Ekrem Demirli: Unutan ve hatırlayan olarak insan

Unutan ve hatırlayan olarak insan
Giriş Tarihi: 15.05.2017 10:56 Son Güncelleme: 15.05.2017 10:56
Ekrem Demirli SAYI:35Mayıs 2017
Ünsiyet sahibi insan yeryüzünü vatan edinir, orada veya herhangi bir yerde “yabanilik” çekmeden bilgece yaşayabilir. Bu noktada sûfi ahlakçılar ünsiyet ile marifet arasında irtibat kurar: Ünsiyet marifettir ve marifet ehli için “yabancı” bir şey yoktur. Bu durumda insanın yolculuğu unutmak-hatırlamak, cehalet-bilmek arasındaki bir terakki haline gelir.

"İnsan kimdir" sorusu hiçbir zaman değerini yitirmemiş bir sorudur. Zihnî güçlerini hesaba katmazsak yeryüzünün en çaresiz varlığının kendi farkına varmasıyla birlikte üzerinde en çok durduğu soru buydu. Zaman ve mekân değişse bile bu soru değerini yitirmeden gizemli bir sır gibi dikkatimizi üstünde toplamayı başarabilmiştir.

"İnsan kimdir" sorusunu araştırırken kelimenin kök anlamını tespit etmekle başlamak -bütün öteki meselelerdeki gibi- yaygın bir adettir. Köken araştırmasıyla işe başlamak doğru bir istikamette olduğumuzu gösterse bile, böyle bir araştırmanın bize neyi verebileceği sorunu ortada durur. Böyle bir yöntemi takip etmek en azından iki ciddi sorunla maluldür: Birincisi -bizim araştırmamızda- "insan" kelimesi Arapçadır. Bir dildeki kökeninden hareketle tespit edeceğimiz bilgilerin doğru olduğunu var saysak bile, buradan bir insan tanımı yapabilir miyiz? Vakıa Arapça bize bu dili konuşanlar için geçerli bir çerçeve verse bile, "insanlık" ideası hakkında bir bilgi verebilir mi? Bunu bütün diller için de düşünebiliriz: Bir dilden hareketle öteki dillerdeki kelimeler için de geçerli evrensel bir tanım yapabilir miyiz? Bu durum, araştırmayı malul kılan ciddi bir meseledir. İkinci sorun da yöntemin bizzat kendisiyle ilgili. Bir kelimenin kök anlamı -başlama noktası olmanın ötesinde- bize nasıl bir bilgi verebilir? Bize araştırma sürecinde değişmez bir çerçeve sunabilir mi? Bir kelimenin sözlük anlamı kelime hakkında söyleyebileceğimiz şeylerin genel ve nihai çerçevesini belirleyecek olsaydı, hiç kuşkusuz, işimiz kolaylaşırdı. Fakat hakikat öyle değil! Sözlük anlamı bize bir bakış açısı verse bile kelime, esas anlamını uzun tartışmalar neticesinde kazanır. Bu itibarla her kelime organik bir varlık gibi doğar, gelişir, yeni anlamlar kazanır, daha önceden kazandıklarının bir kısmını yitirerek sürekli bir "kevn ü fesad (var olup sonra bozulmak)" içinde hareket eder. Kelimelerin kaderi düşüncemizin kaderiyle özdeşleşerek bu değişimin aynası haline gelir. Istılah yani terim anlamı dediğimiz şey tam da budur. Üstelik sözlük anlamı nadiren ittifak üzere tespit edilebilir. Bu durumda "ıstılah" anlamı, sözlük anlamını nasıl ele alacağımızın çerçevesini de ortaya koyar. Gerçekte biz sözlük anlamıyla düşünmeyiz, düşüncemizin mahsulü olan ıstılahî anlamla sözlük anlamını başka bir noktaya taşırız.

İnsan nisyan ile mi maluldür?

İnsan kelimesinin kök anlamı için ileri sürülen anlamlara bakmakta fayda var:

