile tüylerimi diken-diken etti, ne yalan söyleyeyim.
Dergi yayın kurulu bu Balkanlar mevzuuna el atmaya karar verdiği andan beri kafamda iki imge dolaşıyor. Bu imgelerin neler olduğuna bakmadan önce "imge" kelimesine bakalım: "Düşsel olarak tasarlanan ve gerçekleşmesi özlem olarak duyumsanan şey, düş" demekmiş ama ruhbilimciler için "duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, görüntüsü" anlamına geliyormuş.
Ben, bildiğiniz "mental image" veya "mental picture" anlamına kullanıyorum. Bir şeyi defalarca da duysan, ilk duyduğunda zihninde oluşan görsel, o kelimeyi her duyduğunda veya kullandığında zihninde Power- Point ekranı gibi çakar. Benim açımdan "Balkan" kelimesi bir değil iki görselle ilişkili. Birincisi bir vagon; her tarafı kapalı bir vagon... Diğeri ise Ömer Seyfettin fotoğrafı!
Diyeceksiniz ki, Türklüğümüzü Balkanlara borçlu olduğumuz iddiası bir tarafa Balkanların vagonla ve Ömer Seyfettin ile ne ilişkisi olabilir?
O hâlde oradan başlayalım. Allah selamet versin, kulakları çınlasın, Boğaziçi Üniversitesi'nde doktora çalışmaları sırasında bize az ilim öğretmeye çalışmamış, az kahrımızı çekmemiş olan Prof. Dr. Taha Parla, siyasal teori dersinde bıyıklarını aşağı doğru çekiştirerek, İttihat ve Terakki'nin Balkanları nasıl unutturduğunu anlatırken, sanırım, "Balkan Bozgunu" ile Anadolu'ya doluşan 450 bin göçmenin gelişini "Çoluğu, çocuğu ve keçilerini Balkan vagonlarına doldurup, İstanbul'a koşan evlâd-ı fatihan" diye tasvir ederek benim havsalama silinmez bir resim nakşetmiş oldu. (Taha hocayı, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm adlı kitabıyla tanımış olmalısınız. Uzun eser listesinin sonuncusu geçen yıl yayınlanan Türk Sorunu adlı kitabıdır.)
Vagonu anlattım, becerebildiysem… Ya Ömer Seyfettin? Namık Kemal desem, belki daha anlaşılır olabilirdi, Vatan Yahut Silistre oyunundan, oyundaki vatanseverlik mesajlarından dolayı… Evet ama Namık Kemal'de "Türklük" değil "Osmanlılık" ideolojisi vardır ve eserin yayınlandığı, oynandığı, yazarını "Müslüman tebaaya fazla önem vererek, ahali arasında ayrımcılığa sebebiyet verebileceği" iddiasıyla Kıbrıs'a sürgüne gönderdiği tarih 1872'dir.
Balkanları kaybedişle başlayan bir keşif
Bizim Türklüğümüzü edebiyatımızda yeniden keşfetmemiz için Balkanlar'ı tamamen kaybetmemiz ve 8 Kasım 1912'de Selanik'in elimizden çıkması gerekiyordu. (Neden mesela "Balkanları kaybetmek" deriz de Selanik'e gelince "Elimizden çıkması" deriz?)
Ömer Seyfettin, bu tarihten bir yıl önce, Selanik'te yayınlanan Genç Kalemler dergisine bir hikâye verir; hikâyenin devamı bir sonraki ay yayınlanacaktır ama o günlerde Osmanlı'nın sınırları dâhil hiçbir şey belirli olmadığı için hikâyenin devamı, yıllar sonra İstanbul'da yayınlanır. Ama hikâye, bir türlü Ömer Seyfettin'in hikâye kitaplarına girmez; 1990'a kadar.
Kasıt aramak gerekmez, sadece yardım bırakılmış, başı sonuyla bir türlü buluşamamış talihsiz bir yazıdır. Ama anası-babası tarafından İtalyan olarak büyütülen, Türkçe bilmeyen, hatta Türkçe adı bile olmayan bir çocuğun nasıl bir günde Türklüğünü keşfettiğinin öyküsüdür.
Primo Türk Çocuğu adlı hikâyeyi anlatıp, bilmeyenlerin "spoiler'e gelmesine" sebep olmayalım. Kısaca, sadece Primo'da değil ama bütün bir Balkan Osmanlı halkının vicdanında Türklüğünün uyanışına, tarihimizdeki en büyük felaketlerden biri olan 1828-29 Osmanlı-Rus savaşı değil de 1911 Trablusgarp Savaşı sebep olmuştur. Neden?
