"Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar."
Nazım Hikmet
Editörümüz kriptik bir mesajla bu zavallı muhabiri karda-soğukta, Norveç yollarına, daha doğrusu fiyortlarına düşürdü. Üzerinize afiyet yaratılış hikmeti sadece Yaratan'ın bilgisi dâhilinde olan Norveç'te Bergen kentinin üniversitesinde Lars Fredrik Händler Svendsen adlı bir mübarek varmış ve zat korkunun felsefesini yaparmış! Hani havaalanlarında, AVM'lerin girişlerinde, büyük plazaların kapısında çantaları röntgene soktukları gibi insanları da dıtdıt makinesine sokuyorlar ya! İnsan "Ya bu şey yine öterse…" diye heyecan yapıyor ya! Editörümüz meğer sadece havaalanlarında değil, metroda da aynen böyle bir heyecan yapıyormuş. "Ben bu durumu işe girerken, metroya binerken de yaşıyorum. Hatta geçen kemerime kadar çıkardım da ancak kesebildi sesini o işgüzar cihaz. Bu cihazla ilgili Svendsen'in açıklamalarına bir baksan!"
Şimdi bu, size sıradan bir makale görevlendirmesi gibi görünebilir, ama yılların acar muhabiri olunca, buradaki yardım çağrısını görmemek imkânsız! Ben kalkıp taa Norveçlere gideceğim ve orada adamla sadece felsefe mi konuşacağım? Elbette ki hayır! Kendisinden sadece tespit ve teşhis bilgileri değil aynı zamanda tedavi yöntemleri hakkında da bilgi almalıyım. Görevlendirme bu! Nasıl korkmazsınız?
Ta Norveç'e gitmeden önce benim ortaokulda Malatya'nın Hekimhan ilçesinde Rasih İhsan Maden Limited Şirketi'nin yabancı bir jeoloğuna tercümanlık yaptığım yıllarda, adamın kaldığı yerden kendi kaldığım işçi yatakhanesine gitmek için geçmek zorunda olduğum mezarlıkta uyguladığım teknikleri belirtmem yerinde olur. Sizi korkutan bir durumdan kurtulmanın en etkili yolu o duruma hiç girmemektir tabii, ama bu plazanın kapısından veya havaalanı güvenliğinden geçmeden, dergideki masanıza veya uçaktaki yerinize oturmanın imkânı bulunmadığı cihetle, bu yöntem modern çağda işe yaramaz. Yatakhaneye gitmek ve yastıkçığınıza kavuşmak için mezarlıktan geçmeden gitmenin başka bir yolu ise daima vardır. Gerçi bu yöntem, koca bir dağın etrafından dolanarak yolu en az iki saat uzatmak anlamına gelebilir. Varsın gelsin, her yol koca çocuğun pantolonu ıslatmasından iyidir. İkinci etkili yöntem, türkü söylemektir. Bu da modern plaza ve havaalanı girişlerinde uygulanabilir mi bilmiyorum, ama Malatya dağlarında Yozgat Sürmelisi'nin canına milyon kere okumuş birisi olarak şehadet ederim ki, türkü söylemek korkuya karşı birebirdir. Yatakhanenin bekçisi Ali efendinin; "Sen korkuyon karanlıktan ellaham! Sana bir çifte vereyim de omzuna as" diye verdiği boyumdan uzun şeyin korkuyu önlemek şöyle dursun, bizzat kendisinin korku veren bir öge olduğunu anlamam çok zaman almadı. "Gâvur jeolog istemiyor" diye tüfeği iade ederek, kurtulmuştum.
Nereden bilebilirdim ki, o silahı geri vermemin arkasında Lars Svendsen'in geliştirdiği Korku Felsefesi varmış... Gerçi Svendsen'in hakkında felsefe geliştirmediği konu yok gibi:
Can Sıkıntısının Felsefesi (2005), Moda Felsefesi (2006), Korku Felsefesi (2008), Çalışmanın Felsefesi (2008), Kötülüğün Felsefesi (2010), Özgürlüğün Felsefesi (2014), ve Yalnızlığın Felsefesi (2017).
Adam felsefeci değil, feylesof!
