Dünyanın merkezinin neresi olduğuna dair bazı yörelerde Nasreddin Hoca'ya, bazı yörelerde kasabadaki pazar dönüşü yorulmuş, yolun kenarında dinlenen eşekli amcaya, hatta Portekiz'de kilisenin bahçesini sürmekte olan yaşlı zangoca atfedilen hikâyeyi bilirsiniz. Anlatanın latifede letafet ölçüsüne göre değişen cevapların en usturuplusunda, "Dünyanın merkezi eşeğimin ayaklarının bastığı yer!" tarzında yer alan tarifi de bilirsiniz fakat bu soru yine de bu ay muhterem editörümüz tarafından vazedilen soruyu cevaplamamızı sağlamıyor.
Tabii iş başa düşüyor ve Montesquieu'nün çoktan beri başvurmadığımız, varlığını özel bir gayretle kanıtladığımız gün ışığına çıkmamış bir dizi mektubunu elden geçirmek gerekiyor. (Özel gayretin büyüğü ve zor olanı bu mektupları bulmak mı, yoksa siz muhterem okurları buna inandırmak mıydı? Hâlâ emin değilim!)
Mektupları hatırladınız mı? İran Mektupları (orijinali adıyla Lettres Persanes ) 1721'de yazılmış; yayınlanmışmış. Ama benim tonla siyaset teorisini okuduğum Montesquieu'nün İran'dan kalkıp, İstanbul üzerinden Fransa'ya yolculukları sırasında birbirlerine ve Fransa'daki arkadaşlarına yazdıkları mektupları bulması… Sonra bu mektuplarda Fars seyyahlar Özbek ve Riko'nun birbirlerine yolda rastladıkları ecnebi hatunlarla aşkı-meşki değil de melankoli üzerine derin doğu felsefeleri yazmaları… Sonra bu mektupların, başkasının değil, illa Montesquieu'nün eline geçmesi… Eh, bu kadar derin metafora inanınca, bu fakirin gidip Montesquieu'nün hâlâ gizli kalmış bir arşivini bulup oradan birkaç mektup daha çekip sizlere sunmasında nasıl bir gerçeğe aykırılık olabilir ki? Bunu bu derginin ilk sayfalarında dile getirdiğimde, sosyal ve gayrisosyal medyadan acizlerine güven ifade eden 27 bine yakın paylaşım almış idim.
O dergide, şu anda piyasada bulunan kitapta 161'incide kesilen mektuplara devam etmiş ve birkaç örnek sunmuş idik. Yine o dergide arz etmiş olduğum üzere, bu mektupları bulundukları arşivde insanlığın hizmetinde bırakmış ancak ne olur ne olmaz diyerek cep telefonu ile hepsinin fotoğrafını çekmiş idim.
Şimdi "Dünya neresidir?" diye sorunca kendi kendime, "Bunu 17'nci yüzyıl Farisi aydınları bilemezse kimse bilemez" dedim ve o fotoğrafl arı elden geçirdim. Ve tabii bu yazının senaryosu gereği, aradığımı buluverdim. Hem de ne buluş! Montesquieu'nün Kahireli dostu Ebu Zeyd Abdurrahman'ın girişini yazıp gerisini getirmediği kitabına almak üzere yazdığı notlarına atıf yaptığı bir mektubunu keşfetmez miyim? Zavallı Özbek nereden bilsin bu Bağdatlı kadının günün birinde İbn Haldun adıyla dünyanın en ünlü âlimlerinden biri olacağını!
Temeli adalet olan medeniyet
Eski sayıda, gün ışığına çıkarttığımız mektupları 169'a kadar numaralamışız, 170'ten devam edelim:
Mektup 170: Özbek'ten İsfahan'da Faran'a:
Benim mektuplarımın durduğu kutuda kadı dostum Ebu Zeyd'in 5-6 sayfa yazısı olacak. Onları bana yolla.
Mektup 171: Faran'dan, Efendisi Özbek'e:
Muhterem efendim, 5-6 sayfa dediğiniz yazı en az 100 sayfadır. Benim de artık gözüm iyi görmediği için bunların ancak bir kısmını kopyalayabiliyorum. İşte aşağıda takdim ediyorum.
