Bir psikiyatr ve akademisyen olan Eugenio Borgna'yı pek çoğumuz Ruhun Yalnızlığı kitabı ile tanıdık ve çoktan sıkı kitapların yazarı olarak zihnimizde yer kapladı. Yalnızlığın, melankolinin, bilmenin, deliliğin, anksiyetenin, beklemenin ve umut etmenin panoramasını birçok kitabıyla çizen Borgna'nın Türkçeye kazandırılan son kitabı Şu Bizim Kırılganlığımız ile kırılganlığın da panoramasını çizdiğini görüyoruz. Arada bir dönüp geride bıraktığımız yaşanmışlıklarımızın kuvvetli duygulanımlarına göz atarak, etten ve kemikten varlıklar olduğumuzu hatırlatmak gerekiyor kendimize ve bize temas eden her canlıya, oluşa, akışa. Bazen içinden insanlar geçmeyen, şarkılar çalmayan, kimsesiz bir boşluğa kapatırız ya kendimizi. Yaşamdan, yaşamın bize katık ettiği herhangi bir şeyden incinmişizdir… İşte tam da bundan bahsediyor Borgna. Yaşamımızın çok temel deneyimlerinden biri olan şu bizim kırılganlığımızdan… Zira Borgna kırılganlığı hayatın bir parçası gibi ontolojik bir çerçevede görüyor. Sanıldığı gibi kırılganlık
güçsüzlük emaresi değil aksine engin bir güce sahiptir.
Dünyada hâkim olan sloganlar kırılganlığı, gereksiz ve köhne, ham ve hastalıklı, sağlamlıktan ve anlamdan yoksun bir şey olarak görüyor. Oysa kırılganlıkta duyarlılık, incelik, haysiyet, bitkin bir nezaket, dile getirilemeyen ve görülemeyen şeylere dair bir sezgi bulunuyor ve bunlar başkalarının ruh halleriyle, duygulanımlarıyla, varoluşsal tarzlarıyla kolaylıkla ve şevkle özdeşleşmemizi sağlıyor.
Kırılganlıkları çeşitlerine ayırıyor Borgna; kişilerarası bir deneyim olarak, sözcükler, sessizlik, duygulanımlar, çekingenlik, sevinç, ruhun hüznü, umut, arkadaşlıklar, hastalık, delilik, yaşlılık hâli, kadının ve erkeğin kırılganlık biçimleri şeklinde… Kırılganlığın fenomenolojisini, her sayfada hakkını vere vere işlediğini, altını çizdiğim satırların çokluğundan da görüyorum.
"Kuvvetli erdemler olduğu gibi, zayıf duygulanımlar, zayıf erdemler de vardır ve hayattaki en anlamlı duygulanımlardan kimisi kırılgandır" diyor ve daha en baştan insanda olan bu olağan kırıklıkların nedenlerine ve sonuçlarına dair okuyucusunda merak uyandırıyor.
Kırılganlıkla eğilip bükülmüş her hayat biçimi gibi hüzün de yalnızlık, terk ediliş, ilgisizlik ve kayıtsızlıkla kolaylıkla yara alır ve bu yaralar her zaman kapanmaz. Simon Weil'in harika bir şekilde betimlediği gibi "Artlarında bazen talihsizliğe dönüşen dinmek bilmez bir acının izi kalır…"
Gelelim okurken en çok ilgimi çeken bölümlerden biri olan kadın ve erkeğin kırılganlığı bölümlerine; kadın, içe dönme, içsel hayatında kesintisiz olarak olup bitenleri inceleme tutumu sayesinde ruhunun yaralarını, kendi kırılganlıklarını daha kolay tanır ve onları görmezden gelip reddetmez, cesaret ve kararlılıkla kabul eder. Başkalarının kabulüne yahut reddine yönelik asil ve mağrur, akışkan ve duyarlı duygulanımları vardır zira. Erkeklerin kırılganlığıysa; duygusal açıdan çorak ve kurak olmaya meyillidir. Onların ontolojik kaygıları kadınlarınki kadar yoğun ve doğurgan ifade biçimlerine ulaşmaz.