Kendisi, buzlarla kaplı bir fiyordun ucunda Bergen Üniversitesi denen liseden hallice bir binada bir tarafı denizdeki buzlara, diğer tarafı dağlardaki buzlara bakan odasında (bu odada her yıl değil her ay bir felsefe icat eder insan!) anlatıyor korkunun felsefesini: "Duygularla akıl arasında daima bir ahlaki çatışma vardır. Ancak günümüzde siyaset dünyası, kendi siyasal işlevlerini kolaylaştırmak için halkın duygularıyla ilgili polemikleri içinden çıkılmaz hale getirdi. Güvenlik için alınacak aklî önlemleri öyle abarttılar ki bizatihi bu önlemler korkuyu teşvik ve tahrik eder oldu; ortadan kaldırmayı hedefledikleri doğal sebeplerin yerini aldı." Yani diyor ki, teröristin bindiğiniz uçağı ele geçirmesi ihtimali o kadar zayıf ki, çoğu insan bunu bir korku ögesi saymayabilirdi, ama havaalanında kemerinize, ayakkabılarınıza kadar öyle bir aranıyorsunuz; 100 mililitreden fazla sıvılarınız, kremleriniz, hediyelik ballarınız, bebeğinizin maması elinizden alınıyor, bilgisayarlarınız, tabletleriniz açtırılıp kapattırılıyor ki, bu güvenlik tedbiri, terörün kendisinden daha büyük bir korku oluşmasına sebep oluyor.
Svendsen, bu korku çarkına ABD'de 11 Eylül 2001 ve İngiltere'de 7 Temmuz 2005 terör saldırılarının sebep olduğunu söylüyor. ABD ve İngiltere dışında bile 9/11 ve 7/7 rakamlarının bireyler açısından ciddi bir "korku zorbalığı" halini aldığını söylüyor. Söz gelimi, henüz bugüne kadar 150 mililitre bir sıvı ile bir uçağı imha edecek bir patlayıcı madde yapılmış değil ama hangimizin elindeki su şişesi alınıp da çöpe atılmadı? Kaç kadın şu kadar para ödeyip aldığı kremin, parfümün güvenlikçi tarafından çöpe atıldığını gözleri yaşlı seyretmedi? Olmamış bir terörün, kanıtlanmamış bir bomba ihtimali sebebiyle çöpe atılan serveti düşünün! Kaç terörist kemerinin arkasına bomba veya silah yapımında kullanılacak malzeme sakladı? Sıfır!
Bunu ben söylemiyorum. Svendsen söylüyor: Sıfır. Kaç kişi ayakkabısının tabanına veya topuğuna bomba-silah malzemesi sakladı: Bir! Evet, koca dünyada bir kişi ayakkabısının ökçesine bir çakının bıçak kısmını saklamış! Şimdi biz hepimiz sırf bu sebeple havaalanlarında ayakkabılarımızı çıkartıyoruz.
"Maksat," diyor Svendsen, "Teröristi yakalamak değil; halkı terörize etmek!
Terör, korku verir; korkan bir kitlenin siyaseten yönetilmesi daha kolaydır; böyle bir kitlesel korku tiranlığı yaratırsan, ülkeleri senin emperyalist emellerine daha kolay boyun eğdirirsin.
Başka bir deyişle, 72 ülke senin peşine takılır ve gelip Suriye'yi işgal ederek, DAEŞ avcılığına girişirsiniz. Yarattığınız korku o kadar vahşidir ki, bu terör avcılığında mesela bir başka terör örgütünü ortak aldığınızda artık hiç kimse size karşı aklın yolunu hatırlatarak karşı çıkamaz.
Çare? Svendsen, çareyi de yine Amerika'da buluyor.
Korkulacak tek şey, korkunun kendisiymiş
Tarih 1933'tü. ABD'de "Büyük Buhran" denen ekonomik çöküntünün en kötü yılıydı. Milli gelir düşüyor; borsa her gün biraz daha çöküyordu. Takım elbiseli, yelekli-fötr şapkalı, rugan ayakkabılı, yani beyaz yakalı işgücü, mavi yakalı işçi kardeşleri ile birlikte kiliselerin önündeki çorba kuyruklarından, iş bulma kurumundaki kuyruklara koşuyorlardı. Ne var ki iki kuyruk da kilometrelerce uzamıştı ve her gün biraz daha uzuyordu.
Para yoktu belki ama servet vardı! Bütün mesele korkuydu. İş adamları, zenginler, servet sahipleri yatırım yapmaya korkuyorlardı. 1929'da başlayan Büyük Bunalım, bitecek gibi görünmüyordu. Yatırım yapmak isteyenlere, bankalar kredi vermekten korkuyorlardı. Henüz kapanmamış olan fabrikalar "satılmaz" düşüncesiyle, üretim yapmaktan korkuyorlardı.
New Yorklu bir avukat, hukuk fakültesini bitirmeden baro sınavlarına katılacak kadar cesur bir eyalet senatörü, Franklin Delano Roosevelt (FDR), sadece "Daha cesur olmalıyız" tezine dayalı bir seçim kampanyası ile önce Demokrat Parti adaylığını ve ardından başkanlığı kazanıyordu. Kongre'nin ortak oturumunda yaptığı ilk "birliğin durumu" konuşmasında hemen her dile atasözü olarak geçmiş bu sözü söyleyecekti: "Korkulacak tek şey, korkunun kendisidir."
