Geçtiğimiz aylarda bir video yayınlandı. Fransız "l'Institut National de l'Audiovisuel" tarafından yayınlanan videoda, ünlü filozof-yazar Albert Camus'nün röportajı vardı. Röportajı iki şey ilginç kılıyordu: Birincisi Camus'nün 1957'de kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü hakkındaki görüşleriydi. Camus, bu ödülle ilgili kendisinden beklenebilecek derecede umursamaz bir yanıt veriyordu. Camus, muhabirin sorduğu "Size göre Nobel jürisinin sizi seçme nedeni nedir" sorusunu şöyle yanıtlıyordu: "Açıkçası bilmiyorum, İsveç Akademisi'nin sırrına vakıf değilim. Samimi düşüncem, benden önce seçilmeyi hak eden birkaç yazarın olduğu yönünde... Ancak belki de Fransa'nın sanılandan daha genç bir yüze sahip olduğunu göstermek istediler." Bu cevap bana göre tevazudan çok umursamazlık taşıyor ya da ben Camus'ye bunu daha çok yakıştırıyorum. Videoyu ilginç kılan ve bu yazının yazılma sebebi olan kısım ise şu: Camus bu röportajı verirken, yani kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü hakkında konuşurken, bir futbol stadyumunun tribününden Racing Paris ile Monaco arasındaki futbol maçını izliyor. Hatta soruları yanıtlarken muhabirin yüzüne bile bakmıyor, gözlerini heyecanla takip ettiği maçtan bir saniye bile ayırmıyor!
Videonun yayınlanması ve Twitter başta olmak üzere internet mecralarında yayılmasının ardından konuya dâhil olmak isteyenler hemen o kapıya yöneldi; Camus'nün futbol üzerine ettiği meşhur laf: "Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum. Nihayetinde topun asla beklenen yere gitmediğini öğrendim. Özellikle, söylendiği gibi gerçek olmayan insanların yaşadığı büyük şehirlerde bunun bana çok yardımı dokundu." Camus bir filozof, yazar, düşünce insanı olmasının yanında bugünün deyimi ile fanatik denecek kadar da futbolla ilgiliydi. Sadece izleyici olarak değil, sahaya inerek de dâhil oldu oyuna. Ahlaka dair bir şeyler öğrenme amacı olmayan 10'lu yaşlarının sonunda Cezayir'deki üniversite takımının kalesine geçti. "Racing Universitaire Algerois RUA" adlı bu takımla iki defa şampiyonluk yaşadı. İyi bir kaleci miydi? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama birkaç yıl sonra tüberküloz nedeniyle futbolu bırakmak zorunda kalınca ne kadar çok üzüldüğünü biliyoruz. Öyle olmasaydı beş tiyatro oyununun altında imzası olan yazar, "Bir seçme şansınız olsaydı hangisini tercih ederdiniz, futbol mu yoksa tiyatro mu?" sorusuna, hiç düşünmeden futbol yanıtını vermezdi.
Günümüzde futbolun kutsalı paradır
Camus'nün futbola olan sevgisi ve ilgisinin sahihliği tartışılmaz. Ancak Lacivert Dergi'nin 42'nci sayısında Borges'nin futbolla olan ilişkisini yazarken gelen ve peşinden koşmaya karar verdiğim duyguyla, yazının girişinde bahsettiğim videoyu izleyince zihnimde şu soru belirdi: "Koskoca Albert Camus, futboldan ahlaka ve insanın yükümlülüklerine dair ne öğrenmiş olabilir ki?"
Futbol ilk yıllarında romans bir işti. Hatta gerçekten eğlenceli bir oyundu. Bugün ise değeri milyar avrolarla ifade edilen bir sektör. Ortada ne romantizm kaldı ne de oyun. Günümüz futbolundan ahlaka dair bir şeyler öğrenme şansımız yok. Ama illa istiyorsak, Aristo mantığı kurarak futbolun kendi oluşturduğu ve kabullendiği ahlak tanımından yola çıkıp, bir şeyler öğrenebiliriz. Oysa Camus'nün oynadığı dönemde futbol başka bir şeydi. 1920'lerin sonuna doğru futbol oynamıştı Camus. Futbolcular profesyonel değildi, kimse bu işten para kazanmıyordu. Günümüz futbolu tamamen paraya odaklı ve ahlak tanımını da bunun üzerinden yapıyor. Tüm veriler maddi. Kimlerin bir takımda oynayabileceği, kimlerin sahaya çıkabileceği, formaların üzerine ne yazılacağı, takımların hangi liglere katılabileceği… Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Futbolun kutsalı paradır ve uyulması gereken tüm kurallar, töresi, geleneği, ahlakla ilgili değerleri de para ile tanımlanır. Camus'nün oynadığı futbolda para, oyunu oynayabilmek için cepten harcanırdı. Onlar için futbolun tanımı ve doğal olarak futbol ahlakı da başka bir şey ifade ediyordu.