Yabanilik ve ehlilik (vahşet ve üns): İnsanın anlamını tezatta aramak…

"İnsan" kelimesinin kökeni için ileri sürülen görüşler arasında "nisyan" kelimesi, öteki anlamlarla kıyaslanmayacak ölçüde bir şöhret kazanmıştır. Bunun sebebi günlük dilde buradan türetilmiş deyimlerin bulunmasıdır. Genellikle bir mazeret belirtmek üzere kullanılan "insan nisyan ile maluldür" bu kök anlama atıf yapar. Bu yönüyle "nisyan" insan ile özdeşleşerek öteki anlamları ikincilleştirir. Peki, "nisyan" kelimesine unutmak anlamı verdiğimizde işimiz çözülmüş olur mu? Elbette ki hayır! Daha doğrusu "unutmak' derken biz ne demiş oluruz, henüz bunu bilmiyoruz! Bir varlığın hatırlamak-unutmak kelimeleriyle tarifine kalkışmak anlaşılır bir durum değil. Çünkü bu tarif kime karşı (hilaf) yapılacaktır ve hatırlamak-unutmak nasıl insana mahsus bir eylem olabilir? Burada varılmak istenilen, bir tarif değildir aslında. İslam ahlakçıları bu nedenle "unutma" kelimesini daha üst ve anlaşılır bir kavramla tefsir ederek onu belirgin hale getirdiler. Unutmak (nisyan) artık vahşet, yabanilik anlamı kazanarak insanın cemiyet ve yeryüzüyle ilişkisini izah eden bir çerçeve kazanır. İnsan "vahşidir" ve bu özellik insana her zaman eşlik eder. Vahşet ile nisyan arasında bir ilişki var zira bizi yabani kılan şey, bir şeyi unutmamız veya bilmeyişimizdir. Bu durumda yabanilik (vahşilik) ile unutmak daha sistematik bir bilgi teorisinin unsurları haline gelerek insan ve evren anlayışını şekillendirir. Bu görüş metafizikçi sûfilerin teorileriyle nispeten Platoncu bilgi teorisine yaklaşır. Platoncu bilgi teorisi bilgiyi, hatırlamak; cehaleti ise unutmak olarak yorumlamıştı. Platoncu bilgi teorisinin ana yapısından kopartılan "basit" yorumu, sûfilerin zikir-hatırlama anlayışıyla uzlaştırılarak bu insan anlayışı ortaya konulabilir. Bunun için yapılması gereken şey, insanın bilgiye sahip olabileceğini iddia eden bir varlık anlayışı geliştirebilmektir. Bunun için Müslümanlar bedensel varlığın öncesinde bir var olma tarzı olarak "elest" inancını savundular. "Bezm-i elest" diye atıf yapılan bu durum bedenlerin yaratılmasından önce ruhlar ile Allah arasındaki sözleşmeye -dolayısıyla ezeli bilgiye- atıf yaparak dinî düşüncenin kurucu unsuru haline geldi. İnsan ile Tanrı irtibatının beden öncesine taşınması farklı geleneklerce yorumlanmıştı. Bu meyanda bütün Müslümanların en çok sevdikleri kavram "fıtrat üzere yaratılmak" yahut "fıtrat dini" ifadesidir. Bu, Tanrı hakkındaki ezeli bilginin yaratılışta bulunması demektir. Bu ezeli varlıkta -en azından beden öncesi- insan Tanrı hakkında bilgi sahibi olmuş, sonra ise bu bilgiyle doğmuştur. Yeryüzüne gelmek ve bedenlenmek bu bilginin unutulması demektir. Burada bir paradoks vardır: İnsanın bilgiyi unutmasıyla yeryüzüne yabancılaşması (vahşet) aynı anda gerçekleşiyor. Başka bir anlatımla insan aynı anda nisyan ve vahşet ile malul hale gelerek insan oluyor. Nisyan ile vahşet arasında bir nedensellik ilişkisi kurmamız bu noktada mümkün.

Kuşkusuz Müslümanlar modern düşüncenin ortaya çıktığı haliyle "yabancılık" meselesini ele almadılar zira bu noktada onlar, cemiyet ve insan ilişkilerinin karmaşık sorunlarından haberdar değillerdi. Özellikle sûfileri dışarda tutarsak, alışkanlık ve geleneklerin insan kişiliği üzerindeki etkileri de yeterince bilinmiyordu. Onlar için "yabancılık" bir aidiyet meselesiydi ve yeryüzüne "misafir" gelmiş olmaktan ibaretti. İnsan yeryüzüne misafir olduğu gibi "dört unsurlu" bedene de misafir olarak yerleşmişti. Özellikle edebi tasavvuf metinlerinde bu temalar sıkça işlenmiştir. Bununla birlikte nazari düşüncenin gelişimiyle birlikte ruh-beden ilişkisi hakkında daha güçlü bir irtibat tarzı ortaya konsa bile, "yabancılık" bu çerçevede ele alınmıştı. İnsanın yaşadığı çatışmalar buradan kaynaklanıyordu: Ezeldeki bilgiyle yeryüzü hayatı arasındaki çelişkiler! Bunu iki yere aidiyetin sorunları olarak da görebiliriz. Çağımızda İslam düşüncesinin bu anlatımdan hareketle daha derin tahlillere gitmemesi için bir engel yok. Bununla birlikte bu haliyle söz konusu düşüncenin çağın karmaşık meselelerini çözmek için yeterli olduğunu söylemek de çok iyimser bir düşünce, hatta meselenin ciddiyetini anlamamak demek olur. Binaenaleyh insan ezeli bir bilgiyle doğdu ve bu bilgiyi unuttuğunda "yabani" oldu. İnsan hakkındaki kesin olan bilgimiz budur. Peki, bu bilgiyi hatırlamak mümkün müdür?

