Fatmanur Altun: Kronik batıcının acıklı hikâyesi

Kronik batıcının acıklı hikâyesi
Giriş Tarihi: 15.05.2017 11:03 Son Güncelleme: 15.05.2017 11:03
Fatmanur Altun SAYI:35Mayıs 2017
Eski Türkiye’nin egemenleri, Batıcı bir diskurla ‘gericilerin devleti ele geçirmesi’nden bahsederken esasen yaşadıkları travmanın muhakemelerine düşürdüğü gölgenin alacakaranlığında konuşuyorlar. Dillerine yansıyan öfke, söz konusu travmanın dışavurumundan ibaret aslında.

Hikâyemiz Batı'nın siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak yükselişe geçtiği dönemde başlıyor. Batı'nın yükselişi, yeni oluşan bir sınıf olarak ortaya koyduğu dinamizmle, burjuvazinin bir başarısıdır. Burjuvazi başlangıçta korsanlık faaliyetleri ile biriktirmeye başladığı zenginliği uluslararası ticaretle perçinleyerek yoluna devam etmiştir. Bunu yaparken de kendisini sınırladığını düşündüğü feodal sistemi aşındırmak için serveti kullanmaktan hiç çekinmemiştir. Devletlere açtığı krediler, satın aldığı krallar ve desteklediği sanatçılarla burjuvazi, Avrupa'nın çehresini adım adım değiştirmiştir. 1789 Fransız İhtilali burjuvazinin en görkemli zaferi olarak kayıtlara geçmiştir. 1789'da sokaklara çıkan ve aristokrasiyi alaşağı eden lümpenler yani halktır. Ancak Fransız İhtilali bir burjuva ihtilali olarak kayıtlara geçecektir. Zira halk açısından değişen sadece patron olmuştur. Burjuvalar, halkı aristokrasiye karşı kışkırtmış olsalar da aristokrasinin boşalttığı koltukları doldurmaktan çekinmemişlerdir.

Avrupa'nın siyasi ve toplumsal formasyonu bu ihtilalin ardından tedrici olarak değişmiştir. O güne dek Avrupa'nın egemen sınıfları olarak bilinen kilise ve aristokrasinin yanında burjuvazi de hâkim sınıflar arasında yerini almıştır artık. Bu kavgada burjuvaların halka biçtiği rol, aristokrasi ve kilise karşısında cepheye sürülecek bir kuvvet olmaktan fazlası değildir. Tek istekleri prangalarından kurtulmak olan insanlar, burjuvaların desteği ve yönlendirmesiyle sokaklara çıkıp kralların kellesini istediklerinde farkına varmadan burjuvaziyi iktidara taşımışlardır.

Burjuvazi Avrupa'da bu yolla gücü ele geçirdikten sonra hukuk sistemini ve idari örgütlenmeyi kendi çıkarlarına uygun olacak şekilde yeniden tasarlamıştır. İnsan hakları anlayışına dayalı yeni insan felsefesi, aristokrasiyi ve kiliseyi halkın geri kalanından ve tabi ki bu arada burjuvalardan üstün gören anlayışı etkisiz kılmak için ortaya atılmıştır. Liberalizme dayalı ekonomi anlayışı sınırsız ticaret yapabilmek ve devlet karşısında belli dokunulmazlıklar elde etmek için formüle edilmiştir. Demokrasiye dayalı yönetim biçimi de aristokrasinin ve kilisenin siyasi gücünü kırmak için tasarlanmıştır. Serveti elinde bulundurmanın kalabalık kitleleri yönlendirmede ne kadar işlevsel olduğunu gören burjuvalar, kurguladıkları yeni düzende en çok kendi borularının öteceğini öngörmüşlerdir. Tarih bu öngörüyü doğrulamıştır.

Yeni sömürgecilik anlayışının 'yerel' unsurları

Avrupa, burjuvazinin önderliğinde yeniden örgütlenmeye başlar başlamaz ciddi siyasi başarılar elde etmiştir. Gücünü servetine borçlu olan burjuvalar hem sömürmek hem de ticaret yapmak için dünyanın geri kalanına karşı büyük bir iştah duymuşlardır. Bu iştahı tatmin etmenin yolu, finanse ettikleri ordularla başta doğu olmak üzere dünyanın her yerine yayılmak olacaktır. Servetleri ile büyük orduları finanse ettikçe askeri başarılar kazanan, askeri başarılar elde ettikçe daha fazla zenginliğe kavuşan bir Avrupa vardır artık karşımızda.

Avrupa kendi dışındaki ülkelerde çoğunlukla sömürgeler kurarak yoluna devam edecektir. Ne var ki bu sistem özellikle 1945 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni bir egemen güç olarak tarih sahnesinde yerini almasından sonra değişecektir. ABD, sömürgeciliği Avrupa tarzında örgütlemek istemeyecektir. Zira sömürgelerde ayaklanmalar giderek hız kazanmaktadır ve bu ayaklanmaları bastırmak her geçen gün daha masraflı ve zahmetli hale gelmektedir.