Camus'nün futboldan ne öğrenmiş olabileceği düşüncesi bana ağır geldi, taşıyamadım. Önce Twitter'dan sordum: "Albert Camus gibi bir adam, 1920'lerde oynadığı futboldan, 1950'lerde anladığı üzere; ahlaka dair ne öğrenmiş olabilir ki?" A Spor'un yayın koordinatörü (ve felsefeye olan merakını yakından bildiğim) Serkan Korkmaz, bu pasımı güzel bir plase ile gole çevirdi: "Kazanmayı ve kaybetmeyi bilmek, bir takımla…" Futbol, kazanmak için oynanır. Tüm güzelliği ve dürüstlüğü ile. Zaten bu tanımın içerisinde "katakulliye" yer yoktur. Günümüz futbolunun maddi değerleri bu ahlakı bozdu. Çünkü artık bir takım oynadığı maçı kazanmasa da, içinde bulunduğu organizasyonun sistemi gereği uzun vadede amacına ulaşan olabilir. Oysa Camus'ye ders veren futbolda uzun hesaplara yer yoktur. Maç başlar ve herkes kazanmak ister. Maçın sonunda ya bir taraf kazanır ya iki taraf da kaybeder. Beraberlik bir kaybetme biçimidir sadece. Camus'nün Yabancı romanındaki Mersault'nun vurdumduymazlığı ve insanların olayları tanımlayış şekillerini reddedişinde; elinde eldivenleri, başında güneşe siper olan şapkası ile sahaya çıkmış genç bir Albert Camus vardır.
Twitter'dan sonra eski bir dostumun kapısını çaldım. Galatasaray Üniversitesi'nde okuduğu sırada tanıdığım arkadaşım Şeyma Özin'e sordum Camus'nün bu durumunu. Her zamanki gibi zihni başka ve güzel çalışıyordu: "Ben Camus'yü bir varoluşçu olarak Sartre'a yeğ tutarım çünkü Sartre'ın burjuva ve varoluşçu olması; eyyamcılık ile felsefe arası bir yerde. Tuzu kuru bir duruş onunkisi" diyerek önce Sartre'a kırmızı kart çıkarttı, sonra devam etti: "Camus ete kemiğe bürünmüş haliyle yaşıyor varoluşçuluğu, gerçekten kaybedecek hiçbir şeyi yok. Bu yüzden hiç kimseye müdanası da yok. Bana Camus'yü sevdiren, birçok insana olduğu gibi Yabancı kitabıydı. İşte o meşhur kayıtsızlık ve Hermann Melville'in Kâtip Bartleby'si gibi yapmamayı/söylememeyi tercih eden bir irade üstü irade. Beyazıd Bestami'ye sormuşlar "Ey Bestami ne dilersin", "İrade etmemeyi dilerim" demiş. Bence Camus de irade etmemenin iradesinin peşinde ve tüm bu ediminin tek meselesi de anlama ve hakikate ulaşma çabası..."
Futbol, ölüm kalım meselesinden daha fazlasıdır
Camus'nün kaleci olması ve futbolla hiç ilgisi olmayan Şeyma'nın onu "gerçekten kaybedecek hiçbir şeyi olmadığı için kimseye yaranmaya çalışmayan adam" olarak tanımlaması arasındaki ilişki beni heyecanlandırdı. Çünkü bir futbol sahasında sadece kalecilerin 'eyvallahı' yoktur. Ya gol yer ya da kurtarır. Doğrudan sonucu etkiler. Herhangi bir oyuncu gibi tribünlere gösteri sunacak durumu yoktur. Ona doğru gelen sert şutlar vardır ve o sert şutların amacı devrim yapmak, erki yıkmak, düzeni değiştirmektir. Kaleci bir ordunun askeri değil, surun tepesine bayrağı diken Ulubatlı'dır.
Bu iki zihin açısı sohbetin ardından aklımın odalarına girdim. Camus hakkında okuduklarımı, dinlediklerimi düşündüm. Hâlâ bir yerlerde, koskoca Camus'ye futbolun bir şeyler öğretebileceği fikri tam oturmamıştı. Neden kaleci olmuştu mesela? Belki de yeteneksizdi ve o yıllarda da bizim çocukluğumuzda olduğu gibi yeteneksizleri kaleci yapıyorlardı? Ya da Camus, burjuvaya karşı duruşu nedeniyle mi 1950'deki röportajında o meşhur cevabı vermiş ve futbolu kutsamıştı? Camus, büyük cümleli filozoflara nazaran halkın adamıydı. Nedeni ararken güneşe, toprağa, denize, ekmeğe, kadınlara ve futbola bakıyordu. Oysa entelijansiya için futbol basit insanların ilgi göstereceği bir şeydi. O da bu tavra karşı çıkmak için futbolu hissettiğinden daha çok sevmiş olabilir. Tüm birikimine rağmen, insan olmaya dair öğrendiklerini futbola miras etmesi, Mersaultvari bir mesaj gibi…
Camus farkında ve mutlu bir filozof. Hayatın tadını çıkarıyor. Varoluşu sorgularken bu kadar da can sıkmamak lazım belki de… Her zaman yakışıklı, özel kesim takım elbiseleri üzerinde, güzel kadınların yanında olmasından hoşlanan, futbolsever bir filozof. Herhangi bir sınıfa dâhil olmak ya da entelektüel dertlerle, hayattaki güzelliklerden, kendisine mutluluk veren işlerden mahrum kalmak istemiyor. Birçokları için aşağı olan şeylerden zevk almayı iyi biliyor ve bunların başında da futbol geliyor. Futbol ona ahlak ya da insan olmayı öğretmemiş olsa da, verdiği mesaj belli. Bill Shankly'nin "Futbol ölüm kalım meselesi değildir. Ondan daha da fazlasıdır…" vecizesinin aksine, felsefenin temel ahlak sorunlarından biri olan intihar fikri üzerine kitap yazan Camus futbolun, varoluşu arayanlara yol göstereceğini söylüyor. Hayatta da, futbolda da gerçekten topun nereden geleceği hiç belli olmuyor. O yüzden keyfini çıkarmak lazım…