Bin bir gece, iki bin gece olmuş, üç bin gece olmuş. Ne bir erkek çıkıp da canını kurtarabilecek kadar güzel bir hikâye anlatabiliyor ne de Şehrazad’ın taş kalbi hikâyeyle yumuşuyormuş. Sultanın tahtının karşısına geçen her erkek türlü türlü kelime oyunları yapıyor, birbirinden özgün masallar anlatıyor, meddahlar gibi ustalıkla konuşuyor ama bir türlü Şehrazad’ın kalbini açacak o kelimeyi, o hikâyeyi bulamıyormuş.
Hikâyesini bilenler bir mum alevi etrafında toplanır, ondan damlayan kelimelere kulak kabartırmış. O zamanlar bir varmış bin yokmuş… Şehriyar isimli bir hükümdar yaşarmış. Bu hükümdar, günlerini ve gecelerini ülkesini mamur, çalışanını memur, insanlarını mesut ederek geçirirmiş. Bir gün sarayında televizyon seyrederken herhangi bir evlendirme programında gördüğü güzele gönül koymuş. O anda veziri Ali Rıza Bey'e emir vermiş; "Tiz getirin bu hatunu sarayıma" demiş ve hatun kişi gelir gelmez resmi nikâhı kıydırmış. Şehriyar mutluymuş. Bu kadar mutlu olmaktan da korkuyor, arada vezirine dönüyor, "Bu kadar güldük ama başımıza bir iş gelmesin Ali Rıza Bey" diyormuş. Sonunda Şehriyar'ın korktuğu şey başına gelmiş ve canı gibi sevdiği hanımından ihanet görmüş. Öfkesinden deliye dönmüş, karısını zindana kapatıp ölüme terk etmiş ama öfkesi dinmek bilmiyormuş. Karısına duyduğu kini zamanla bütün kadınlara hissetmeye başlamış. Devrin ileri gelen öğrenme kuramcılarından Ivan Pavlov her ne kadar "Aman efendimiz diğer kadınların ne suçu var, genellemeyin, ayırt etmeyi öğrenin. O da olmadı içinizdeki ateşi sönmeye bırakın. Nihayetinde bu da size ders oldu, her kadına güvenilmemesi gerektiğini öğrendiniz" dese de Şehriyar bunların hiçbirine kulak vermemiş. "Yok" demiş, "Bu böyle olmayacak, içimdeki öfke dinmeyecek. Bütün kadınlardan intikam almadan geçmeyecek. Her gece biriyle evlenip sabahında yok edeceğim, kadın denen illetin kökünü kurutacağım" demiş ve dediğini de yapmış. Her gece biriyle evleniyor, sabahına da onu öldürtüyormuş. Günler ve geceler böyle geçmiş. Ta ki bir gün odasına Şehrazad gelene kadar. Şehrazad hem güzel hem de akıllı bir kadınmış. Ölümden kurtulmak için ona türlü türlü hikâyeler anlatmış. Anlatırken hep en heyecanlı yerinde bırakır ertesi güne devamını aktarırmış. Böylece Şehriyar hikâyenin devamını merak edip Şehrazad'ı öldürmeyi hep ertelermiş. Hikâye de hiç bitmezmiş. Tam bin bir gecenin sonunda Şehriyar'ın kalbi soğumuş, öfkesi ve nefreti dinmiş, zindandaki diğer kadınları azat etmiş ve Şehrazad ile evlenmiş. Veeeeeeeee… İnsanların bildiği masal burada bitmiş. Ama yazılan tarihle yaşanan tarih her zaman başka olurmuş. Hikâyenin sonrasında masal kahramanları mutlu mutlu yaşamamış misal. Şehrazad yaşadığı hiçbir şeyi unutamamış, korkunun hikâyesi içten içe devam etmiş, içinin içini kemirmiş. Canını kurtarmak için evlendiği Şehriyar'dan her geçen gün daha da nefret etmiş. Ne yaparsa yapsın ölüm korkusunu yenemiyor, yeni düzene bir türlü alışamıyormuş. Şehriyar kapıdan girse Azrail geldi sanıyor, kapıdan çıksa Deccal yürüdü biliyormuş. Hâsılı kafayı iyice yemiş, devrin ileri gelen psikologlarına gitmiş. "Tanatofobi oluşmuş sende" demişler, yani ölüm korkusu. Hareminden çıkmıyor, odasına gelen yemekleri zehirli diye gönderiyor, boğulurum diye su bile içmiyor, döşeğine Şehriyar'ı almıyor, ne olur ne olmaz deyip hançerle uyuyormuş. Derken, gecenin bir yarısı şehvete düşen Şehriyar, tahtından inip soluğu yatak odasında almış. Döşeğinde mışıl mışıl uyuyan karısının üzerine eğilirken olanlar olmuş. Şehrazad bir anda uyanıp o şaşkınlık ve mahmurlukla, belki de yıllardır içinde biriktirdiği nefret ve ölüm korkusuyla, ben diyeyim refleksten siz deyin isteyerekten hançeri bir hamlede Şehriyar'ın kalbine indirerek adamcağızı oracıkta öldürmüş. Yeryüzündeki bütün hikâyelerin sultanı olan bu kadın, kocasının ölümünden sonra tahtın başına geçerek ülkenin de hâkimi olmuş. Hâkimi olmuş olmasına ama ne fayda, korkusu hiç mi hiç geçmiyormuş. Buna bir de öfke ve kin ekleniyor ardından bütün erkeklerden nefret ediyormuş. Devrin ileri gelen öğrenme kuramcılarından Ivan Pavlov her ne kadar; "Aman efendimiz diğer erkeklerin ne suçu var, genellemeyin, ayırt etm…" dese de daha sözünü bitirmeden Şehrazad "Vurun şunun kellesini, erkek değil mi hepsi aynı" diyerek fiili olarak da erkekleri katletmeye başlamış. Karar vermiş. Şehriyar'ın kadınlara yaptığını hem de aynısını, o da erkeklere yapacakmış. Ülkesine ferman göndermiş. Her gece bir erkeği odasına alacak, ona hikâye anlattıracak, hikâyeyi beğenirse adamcağızın canını bağışlayacak, beğenmezse oracıkta kellesini alacakmış. Bunun için saraydaki herkesi görevlendirmiş. Misal, en güçlü yardımcılarından Alaattin her gece Şehrazad'ı tahtıyla birlikte uçan halısına alacak ve gökyüzüne çıkaracakmış.
