Selefilik günümüzde zorlama bir akımı temsil etmektedir ve buna binaen Selefiliğe bidat ehli (sonradan türeyen) bir fırka demek mümkündür. Selefiler ise kendilerinin dışındakilere bu vasfı yakıştırmaktadırlar. Küfür sıfatı taşımayan mümine küfür isnadı veya yansıtması her zaman geri teper. İlk sahibini bulur. Lanetleme de böyledir. Lanet edilen lanete müstahak değilse lanet edene geri döner.
Selefiler başkalarından yöntem farklılığından dolayı ayrıldıklarını söyleseler de andıkları yöntem ilk "bir" veya "iki" asırda Müslümanların ortak yöntemiydi. İbn Haldun'un dediği gibi ilk devirlerde devlete silahlı başkaldırı meşru görülüyordu. Lakin sonrakiler fitne döneminden itibaren bu görüşü gözden geçirmiştir. Yasak saymıştır. Her zeminin bir ifadesi vardır. Bununla birlikte bidat fırkalarının ortaya çıkmasıyla "tevil"i (kutsal metinleri başka bir anlam ile yorumlama) reddeden tefviz (işi Allah'a bırakma) yöntemi revize edilmiş ve yeni bir anlayış benimsenmiştir.
Dine karşı din
Tevile yanaşmayan ve ihtiyaç da duymayan ilk dönem Müslümanlarına "selef" denmiştir. Ardılları veya halefleri fitne asrıyla birlikte başlayan ve ortaya çıkan bidat fırkalarına karşı tevile başvurmak zorunda kalmışlardır. "Dine karşı din" ifadesinin çağrıştırdığı gibi "tevile karşı tevil"e başvurulmuştur. Daha doğrusu bidat fırkalarının teviline karşı kendi tevillerini ve itidal çizgilerini ortaya koymuşlardır. Zat ve sıfatlara dair tevilden kaçınmak selef yoludur. Halef (seleften sonra gelen Müslüman nesil) yolu ise bidat fırkalarının bu yolu aşındırmaları karşısında tevil yoluna başvurmaktır. Dolayısıyla bu ayrım üzerinden selef-halef tanımı ortaya çıkmıştır.
Genellikle de bu ayrım üzerine tarihe şu mealde bir not düşülmüştür: "Selef yolu daha selametli, halef yolu ise daha bilgedir." Bunu biraz açacak olursak; nas (kesin açık hüküm) sübutu (kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkma) ve delaleti kat'i (yapılması emredilen) ise üzerinde tartışma olmayan bir kesinliği ifade etmektedir. Tevil ise ne kadar isabetli olursa olsun tartışmaya açıktır. Tevilin sınırsız olması onu mutlaklaştırma anlamı taşıdığı kadar da reddedilmiştir. Tevilin meşruiyeti bidat akım ve fırkalarının ortaya çıkışı ve bunlara mukabele etme ihtiyacına göre şekillenmiştir.
Ahmet bin Hanbel bidat akımlarına karşı göğsünü ve kendini siper etmiş, kelamcılar ise kalemlerini seferber etmişlerdir. Bu fırkaların makaleleri ve tezleri cevap vermeyi veya mukabeleyi gerektirmiştir. Bu açıdan da tevil kapısı zorunlu olarak açılmıştır. Selef yolunda yani tevilden kaçınmada meseleleri Allah'a bırakma ve teslimiyet vardır. İmam Gazali Kanun et Tevil adlı eserinde tevilin kaçınılmaz olduğunu ifade etmekle birlikte isabet ihtimalinin sınırlılığı karşısında israftan kaçınılması gerektiğini de ifade eder. İtikat'ta Orta Yol eserinde ve takiben Halkın Kelami Tartışmalardan Korunması adlı eserinde de olduğu gibi fıkhı (şer'i hukuk) gıdaya benzetirken, kelamı (din felsefesi) da ilaca benzetmiştir. Gıda her zaman alınmalı ilaç ise hastalık sırasında itina ile alınmalıdır.
