Milattan önce 5'inci yüzyılın Atina'sında patlak gözlü, kocaman ağızlı, büyük burunlu, giyinmekten ziyade örtünmeyi tercih eden, her mevsim ince entari giyen ve ayakları çıplak dolaşan bir adam yaşıyordu. Dışarıdan fazlasıyla sefil görünen bu adam, hakikatin kitaplarda değil tek tek bireylerde saklı olduğuna inanıyor, şehrin sokaklarını arşınlamaktan ve toplanma yerlerinde başta gençler olmak üzere karşılaştığı insanları sorduğu sorularla kışkırtmaktan büyük zevk alıyordu. Berrak bir zekâya, üstün bir retoriğe ve soru sorma yeteneğine sahip olan bu kişi, düşünceleriyle felsefe tarihinde çığır açmış ve kendisinden sonra gelen pek çok filozofa ilham kaynağı olmuş Sokrates'ten başkası değildi. Sokrates'in felsefe tarihinde açtığı çığırı anlamak için Antik felsefenin nasıl sınıflandırıldığına bakmak yeterli. Kendisinden önceki dönemde kabaca ilk madde anlamına gelen "arke"nin peşine düşen doğa filozofları devri, Sokrates öncesi dönem; sonra gelen ve Platon, Aristo
gibi dehaların elinde şekillenen sistematik felsefe ise bugün birçok felsefe tarihçisi tarafından Sokrates sonrası dönem olarak nitelendiriliyor.
Felsefeye insanı yerleştiren bir at sineği
"Kendini bil!"… Delphi Tapınağı'nın girişinde yazılı olan bu söz, Sokrates'in bütün arayışının ve insanları bunaltırcasına sorduğu sonu gelmez soruların temelini oluşturuyordu. Bu sözü kendi varoluşunun "amentüsü" gibi gören Sokrates'i hem kendi hakikatinin peşine düşmüş hem de Atina'da yaşayan insanlara kendi hakikatlerini keşfettirmeye baş koymuş bir "at sineği" olarak niteleyebiliriz. Zaten Sokrates de kendisini böyle tanımlıyordu: Atina'yı tembel bir ata, kendini ise o atı sürekli ısırarak hareket ettirmeye çalışan bir at sineğine benzettiğini biliyoruz. Sokrates bunu esas görevi kabul ediyor ve bu derdin içinde sürekli olarak fısıldayan tanrısal bir ses tarafından kendisine verildiğine inanıyordu. Vatandaşı olduğu devlet sisteminin çürümüşlüğüyle orantılı olarak insanların, hatta insanlığın da gitgide kokuştuğunu düşünen Sokrates'e göre Atina halkı, doğru bildiği birçok şeyin esasen ne anlama geldiğinden bihaberdi. Atinalıları içine düştüğü bu yanılgılardan kurtarmanın yolu ise onlara doğru sorular sormak suretiyle evvela kendi yanlışlarını idrak etmelerine, sonrasında ise doğrunun ne olduğunu keşfetmelerine yardımcı olmaktan geçiyordu. Sokrates'in bu davasının ve kullandığı yöntemin, onun felsefe tarihindeki özgünlüğünün de kaynağını oluşturduğunu belirtelim. Zira kendisinden önce gelen tüm filozoflar, sadece fizik dünyaya yönelerek felsefe yapma eğilimindeyken Sokrates, felsefenin merkezine ilk kez insanı ve insana ait olan ahlak, erdem, adalet, cesaret gibi kavramları oturttu. O, insana ait tüm bu soyut kavramları inceleme sahasına çekip onları nesneleştirerek bilime giden yolun da fitilini ateşlemişti. Burada bilimden kastımızın özne-nesne ilişkisi bağlamında ilerleyen araştırma olduğunu belirtelim.
İnsanın, evreni hakkıyla anlamasının yolunun öncelikle kendi hakikatinin ve hayatını şekillendiren soyut kavramların mahiyetinin farkına varmasından geçtiğini düşünen Sokrates'i Cicero şu sözlerle tarif eder: "O, felsefeyi gökyüzünden indirerek insanların evine sokan ilk kişiydi." Gerçi, felsefenin insana yönelmesinde Sokrates'in çağdaşı olan sofistlerin de önemli katkıları olduğu biliyoruz. Fakat gerek yöntem gerek amaç açısından iki taraf arasında ciddi farklar olduğunu belirtmekte fayda var. Örneğin sofistler, belirli bir ücret karşılığında bilgelik satan ve aşırı didaktik tipler olarak bilinirken Sokrates, kimseye bir şey öğretme iddiası olmayan ve insanlardan asla ücret talep etmeyen bir bilgeydi.
Manevi bir ebe
Gençlik yıllarında, taş yontma ustası olan babası Sophroniskos'tan mesleğin inceliklerini öğrenen Sokrates için bu zanaat hiçbir anlam ifade etmiyordu. O daha ziyade ebe olan annesi Phainarete'nin mesleğine göz koymuştu ama bir farkla; annesi insanları fiziki olarak doğurturken, Sokrates insanların ruhlarında bulunan ama bilincinde olmadıklarını söylediği ahlaki doğruları doğurtmayı tercih eden bir tür "manevi ebeliğe" talip olmuştu ömrü boyunca.