İnsanın varlık içindeki yeri

Aslında sadece mümkün değil, bir görevdir de. "Unutmakla" yeryüzüne inen insan hatırlayarak insanlığını ikmal edecek, var olma gayesini gerçekleştirecektir. Bir insan olarak var olmamızın nedeni o ezeli bilgiyi "burada" hatırlamaktır. Tanrı hakkındaki şahitlik ve ikrar, hayatın ve yaşamanın anlamıyla ittihat ederek, gerçek bir insan olmanın sebebi haline gelir. Bu durumda bedenli bir varlık haline gelmek, ezeli bilgiyi unutmak, hatırlamak ise gerçek bir insan haline gelerek "ünsiyet" sahibi olmaktır. Başka bir anlatımla insan ezeli bilgiyi hatırlamakla "vahşiliğini" kaybederek yeryüzü ve ahalisiyle ünsiyet kurar, ehlileşir. Ünsiyet sahibi insan yeryüzünü vatan edinir, orada veya herhangi bir yerde "yabanilik" çekmeden bilgece yaşayabilir. Bu noktada sûfi ahlakçılar ünsiyet ile marifet arasında irtibat kurar: Ünsiyet marifettir ve marifet ehli için "yabancı" bir şey yoktur. Bu durumda insanın yolculuğu unutmak-hatırlamak, cehalet-bilmek arasındaki bir terakki haline gelir. Gerçekte insanın "düşünen canlı" olarak tarifi bu cümlenin istilzam ettiği (gerektirdiği) bir neticedir. Çünkü düşünebilmek sahip olduğumuz ezeli bilgiyle mümkündür.

Bunun filozoflar tarafından ifadesi "a-priori, doğuştan gelen" bilgilerle düşüncemizin çerçevesinin şekillenmiş olmasıdır. Biz sahip olduğumuz "ilkesel" bilgilerle hatırlamayı sürdürerek bilen, ünsiyet eden haline geliriz. Dinî bilgi bunu daha belirgin hale getirerek Tanrı'ya doğrudan bağlar. Ezelde sahip olduğumuz bilgi varlık ve Tanrı bilgisidir. Bedenli olmak böyle bir kadim bilginin unutulması ve insan üzerinde etkisizleşmesi demektir. Bu durumda varlık bilgeliğini yitirdiğimiz kadar Tanrı ile irtibatımızı da koparmış olduk. Tanrı ile irtibatımızı kopartmamız, bizim yeryüzüyle ve öteki var olanlarla irtibatımızı kopartmak demektir, yani vahşet.