Plevne Müdafaasından tutun, Yunanistan'ın bağımsızlık ilan etmesine kadar bütün toprak kayıplarını mevcut sistemin Tanzimat Fermanı'yla düzeltilebileceği, Anadolu, Trakya ve elde kalan Avrupa topraklarında yaşayan halka verilmesi gereken hakların verilmesiyle devlet çarkının daha düzenli dönmesiyle sağlanabileceği avuntusuyla atlattık.
Sarıkları atar da yerine fes takarsak, şalvarları çıkartır yerine pantolon giyersek mesele kalmaz gibimize geldi. Lakin Avrupa'daki gelişmelere bizden daha vakıf olan Ortodoks, Gregoryen, Katolik ve Protestan ahâli, onlara sağladığımız adı "millet" ama kendisi din olan sistemi beğenmemeye başlamışlardı.
Nitekim Tanzimat'ın pabucu sadece 15 yıl sonra -daha fazlası değil- çöpe atıldı ve 1856'da dini azınlıkların iç işleri dinî olmaktan çıkartılıp, millî esaslara çevrildi. Artık her milletin kendi meclisi olacaktı. "Peki, biz ne olacağız?" diyen olmadı çünkü cevap hazırdı: "Siz Osmanlısınız. Bütün memleket sizin! Meclis-i Mebusan neyinize yetmiyor?"
Doğru söze ne denir? Zaten Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Şinasiler ve Agâh Efendiler sabahtan akşama gazı veriyorlardı:
"Kavgada şehadetle bütün kâm alırız biz. Osmanlılarız, can veririz şan alırız biz!"
Hatta Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre oyununda Müslüman- Türkler öteki Osmanlılardan sanki daha üstünmüş gibi gösteriliyor diye oyun yasaklandı; Namık Kemal ve arkadaşları sürüldü. Koca Vatan Yahut Silistre oyununda "Türk" kelimesi bir kere geçer: "…işte o vakit o abalı-kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler…"
Osmanlı limanından çözülmeler
Dönelim Balkanlar'a… Balkanlar demişken de ondan fazla farklı konumda olmayan Kafkaslara… Bu bölgelerde Yunan, Sırp, Bulgar, Rus milliyetçiliği bir günde zuhur etmedi. Elbette bu milletler, Osmanlı o bölgeleri fethetmeden önce de vardı. Ama olarak vardı.
"Millet"ten, o milleti başka milletlerden üstün gören bir milliyetçilik 1800'lerde filizlenmeye başlamıştı. Slavlara, "Siz Osmanlı değil Slav'sınız" diyen ilk yayın 1804'te Rus asıllı Slavofil Aleksey Stepanoviç Komyakof tarafından ulaştırılmıştı. Bulgarlara, Osmanlı değil Bulgar olduklarını Almanlar öğrettiler; Fransızlar da çok çaba gösterdiler ama Fransız milliyetçiliği Balkan Hristiyanları için fazla laikti. Balkan ahalisine göre din, milliyetin düşmanı değil, tersine güçlendirici bir dostu idi.
1800'ler boyunca Müslüman- Türkler ne yaptı? Yeni Osmanlıların dergilerini gazetelerini okudular. Namık Kemal'den neden Osmanlı sultanının Fransız kralından daha iyi yönetici olması gerektiğini (olduğunu değil; olması gerektiğini) öğrendiler. Bu arada Balkanlarda yanan milliyetçilik ateşini söndürmek için bol-bol Osmanlılık şırınga edildiyse de 19'ncu yüzyıl Balkan milletlerinin birbiri ardından Osmanlı limanından çözülmelerine tanık oldu.
Her biri bir anlaşma ile her biri bir Batı ülkesinin Osmanlı'yı tehdidi ile koptular da koptular. Kısa bir derlenip toparlanma döneminden sonra yeni Balkan ülkeleri, 1912'de Balkan Savaşlarını başlattılar. Osmanlı ise tam o yıllarda kendi içinde ikiye bölünmüştü; askeriyle, siviliyle, doktoruyla, hariciyecisiyle, edibiyle, şairiyle ortasından ikiye ayrılmıştı: Osmanlılıkta ısrar edenler ve Türklüklerini keşfedenler.