Yani korkmayın, korkulacak hiçbir şey yok; ondan, bundan, şundan korkarsanız, korkak davranırsınız. Korkma, mal üretmeye devam et; en kötü ihtimalle ürettiğin mal elinde kalır. Korkarsan üretemezsin ama üretirsen satılabilir. Korkma yatırım yap; korkarsan yatırım yapmazsın, ama yatırım yaparsan kazanma ihtimalin olur. Yatırım yapmazsan, kazanamayacağın kesin! Yatırım yapar da kazanamazsın, en kötüsü sabit yatırım malzemelerini kaybedersin. Ki ona da kaybetmek denmez. Bu yatırım mallarını satar ve zararının bir kısmını karşılarsın.
Svendsen, FDR'nin korkak olmaktan korkmak gerektiğine ilişkin veciz ifadesinin, bir yıl gibi bir zamanda Amerikalı bankerlerin yatırımcıların daha cesur davranmaya başlamalarını sağladığını söylüyor.
Soruyorum kendisine: Cesur olmak korkmanın tersi midir?
"Hayır" diyor Svendsen, "Cesaret bir başka duygudur ve her duygu gibi onun da akılla, aklî davranışla sorunları olabilir."
Örnek? Cahil cesareti! Akıl size, bir depoda benzin kalmış mı kalmamış mı olduğunu anlamak için kibrit çakıp depoyu aydınlatırsan, depoda benzin varsa, ki yüzde 50 ihtimalle olabilir, havaya uçabileceğini söylüyor, ama olasılık kuramının öğretildiği derste, cep telefonundan kankalarla okul sonrası gaming planları yapıyordun; cahil kaldın. Cahil insan cesur olur! Cesaretin fazlası da bütün duygular gibi insanı ateşe atar! Çakmağı çakar depoya bakarsın: Buum!
Korkunun tersi korkmamaktır, Svendsen'e göre. Kendisi filozof olduğu kadar bilim insanı olduğu için ve akademiyanın en büyük ortak özelliği her şeye isim vermek olduğuna göre, "korkmama hali" için de bir isim üretilmesi şart! Svendsen buna "gerçeğin yönetimi" diyor. Yani, gerçeğin akılla bilinebilen, bulunabilen bölümünden (böyle bir şeyin mümkün olduğunu varsayalım bir an için; yoksa oturup 10 bin kelimelik bir yeni yazı yazmak gerekecek) fazla bir fikrî bagajı reddedelim. Yani "teröristler 150 mililitre sıvı ile bomba yapabilirler" ifadesini eğer bilimsel yöntemlerle kanıtlayamıyorsak, terör tehdidi ile ilgili değerlendirmenin dışında bırakalım. Svendsen, aklî tehditlere karşı alınacak akıllı önlemlerin korkuyu artırmadığını, tersine korkuyu ortadan kaldırdığını hatırlatıyor. Komşu eve hırsız girmişse, pencerelere demir korkuluk taktırmak size huzur verir; ama ortada bir tek hırsızlık olayı yokken, demir kapılar, korkuluklar, elektronik tarama-tanıma cihazları gerçekle ilgili olmayan bir korkuyu sürekli hale getirir. Adı üstünde: Korkuluk! Yani korkuyu önleme amacı!
Ne korkular gördüm zaten yoktular!
Editörümün iki satırlık mesajı ile kendimi sadece Norveç'te değil aynı zamanda Malatya'da buluyorum. (Bu yazı için bu elektronik çağında Norveç'e gittiğime inanıyorsanız, neden aynı anda Malatya'da olabileceğime inanmıyorsunuz? Tayy-i mekân diye bir şey yok mu?)
Norveç'te Svendsen'in korkuya karşı ilacı ne idi: Korkudan kork; yani hiçbir şeyden korkma!
Bir gün yine karanlıklar arasında, bulutların arkasına saklanmış cılız mehtabın gökleri de mezarlıklar kadar korkunç hale getirdiği bir gece, kendi kendime dedim ki: "Ya oğlum, bir aydır buradan gidip geliyorsun. Hiç mezarlıktan bir şey çıkıp da seni yuttu mu? Hayır. Öyleyse neden korkuyorsun? Korkma!"
O günden sonra korkmaz oldum; yorulup da mezarlığın duvarına oturduğum geceler de oldu. Beni fark etmeden ıslık çalarak (ve belli ki korkudan titreyerek) yoluna giden bekçi Ali'nin üzerine sıçrayıp, altını ıslattırdığım da oldu.
Ne demişler: Kork korkmazdan!