ABD, Avrupa'nın sömürgelerindeki bağımsızlık hareketlerini destekleyerek işe başlayacaktır. Aslında yaptığı şey patron olarak Avrupa'nın yerini almaktır. Sömürgeler bir bir bağımsızlığını kazandıkça kurulan yeni 'demokrasi'lerin her birindeki siyasi, askeri ve bürokratik örgütlenmenin ABD çıkarlarına uygun olmasına hassasiyet gösterilecektir. Bunun için buldukları en etkili çözüm söz konusu kurumların başına Batılılaşmış yerel unsurların gelmesini temin etmek olmuştur.

Bu unsurlar 'yeni sömürgecilik' düzeni için hayati önemdedir. Varlıklarını her anlamda Batı'ya borçlu olan bu insanlar, rıza ve sadakat duyguları ile Batı'ya bağlıdırlar. Eğitimlerini Batı'da yahut Batılı eğitim kurumlarında almış, Batı yaşam tarzını benimsemişlerdir. Yaşadıkları topraklardan ziyade Batı'nın çıkarlarını önemsemektedirler. Bunun karşılığında ise Batı ile ilişkileri yürütme tekeline sahip olmuşlardır.

Batılılaşmış bu yerel unsurların Batı ile ilişkileri yürütme tekelini ellerinde bulundurmaları demek, bürokrasiden, ticarete, sanattan, spora her alanda ayrıcalıklı bir konuma sahip olmaları demektir. Tam da bu nedenle kendi toplumları ile aralarında derin uçurumlar açılır, yabancılık ve sevgisizlik duyguları yeşerirken, Batı'ya bağlılıkları giderek artmıştır.

Hazin bir son

Bahsettiğimiz bu insanlardan Türkiye'de de fazlasıyla mevcut. Ne var ki özellikle son 15 yıldır yaşanan gelişmeler onları iktidarın merkezinden giderek uzaklaştırdı. Belki de sadakatleri Batı'ya değil de kendi ülkelerine olduğu için 'çevre' olarak adlandırılan insanlar 'merkez'e taşındıkça, Türkiye'nin politik ve toplumsal formasyonu üzerinde kalıcı değişimler oluştu. Eskiden hep iyi okullarda okuyan, her zaman iyi kazanan ve iyi yaşayan Batıcılar yıllar geçtikçe toplumun ortalamasına doğru itilirken giderek depresif bir ruh haline büründüler. Geçmişte Batı ile ilişkileri yürütme tekeline sahip olmaktan kaynaklanan ayrıcalıkların artık büsbütün elden çıkmaya başlaması ise büyük bir kayba eşlik eden derin bir travmayı andırıyor. Adeta bir yas travmasını...

Söz konusu kesimler, Batıcı diskurla 'gericilerin devleti ele geçirmesi'nden bahsederken aslında yaşadıkları travmanın muhakemelerine düşürdüğü gölgenin alacakaranlığında konuşuyorlar. Dillerine yansıyan öfke söz konusu travmanın dışavurumundan ibaret. Yoksa bir ülkenin ekmeğini yiyen, yıllarca halkın alkışlarıyla beslenen bir sanatçı neden bir referandum öncesinde şöyle bir tivit atsın ki: "Bisiklete pisiklet, arabeske arabeks diyenler, lütfen mührü hayır ve evetin tam ortasındaki çizginin üzerine vurunuz."

Bir başkası kalkıp içinde Şanlıurfa'sından Yozgat'ına Türkiye'nin 10 şehrinin yer aldığı bir liste hazırlayıp 'görmeden ölmeniz gereken 10 şehir' diyerek kendi ülkesine ve toprağına neden nefret kussun.

Yahut bu topraklarda yaşayan bir insan neden ABD Savunma Bakanlığı'nın hesabına Türkiye haritası üzerinde bombalanacak yerler şurası diye gösteren bir mesaj göndersin. Bir yazar Avrupa kanallarından birine çıkıp da neden; "Burada yaşayan sekülerler sadece yaşam tarzları için değil, yaşamları için de endişeliler" şeklinde hezeyanlarda bulunsun. Liste uzayıp gidiyor.

Bana kalırsa kronik Batıcımızın hikâyesindeki en can alıcı nokta, yukarıda anlatılan ayrıcalıkların kaybedilmesinden doğan yas durumu. Psikologlar yasın beş aşaması olduğundan bahsediyorlar. İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Bu aşamalara göre kronik Batıcımız ikinci aşamada gibi görünüyor. Azı gitmiş çoğu kalmış, az daha sabır!

BİZE ULAŞIN