Musevi kaynaklarda Hazret-i Musa da kendi yolundan ayrılmayan mahfuz bir bakiye/kalıntı topluluk için Allah'a yakarmıştır. Keza İslam dairesinde de benzeri hadisler vardır: "Ümmetimden bir bölük hak üzerine kaim olacak ve tabansızların onları yüzüstü bırakmalarına aldırmayacaklar ve hak bölüğünü yüzüstü bırakmaları onlara zarar vermeyecektir ve Allah'ın emri gelinceye kadar hak yolda sebat edeceklerdir."
Mehmet Akif Ersoy samimi dostu Babanzade Ahmet Naim için "O bakiyetü's seleften (İlk devir Müslümanları niteliğinde) bir zattır" demiştir. "Selefin bakiyyesi" ifadesi de bunun genel bir çığır olmadığını göstermektedir. Nasıl ki İslam ile birlikte ehl-i kitap ortadan kalkmış sadece bakiyesi kalmışsa selefin de ortadan çekilmesiyle birlikte geride kimi orada burada gizlenmiş veya kümelenmiş aynı vasıfta bazı zevat kalabilmiştir. Bu açıdan yok olmuş selefin yerine selefiliği ikame etmek bir zorlamadır ve bir bidattır.
20'nci yüzyılda üretilen marka
Selef şüphesiz bir mezhep kalıbına dökülemez. Sınırlı bir zaman dilimini ifade eder. Bu zaman diliminde birden fazla mezhep ortaya çıkmıştır. Selefi, mezhebe dönüştürmek bir anlamda indirgemecilik demektir.
Vehhabilik selef adına çıkmış tarihi akımlardan biridir. Şiilik veya Haricilik adına çıkan devletleri hatırlatmaktadır. Selefilik dendiğinde akaitte iki mezhebin amelde de dört mezhebin üzerine çıkma çabası anlamına gelir. İki mezhepten maksat Eş'arilik ve Maturidilik'tir. Dört mezhep ise Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleridir.
Selef kadim bir tabir olmakla birlikte, Selefilik modern bir kavramdır. Vehhabiler akıl edebilselerdi kendilerini böyle bir yakıştırma, isimlendirme ile hasımlarının dilinden kurtulabilirlerdi. Selefilik adlandırması son devrin, muhtemelen 20'nci yüzyılın bir ürünüdür. Bununla birlikte nasıl ki DEAŞ türlerinin tarihin derinliklerinde öncüleri ve ataları varsa "güneşin altında yeni bir şey yok" sözü ve anlayışıyla Selefilerin de kare kökleri ve fikir ataları bulunuyor.
20'nci yüzyılda hür kelimesinden hürriyet kavramının üretilmesi gibi seleften de selefilik markası, fırkası üretilmiştir. Selef kavramı asil ve otantik bir kavramdır selefilik ise üretme bir kavramdır. Selef üç asrı kapsayan döneme denmektedir ve Hazreti Peygamber'in bir hadisinden mülhemdir: "Asırların en hayırlısı benim asrımla birlikte gelenler ve daha sonra gelenlerin asrıdır."
Bu asırlara uymak mümkün olsa da birebir kopya etmek veya klonlamak mümkün değildir. Bu, edebiyattaki İkinci Yeni akımına benzer. İkinci Yeni akımı, Birinci Yeni akımı değildir. Temsilcileri kabul etmese de yeni Selefilik akımı eski selef değildir. DEAŞ akımı, selefe mi benziyor yoksa Haricilere mi? Sahabeler ile Selefiler arasındaki nitelik farkı da bu iddianın kofluğunu ortaya koymaktadır. Eski asırların bakiyesi olsa da bir bütün olarak kendisi yoktur. İttiba (uymak, itaat etmek) zorunlu iddia ise abestir (saçma).