Bir gece, iki gece, üç gece… Bin bir gece… Göğe çıkan erkekler Şehrazad'a türlü türlü hikâyeler anlatıyor ama o bunların hiçbirini beğenmiyor, kendi hikâye anlatıcılığına eş olacak tek bir kelime dahi bulamıyormuş. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi her gece bir ölüme sebep olduğu ve buna da alıştığı için kalbi gittikçe sertleşiyor, taşa dönüyormuş. "Ben" diyormuş Şehrazad, "içinde yaşadığım şu dünyanın dışında büyüttüğüm bir çiçeği seviyorum. Taş kalbimden fışkıran o çiçeği olur da bir erkek görür, kimsenin göremediği o güzelliği görür ve beni kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar sever diye bekliyorum." demiş. Devam etmiş: "Bu hayalle yıllarca yıldızlara baktım, yıldızlardan biri elimi tutar sandım, kimsecikler gelmedi, tuttum şimdi ben yıldızlara geldim, yine de kimsecikler gelmedi. Ne olacak böyle Küçük Prens?" Bu sözleri işiten Küçük Prens, "Sultanım" demiş, "Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur." Bakmış yıldızlara Şehrazad ve onları parlatıp söndürmüş, bu yolla aşağıda haber bekleyen Alaattin'e mesaj yolluyormuş. Yıldızlar tekrar yanınca Alaattin yeryüzünden gökyüzüne o gecenin kurbanını taşıyormuş.
Böyle böyle geçmiş geceler.
Bin bir gece, iki bin gece olmuş, üç bin gece olmuş. Ne bir erkek çıkıp da canını kurtarabilecek kadar güzel bir hikâye anlatabiliyor ne de Şehrazad'ın taş kalbi hikâyeyle yumuşuyormuş. Sultanın tahtının karşısına geçen her erkek türlü türlü kelime oyunları yapıyor, birbirinden özgün masallar anlatıyor, meddahlar gibi ustalıkla konuşuyor ama bir türlü Şehrazad'ın kalbini açacak o kelimeyi, o hikâyeyi bulamıyormuş. Derken, bir gece… Bin bir gecenin bir milyon birinci gecesinde… Bir adam, diğer adamlardan çok başka bir adam, gelmiş. Başını öne eğmiş. Gözlerini yerden bir kere bile çekmemiş. Şehrazad şaşırmış önce, bu garip adamın hal ve hareketlerine. Sonra adam birkaç adım atıp tahtın tam karşısına diz çökmüş, birkaç dakika sessizce oturduktan sonra Şehrazad "Anlat" demiş. Adam sesini çıkarmamış. Şehrazad yinelemiş "Anlat diyorum be adam sağır mısın, başlasana hikâyene" demiş. Adam yine konuşmamış. Başını bir an olsun yerden kaldırmadığı gibi ağzından tek bir hece dahi çıkmamış. Şehrazad sinirlenmiş; "Son kez söylüyorum bana bir hikâye anlat" demiş. Adam tam o anda başını yeryüzünden kaldırıp Şehrazad'ın gözlerinin içine, taa içine, en derine öyle bir bakmış ki… Gök delinmiş, yer kükremiş, ay dile gelmiş, yıldızlar yön değiştirmiş, karanlık alev almış, sonsuzluk delirmiş. Şehrazad o anda tükenmiş, taş kalbi erimiş, içinde çiçekler bitmiş. Gözlerini görür görmez âşık olmuş adama. Adam yine susmuş. Şehrazad âşık olmuş adamın susuşuna. Yıllarca bir hikâye, bir kelime bekleyen bu kadın, böylelikle bir şeylerin değişebileceğine inanan bu kadın, bütün hikâye anlatıcılarını tek tek öldürürken aslında hiç dile gelmemiş olanı arayan bu kadın, sessizlikle sınanacağını hiç bilemezmiş. Tek bir sessiz an, bütün konuşkan zamanları, bütün anlatıcıları, bütün masalları o anda katletmiş. Kendisi de tek kelime dahi edememiş. Böyle bir nazar karşısında dil bükmüş, boyun eğmiş. Sadece seyretmiş. Belki bir gece, belki bin gece... Birbirlerine baka baka, bin bir gece öylece susmuşlar. Ne bir hamle ne bir kelime… Ses etmeden, uyumadan, dokunmadan, yakın ama uzaktan, uzak ama yakından öylece bakışmışlar. Birbirlerine baka baka parlamışlar. Derken, ikisi birden, bilmem kaç bin geceden sonra birbirine bakan ama hiç konuşmayan iki büyük yıldıza dönüşmüşler. Rivayete göre o iki yıldız kalp kalbe, parlaya parlaya, sonra susa susa ama yine de çığlık çığlığa öylece asılı kalacaklarmış. Bazı yıldızların kaderi gökten üç elma gibi kayarmış: Yanmak, susmak ve yazmak...