Sevgili kardeşim Faran,
Sizin Farisiler inşallah bu "mülk" kavramını bizim bedevilerden daha iyi anlıyorlardır. Yırtınıyorum ama hâlâ bizimkilere öğretemedim. Sana burada ayrıntılı anlatmak istiyorum ki, orada da bilinsin ki dünya denince akıllarına babalarının çift liği gelmesin. Ben bunu Türklerin aksak hakanı Timur'a bizzat anlattım. Herif, kanlı katil, kitap düşmanı, aydınları kıtır-kıtır doğruyor filan ama yine de uğraşır anlatırsan, anlıyor.
Şimdi bu "mülk" denen şeyi, mal, krallık, kral ve adamları, padişah, şah filan diye tercüme ediyorlar. Yanlış! Mülk, ümran, medeniyet, uygarlık denen şeyle çok bağlıdır. Bak sana anlatayım. Eline bir kâğıt kalem al; ortaya bir yuvarlak çiz. Bu çemberi, sekize böl. Herhangi birinin içine "1" yaz. Hangisi olursa olsun. Zaten anlatacağım şeyin güzelliği burada: Her şey aynı yere çıkıyor sonunda.
Şimdi bu 1 numaralı dilime şunu yaz:
1. Dünya bir bahçedir; duvarı ise devlettir. Sonra sağındaki kutuya 2 yaz, yanına da şunları:
2. Devletin düzenini kanun sağlar.
"Kanun" deyince bunu hemen senin padişahının veya Arap'ın melikinin, Türk'ün Timurunun kanunu sanma. Kanunun iyisi Allah'ın kanunudur; unutma.
Sonra bir yanına 3'üncü dilime de şunu kaydet:
3. Kanun için mülk gerekir. Sonra devam et sırayla dilimleri isimlendirmeye:
4. Mülkü korumak için asker gerekir.
5. Askeri toplamak için mal gerekir.
6. Malı üretmek için millet gerekir.
7. Milleti bir arada tutmak için padişah gerekir.
8. Padişahı işbaşında tutmak için adalet gerekir.
8'den sonra gelen 1 numarayı, 9 gibi oku şimdi:
1. Dünya bir bahçedir; duvarı ise devlettir.
Yani dünya ne imiş? Senin devletinin içinde bulunduğu yer? Seni dünyadan ayıran senin devletinin duvarları. O duvarlar ne ile ayakta duruyor? Oku oku, devam et: geldin mi 8'e? Yani dünya içinde seni var eden ne imiş? Adalet. Yani adalet mülkün temeli imiş. Peki, bu duvarın dışındakilerin sana saldırmaması, senin o ortamda, kendi içine yönelik olarak adaletle, dışarı yönelik olarak da barış içinde yaşaman için ne lazım? Ümran! Yani medeniyet! Yani sendeki gibi, adalete dayanan bir düzen… Eğer, etrafın senin ülken gibi adalet ile yönetiliyor olursa, kimse sana saldırmaz, sen kimseye saldırmazsın. O zaman ümranın, medeniyetin temeli ne olmuş oluyor: Adalet.
İşte mirim, biri sana soracak olursa "Dünya neresidir?" diye ona diyebilirsin ki "Dünya, temeli adalet olan medeniyettir."
Faran'dan gelen bu belgeyi Özbek'in Rhédi'ye ulaştırdığı anlaşıyor. Devam edelim mektupları okumaya:
Mektup 172: Özbek'ten Venedik'te Rhédi'ye:
Sevgili kardeşim; son mektubunda Venedik hükümetinin Cenevizlilere karşı topyekûn savaş açtığını öne sürüyordun. Bu Avrupalıların, dünyayı ateşe atmakta üstüne yok! Bak sırf senin için İsfahan'dan bir mektup getirttim. Bu mektubun yazarı, Tunuslu bir kadıdır. Kadı dediysem! Adam allame. Tarih uzmanı… Şimdi içtimaiyat diye bir şey icat ediyor. Senin orada buna "sosyoloji" diyor olabilirler. Adamda ayrıca ilm-i siyaset de var. Hem de feylesof. Bak ne diyor: "Ümranın, medeniyetin temeli ne olmuş oluyor: Adalet. Bir milleti vahşilikten, tavahhuş'tan, taannus'a, yani adam içine çıkmaya yakışır olmaya götüren şeyin temelinde adaletle yönetilen, kentli yani hadara üyesi olması, bedevi olmaması bulunuyor. Bunu Cenevizlilere, Venediklilere, Fransızlara, Cermenlere nasıl anlatırsınız bilmem. Hadara dediğin şeye sizin orada "kent", "burg" veya "bürger" dendiğini biliyoruz. Bu olunca ortaya illa "umran hadarî" çıkar mı dersin? Hayır çıkmaz. Bazen kente rağmen insanlar bir "umran bedevî" içinde yaşayabilirler.