Akımların med-ceziri
Elbette bazı akımların kabarma ve çekilme (med-cezir) dönemleri oluyor. Mutezile için de öyle. Sonuç itibarıyla, Mutezile tutunamamış ve dördüncü asırdan itibaren büyük temsilcilerine rağmen sönüşe geçmiştir. Mutezile, Abbasi döneminin bir faslında devlet mezhebi hâline gelmiştir. Memun, Mutasım ve Vasık dönemlerinde Abbasi halifeleri Mutezile anlayışına arka çıkmışlardır. Ama bu Mutezileye hayat öpücüğü değil ölüm öpücüğü olmuştur. Siyasi istibdat ile ilmi istibdat buluşmuş ama halkın nazarından düşmüştür.
İkinci yüzyıldan itibaren İslami ilimler tafsil edildi. Hadis ilmi, fıkıh, tasavvuf müstakil olarak tanım aldı. Hepsi vahye dayalı olmakla birlikte bir de içtihat boyutu vardı. Hanbeli tarzı üzerine giden ehli hadis tevile karşı çıktığı gibi kıyasın alanını da dar tutuyordu. Varsayıma dayalı fıkha karşı çıkıyorlardı. Bu alanda haklı yönleri olmakla birlikte haksız yönleri de bulunuyordu. Zamanla kurumsal hâle gelen tasavvuf, tarikatlar vasıtasıyla kurumsallaşıyor, yaygınlaşıyordu.
Adı konulmamış dönemde selefi öncülerden ve akımdan sayılan İbni Teymiye ve öğrencisi İbnü'l kayyım el Cevziyye tasavvufa meyyal olsalar da tasavvuf içine sızmış bidatlarla mücadele etmişlerdir.
Seleften "izm" türetmek
Şüphesiz Hanbeliliğin bir kısmı ile birlikte Selefiliğin atası sayılan Haşviliğin zamanı dikkate almayan yaklaşımları çıkmaz bir yoldur. Aksi takdirde küresel anlamda yeşeren akımlarla nasıl mücadele edilir? Müslümanlar fütuhatla birlikte farklı fikirlerle tanışmış ve bu fikirlere mukabele ihtiyacı doğmuştur. Farklı kültür ve medeniyetlerden insanlar İslam'a girmişler ve eski kültürlerini beraberinde getirmişler ve bunlar sorgulama nedeni olmuştur. Eski sorulara yeni cevaplar aranmıştır. Bunları yok saymak sadece güneşe karşı gözlerini kapatmak olur.
Pozitivizm, Marksizm gibi beşeri ideolojilere cevap vermek şarttır. Onların literatürlerini ele almadan nasıl cevap vereceksiniz? Bazıları Gazali felsefeye daldı ama içinden çıkamadı diyebilir. Kelam anlamında İbn Teymiye için de benzeri bir cümle kurulabilir! Kaçınılmaz şer anlayışı gereği bu tortular her zaman olacaktır. Ebu'l Hasan en Nedevi, İkbal'den Şaheserler adlı eserinde şunu söylemiştir: "İnci, mercan avlamak için Batı denizine açılanlar büyük vurgun yedi. Bunlardan biri de Muhammed İkbal'dir ama en az vurgun yiyenlerden biri olmuştur."
bu zıtlaşmanın merkezindedir. Yöntem olduklarına dair iddialarında samimi iseler ve "asırların değişmesiyle yöntem değişmez" diyorlarsa; onun dışına taşmazlar ve taşmadıkları sürece de mazurdurlar. Tekelci ve dışlayıcı oldukları sürece zümreleşme ve fırkalaşmaya açık olacaklardır. Bu takdirde haklarında bidat tanımı kaçınılmazdır ve bu yaftayı hak ederler.
Sonuç itibarıyla, selef tarihi bir süreci ve dilimi ifade eder ve yerine başkası ikame edilemez. Buradan bir fırka ve izm türetmek mümkün değildir. Türediğinde bidat vasfı kazanır.