İnsan merkezli bir ahlak anlayışına sahip olan Sokrates, insanı ruh ve bedenin toplamından oluşan bileşik bir varlık olarak tanımlıyordu. Söz konusu bu iki yön arasında esas önemli olan ise ruhtu ona göre. İnsanların kendilerini tanımaları ve hakikatlerini keşfetmeleri için ruhlarına özen göstermeleri gerektiği şartını koşuyordu. Atina sokaklarında insanlarla girdiği diyaloglarda bıkıp usanmadan sorduğu soruların ve konuşmalar esnasında sıklıkla başvurduğu ironilerin esas sebebi de muhataplarının ruhlarını gıdıklayarak onları kendi varoluşlarına uygun bir zemine çekme gayesinden öte bir şey değildi.
Ruhu merkeze alarak geliştirdiği ahlak öğretisinde Sokrates'in ısrarla üzerinde durduğu bir kavram vardı: Erdem. Oluşturduğu ahlak öğretisinde merkezi bir konum arz eden erdemi temelde; bilgelik, cesaret, adalet ve ölçülülük düsturları üzerine bina etmişti. Sokrates'in bilgiden ve bilgelikten muradının ne olduğundan yukarıda bahsettik. Erdem tasniflemesinde belirlediği diğer sacayakları olan cesaret, adalet ve ölçülülük de bilgiden azade unsurlar değildi aslında. Örneğin cesareti, korkusuz olmaktan ziyade neden korkup korkmayacağımızın bilgisine sahip olmak olarak tanımlıyordu Sokrates. "Herkese hak ettiğini vermek" olarak tanımladığı adaletin yolunun hakkın bilgisine sahip olmaktan geçtiğini belirtirken, ölçülülüğünün ise ölçünün bilgisinin ne anlama geldiğini idrak ettikten sonra yaşama aktarılabilecek bir erdem olduğunu söylüyordu.
Görüldüğü üzere Sokrates'te bilgi, bütün öğretisinin bam telini oluşturan en temel unsurdu. İnsanın özü gereği iyi olduğuna iman eden ve en büyük erdemin bilgelik olduğunu savunan bu tuhaf adamın gözünde bütün kötülükler ise sadece cehaletten kaynaklanıyordu. Sokrates'in ahlak öğretisinin aşırı entelektüelist bir muhtevaya sahip olmasının kökleri de buraya dayanıyor esasen. Öğretisi her ne kadar mistik tonlar barındırsa da ısrarla üzerinde durduğu ruhun ve buna bağlı olarak şekillendirdiği ahlakın özüne aklı yerleştirmesi, bir yaşam filozofu olarak niteleyebileceğimiz Sokrates'in en zayıf noktasıydı muhtemelen. Zira yaşam ve insan, salt akla indirgenerek anlaşılabilecek şeyler olamazdı.
Haklı yere mi öldürselerdi?
Uzun yıllar boyunca Atina insanlarına kendi hakikatlerini keşfettirmek için uğraşan, onlara bilgeliğin, ahlakın, erdemlerin nerede olduğunu göstermeye çalışan Sokrates'in ölüme yürüyüşü de fazlasıyla kendine özgü oldu. İşaret ettiği noktalar ve yaydığı düşünceler, egemen zümrenin tekerine fazlasıyla çomak soktuğundan Atina tanrılarını reddetmek ve gençlerin ahlakını bozmak suçlamalarıyla mahkemeye sevk edildiğinde 70 yaşındaydı. 500 üyeli Atina Konseyi'nde 280 kabul oyuyla idamına hükmedilmişti. Jürinin sürgün, para cezası yahut düşüncelerinin hatalı olduğunu kabul etmesi hâlinde affedileceğini belirtmesine rağmen inançlarından taviz vermeyen Sokrates, alındıktan bir süre sonra bütün sinir sistemini felç eden baldıran zehrini olanca vakarıyla içmişti. Ömrü boyunca hiç anlaşamadığı hatta onun huysuzlukları sayesinde felsefesini iyice derinleştirdiği söylenen karısı Xanthipe'nin ağlayarak "Bu adamlar seni haksız yere öldürüyorlar" demesi üzerine, "Ne yani, bir de haklı yere mi öldürselerdi?" cevabını verebilmiş bir bilgeydi Sokrates.
O hayatı düşündüğü gibi yaşayan ve temasta bulunduğu bütün insanlara bunu fark ettirmeye çalışan bir hakikat avcısıydı. İnsanın esas gerçekliğinin ruhunda olduğuna inandığından yaz kış ince bir kıyafetle gezerek bedene ait olana çok da ehemmiyet vermemek gerektiğini gösteren, Atina'da bir pazar yerinin ortasında "Burada ihtiyacım olmayan ne çok şey var!" diye haykıran Sokrates benzer tavrından ölüm karşısında dahi taviz vermeyerek -adeta özellikle modern insana seslenircesine- sonsuz, sınırsız ihtiyaçlar yanılsamasında debelenen insanın esas aradığının ne olduğunu fısıldıyordu hepimize.