Sibel Büyük
TÜRGEV Bilim Koordinatörü
"Annem"
Madem bir yerlerde bir yazı kayıt altında olacak, anneme dair olsun istedim. Daha ömrünün baharında yerini yurdunu bırakıp düşüverdiği kalabalık bir İstanbul evinde, en çok yabancı iken, henüz o yabancılığı gözlerinden silinmeden ben sıcacık kucağında en yakını oldum. Belki de hem ben ona, hem o bana tatlı bir huzur oldu. Kafamı göğsüne dayadığımda, sabaha kadar dinlerim dediğim hikâyeleri, yaşadıkları, sevinçleri, hüzünleri, kırgınlıkları, içinde "Ölsem, işte huzur budur" dediğim sıcak bir kalp ondaki. Onsuz asla anlamı olmayacak o kırık dökük eski evin duvarlarına koca bir yaşanmışlığı, her eşyaya ruhuyla işleyen bir huzur. Balkonundan, mermeri kırık basamağına, kapı kulpundan vazgeçemediği tek parça kalmış tabağına kadar her şey anne. Anneannemden miras kalan ''Olsun! Her şeyi görme, her şeyi duyma!'' diyen, kabıma sığamadığımda kolumdan tutup durduran, belki en çok didiştiğim ama en çok dinlediğim... Takvimler ne kadar büyüdün dese de ben hâlâ yanındayken önüne yemek konulan, çoraplarımı giydim mi diye kontrol edilen, ince giyindiğimde azarlanan, gece yatmaz, sabah kalkmaz kızın, çok kitap okuduğumu "Gözbebeklerin yine kafam kadar olmuş" diye çemkirdiğin parçan olmayı seviyorum. Hastalansam, "Avuç için alnıma değse yeter" diyebildiğim bir ilaç, üzülsem "Olsun annem var" dediğim bir dağ, sevinsem paylaşınca büyüyen mutluluktur annem... Her ne yaşarsam yaşayayım, annem kelimesi bile sığınacağım koca bir liman…
Rafet Güngör
Cilt sanatçısı
"Mücellit"
Mücellit, modern cilt, deri cilt, şemse cilt, cihar köşe, kumaş cilt gibi klasik cildin bütün örneklerini yapana denir. Benim için ise bu meslek "Bu eserler tarihin bize bıraktığı miraslar, bunları bizden sonraki nesillere nasıl en iyi şekilde ulaştırabiliriz" demektir. Bu yüzden klasik cilt kadim bir sanattır.
Ben bu işe, eğitim kurslarında yaklaşık 12 sene eğitimini alıp daha sonra 1969 senesinde Süleymaniye Kütüphanesi'ne memur olarak atanarak başladım. Usta çırak ilişkisi bu meslekte esastır. Benim ustam hep şöyle der; "Öleceğime üzülmüyorum, şu mesleğin detayına erişemeyeceğim için üzülüyorum." Sanatkârlar olanla yetinmemiş, "Ustadan ben böyle gördüm, böyle devam ettireyim" dememiş. "Ben öğrendim, biliyorum" diye bir şey yok bu işte.
Cilt sanatının kendine has özellikleri var. Bir esere cilt yaparken o kitabın devrine bakılır. Osmanlı eserine Selçuklu cildi yapamayız. Eser Osmanlı kitabıysa Osmanlı cildi, Mısır kitabıysa Memlûk cildi yapmak zorundayız. İşte bunun için dil bilmek bizim mesleğin gereklerinden biri. Bir eserin hangi devre ait olduğunu ancak onu okuyarak anlayabilirim. Tabii, ben artık alıştığım için kitabın tamamını okumaya ihtiyacım yok çünkü ben yazı ekolünden ve kâğıdından hangi döneme ait olduğunu anlıyorum. Öyle vakitle olacak iş değil. Üç günde, beş günde yaparım denmez. Usulüne, devrine göre yapılır. Usta, kitap neyi isterse onu yapmak mecburiyetinde…
Tabii zaman her şeyi yıprattığı gibi bunu da yıprattı. Bize bırakılan bu mirasa sahip çıkmamız lazım. Sahip çıkıyor muyuz, hayır. Bir çaba var mı, hayır. Ben de ortaokul yıllarımdan beri buna hizmet etmeye devam ediyorum. Allah güç verdiği sürece de bu işi yapmaya devam edeceğim.
Emel Özkan
Şair/Yazar
"Söz"
Kanımca, "söz"ün sözler içindeki yeri ayrı. Kelamı var bunun tabii, lafı var, laklakı var. Her ne olursa olsun, konuşmayı kesmenin affı ancak bal iledir. Herkesin sözü kıymetlidir, benliğiyle birebir ilgilidir zira. Sanırım, ilahî bir dayanağı olduğu için bu böyle. Bilindiği üzere, varlık "Kün/Ol" fermanınca meydana geliyor. Yani yaratılıştan önce, bir başka ifadeyle irade ile varoluş arasında söz bulunmakta.
Söz nedir diye düşündüğümde yıllar önce işittiğim bir tespiti hemen hatırlarım: "Âmâ peygamber var, fakat işitmeyen ya da dilsiz bir nebi yoktur". Bu çarpıcı cümle sağır ve dilsizler okulunu sınıfça ziyaretimizde tanıştığımız bir öğretmene ait. Cümleden anladığım şu: Yaratılışın başladığı nokta olan kelam, aynı zamanda sorumluluğun da başladığı yerdir. Herhangi bir mesuliyete yanaşmayan kişi de söze başvurur yine ya da pasif inkâr/direniş diyeceğimiz yöntemi kullanarak söyleneni duymazdan gelip geçersiz kılmaya teşebbüs eder.
Kuran-ı Kerim'de sarf ettiğimiz her kelimenin istisnasız kaydedildiği bildirilir; şükür ve sorumluluk bahsinde gözden evvel kulak zikredilmiştir; selam vermek sünnetken, almak farzdır ki tabir-i caizse kutsal kelam havada kalmasın. Bu ve benzeri nice misalden, sözün varlıkla ve aynı zamanda aşkın olanla irtibatı kolayca sezilmekte. Bu duyuş, şiire bakışımı da şekillendiriyor bir ölçüde, en azından kelime israfından kaçınıyor; bununla birlikte, beyanın derinliği ve çeşitliliği ne olabilir, hangi ifadeler batını zahire taşıyabilir sorularının peşinden gidiyorum.
Hâsılı kelam; kalbimi huşuya sevk etmesiyle ve ayrıca her taşın altından çıkarak bilincimi hayretlere salmasıyla "söz"e fikir yormak, ömre bedeldir diyebilirim.