Genç Osmanlılar, yerini Genç Türklere bırakıyordu ama işbaşındaki İttihat ve Terakki kendisini o kadar Türklük siyasetine vermişti ki, Balkanlarda Bulgarlıklarına, Karadağlılıklarına, Hırvatlıklarına ve Sırplıklarına (ve şimdiki AB üyesi ülkelerle Rusya'nın verdiği yeni silahlarına) kavuşan bu halklar güçlenen pazılarını Osmanlının ve sonunda birbirlerinin üzerinde denediler İttihat ve Terakki ise Balkan ordularını terhis etmiş, pazılarını padişah üzerinde denemeye başlamıştı. Ama onların bu ahmaklığını aşan bir şey oldu: Yukarıdan aşağı doğru reform paketlerini (ki bu yöntem 1950'ye kadar yeni Türkiye'de de geçerli yöntem olacaktı) beklemeyen halk, aşağıdan yukarı doğru bir yayılmayla Türklüklerini keşfettiler.
"Abalı-kebeli Türk" yerini nasıl millete bıraktı
Bu keşif, bir reaksiyondu ve tabii aksiyonun en çok olduğu yerde Balkanlar'da başladı. İttihatçılar, ilk günden itibaren kurtuluşu, çökme sebebi diye algıladıkları İslam'dan kurtulmak için hızlı bir laiklik peşinde olduklarından gözleri başka bir şey görmüyordu. Varsa yoksa "pozitivizm" peşindeydiler. Ama Türklük ve (hatta yeni her şey gibi en aşırı noktasına kadar çekilerek aldığı yeni şekliyle) Türkçülük, Balkanları orman yangını gibi sarmıştı. Alevlerin arasında İttihat ve Terakki de kaldı. Bu milliyetçilik, diğer Balkan milliyetçilikleri gibi dinî bir çeşniye sahipti: Müslüman Türkçülük.
Ahmet Hamdi'nin tasvir ettiği, Şevket Süreyya'nın türkü ve masallarına kadar anlattığı Balkan göçlerinde (ki toplam sayı 1912-22 arasında yarım milyonu geçmişti) gelenler Türk'tü ama Müslüman Türk'tü.
İttihat-Terakki ve onun devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkası için Türklük yeterdi; onun bir de İslam boyasına ihtiyacı yoktu:
"Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur Sinem, özüm ateş ile doludur İnsan olan vatanının kuludur..."
Bu "iman" ile yeni Türkiye 10 milyon genç "yaratacak" idi her yaştan. Yarattı da!
Ama yeni millet, Balkan Mirası'nı çabuk ama çok çabuk unuttu. 1932'de, ilk Türk Tarih Kongresi'nde Etiler ve Sümerlerden devraldığımız miras bile tartışıldı da Balkanlar üzerine bir tek bildiri bile verilmedi. 1912'de yeni kazandığımız Türklüğün bilincini yaymak için kurulan Türk Ocakları'nın 1931'de kapatılıncaya kadar yayınladığı Türk Yurdu dergisinde on binlerce makale yayınlandı da sadece beşi Balkan Mirası ile ilgiliydi.
Balkanları neden unuttuk böyle çabuk, böyle kesin? Bize "Abalı- kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylülerin" icat ettiği şekliyle Türklüğün Müslümanlık ile bir "sentez" olduğunu hatırlattığı için mi?
Bu sorunun cevabını bulmak şu andaki sosyal bilimler gündemimizde ağırlıklı bir yere sahip değil. Böyle bir ağırlık verilmiş ve bunun gerektirdiği araştırma bütçeleri genç bilim insanlarının istifadesine sunulmuş olsa idi elbette "elimizden çıkmadan önce" Selanik'te yayınlanan bütün düşünce dergileri ve gazetelerini sayısal ortama aktarmak gerekirdi. Sonra bunları didik didik edecek ekipler kurulabilirdi.
Bu makaleler okunur, endekslenir ve lisansüstü çalışmalarına, doktora derslerine ve daha sonra tezlere konu edilebilirdi. "Abalıkebeli Türk" kavramı yerini nasıl bir millet anlayışına bırakmıştı ve Balkan vagonları ile ev eşyalarımız keçilerimizin yanı sıra neler getirdiğimizi de daha iyi anlardık.
Kim bilir, belki bunların arasında Primo Türk Çocuğu'nun devamı da bulunabilirdi.