Yapılması gereken, "hatırlamak", yani ezeldeki bilgiye dönerek Tanrı ile kurduğumuz ünsiyettir. Tanrı ile ünsiyet bizi yeryüzüyle ünsiyete götürecek ve "âlem" ile barışacağız. Burada günlük hayatta kullanılan bir deyimin İslam ahlakçılarının görüşlerini anlatmak için elverişli olduğunu söylemeliyiz: Cahil insan! Günlük hayatta cahil bilgiden mahrum insana söylenmez; ahlaken yoksunluğu anlatmak için de "cahil" deriz. Bu itibarla "cehl" doğru bilgi ile doğru davranışı bilmemek-yapmamak anlamına gelerek iki duruma birden atıf yapar. Buna mukabil irfan ve marifet ise hem bilgiye hem de davranışa atıf yaparak insanı yüceltir. Bu ahlakçı yeryüzündeki kavganın, çatışmanın vs. temel sebebi bu ezeli bilginin unutulmuş olmasıdır. Bu bilginin unutulması insanı yeryüzüne ve öteki varlıklara karşı "yabani" kılar. İbnü'l-Arâbî'nin gençlik yılları hakkında anlattığı bir hikâye tam bu anlamıyla ünsiyet-vahşet, kısaca insanlık anlamıyla ilgilidir. Şöyle der İbnü'l- Arâbî: "Gençlik yıllarımda dolaşmak için ormana gitmiştik. Etrafımızdaki vahşi hayvanların bizi görünce kaçıştıklarına şahit olduk fakat bunu yadırgamadık: 'Vahşi hayvandı, bizden kaçması normaldir' dedik. Daha sonra kendimi murakabe ettiğimde, esas vahşetin benim içimde olduğunu gördüm. Aradan bir zaman geçince içimdeki vahşeti (yabaniliği) tedavi ettim, sonra ormana gittiğimde hayvanların etrafımızda gezinebildiklerini gördüm." Kısaca vahşi ormanda insanın yabaniliği sorunu çözülünce barış sağlanmıştı. Tasavvuf edebiyatında işlenen yabani hayvanların kardeşliği meselesi veya Hz. Süleyman'ın bütün varlıklarla irtibat kurabilmesi bunu anlatır: Her şey ile ünsiyet edebilen varlık olarak insan! Bu düşünme tarzı insan hakkındaki teorilerimizin merkezine yerleşebilecek niteliktedir. Çünkü burada İbnü'l-Arâbî vahşet-ünsiyet üzerinden insan-âlem ilişkisi tesis etmek istemiştir. İnsan tabii olarak çevresini yabani bir yer olarak tasavvur ederken gerçekte esas 'yaban'ın bizzat kendisi olduğunu fark ederek buradan ahlaki bir ödev çıkartır. İnsan ne zaman ünsiyet ehli olursa, vahşi ormanda barış tesis edilir ve yeryüzü 'sulh' diyarı olur. Bu bakış açısı insanın varlık içindeki yeriyle doğrudan ilgilidir. Bu kez insan tasavvurunun başka bir yönüne bakmalıyız.

Âlem insanla görür

İbnü'l-Arâbî belki bütün Müslüman düşünürler arasında en kapsamlı insan teorisini ortaya koyan kişiydi. Onun eserlerinde temel soru insan ve insanın dünyasıydı. Düşünceyi böyle bir zemine yerleştirmek, dinin temel meselesini Allah-insan ilişkisi olarak görmenin tabii neticesiydi. Dinî düşünce Allah-insan ilişkisi üzerinde kurulduğuna göre, iki tarafa dikkatimizi eşit ölçüde vermek zorundayız. Hatta meselenin birinci merhalesinde esas soru, "insan kimdir?" sorusudur. Bu araştırma anlamlı bir cevapla neticelendirilmeden ikinci soruyu soramayız. Bu noktada ikinci mesele, yani "Allah kimdir-nedir ve varlık tarzı nasıldır?" sorusu, "insan kimdir?" sorusunun parçası olarak ortaya çıkar. Allah hakkında bir bilgiye ulaştıktan sonra bu kez insan kimdir sorusu yeniden sorulur ve Allah için insan ne anlam taşır sorusunu sorabiliriz. Bu durumda insan sorunun ikincil kısmını teşkil eder ve varlığın merkezine Allah yerleşir.

Peki, böyle bir Allah-evren ve insan anlayışında "insan kimdir?" sorusunu sorsak başka bir cevap alabilir miyiz? Hiç kuşkusuz alabiliriz ve öyle görünüyor ki İslam düşünce geleneği içerisinde muhtemelen en canlı kısımlardan birisi burasıdır: İnsan ve insanın yetkinliği hakkındaki teoriler! İbnü'l-Arâbî insan kelimesinin, insanü'l-ayn kelimesinden türetildiğini söyler. Kelimenin anlamı göz bebeğidir. Göz bebeği ile insan arasında nasıl bir irtibat kuracağız? Âlemi bir beden gibi düşünürsek o zaman insanın bu bedenin önce yüzü, sonra da gözü ve göz bebeğidir. Âlem insanla görür ve kimlik kazanır. İnsan âlemin yüzüdür. Bu düşünce insanın "eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi)" olarak varlığın merkezine konulmasıdır. Âlem insan için ve insana bir mekân olarak yaratıldı. Gerçekte yeryüzü insanın evidir. İnsan yerleşsin diye bu ev yaratıldı ve insan bu evi korumakla sorumlu varlıktır. Bunu bir emanet olarak üstlendi ve bu emaneti hatırlayarak ve ona karşı sorumluluklarını yerine getirerek hakiki bir insan olacak, hakiki insan oldukça da yeryüzü ile "barışacaktır." İslam'ın silm yani barış olması bu demektir: Allah ile barış (teslimiyet), insanın kendisiyle barışı (itminan), toplumla barış ve tabiatla barış… Unutmak-hatırlamak, ünsiyet-vahşet kavramları arasından insan hakkında akla ilk gelen bilgiler bunlardır.

BİZE ULAŞIN