Zannederim o kadar zahmetle gidip Fransa'nın güneyinde, yol geçmez, iz geçmez La Brède komününde Montesquieu baronu Charles'ın artık kimsenin ilgilenmediği terkedilmiş evrakları arasında, kendinin nereden nasıl bulduğu (hatta bulup bulmadığı) şüpheli birtakım İranlı seyyahların mektuplarını bulmuş olmam bir işe yaradı. (Gerçi eski sayılarda melankoli konusunda da epey aydınlatıcı şeyler aktarmış idim!)
Adaletle yönetilen uygarlık
Şimdi editörümüzün sorusuna gönül huzuru ile şu cevabı verebiliriz:
Dünya, ancak adaletle yönetilen bir uygarlık ise dünyadır. Değilse cehennemdir.
Tabii buradaki mektupta çok geçmiyor ama İbn Haldun'un bu dört kavramın arasına sokulması gereken, bu dört kavramı ve Adalet Dairesi diye özetlenen teorisinin parçalarını birbirine tutturan bir de "asabiye" kavramı vardır. Montesquieu neden söz etmemiş acaba? (Buraya tam kafası hafif yana eğik, gülen emoji lazım ama!)
Asabiye de çok doğru tercüme edilen bir kavram değil; ki Montesquieu'nün zamanında İbn Haldun'un çevirileri henüz Osmanlı sınırları dışına çıkmamıştı. Asabiye'nin bugün bile doğru çevirisi yok Avrupa dillerine. (Hoş; Türkçe'ye bile yok ya!)
Bu kavramı gören Avrupalıların çoğu, "asabiye"nin özellikle bedevi kavimleri arasında görülen bir tür kavmiyetçilik şuuru olduğunu sandılar. Belki de İbn Haldun kitabında bir sosyal güç olarak en belirgin görüldüğü yer diye göçmen kavimleri, taşralıları, kentleşmemiş olanları örnek verdiği için. Aynı dikkatle okununca görülüyor ki "asabiye" bir mülkün var olması için olmazsa olmaz (sine qua non) varlık şartı. Peki ne? İster olumlu ister olumsuz bir sosyal oluşumun olması için o insan topluluğunun bir araya gelme gücü. Dayanışma ruhu, "Esprit de corps"… Bildiğin arsayı memleket hâline getirme ve o memleketleri barış içinde bir arada tutma arzusu. Dünya cennetinin hammaddesi…
Farkındayım ki, çok evrenselci oldum bu son ifade ile. Ama kabahat benim değil, İbn Haldun'un.
Eğer onun siyasal felsefesini bir tür "proje" olarak idrak edersek, görüyoruz ki Hegel'den, Marx'tan çok önce bir tarih felsefesi ortaya atmıştı. Hem de Avrupalılar gibi, yazıldığı sırada tarihin çöp tenekesine atılan bir katı belirleyicilik olarak değil, her zaman için geçerli bir model olarak.
Çok kısa ve bizim İranlıların mektupları çerçevesinde belirtirsek, bedeviler geliyorlar, tarım ve hayvancılık gibi erişebildikleri teknolojik ve siyasal basitlik çerçevesinde bir "umran bedevî" kuruyorlar. Büyük tarihsel süreçler sonunda bu uygarlık bir kent uygarlığına dönüşüyor. Tarihin çarkı diyelim; insanlar elbette teknolojiyi icat ediyorlar, ticareti keşfediyorlar ve o koca çark dönüyor ve ortaya "umran hadara" çıkıyor. Kent uygarlığı. Marx'a sorarsan bu böyle gidecek. Gidemiyor elbette. Çünkü Marx'a, "Mal sahibi, mülk sahibi; hani bunun ilk sahibi?" diye soran bir Yunus çıkmamış. Oysa Yunus'u tanımasa bile, adalet çarkına "Allah'ın yasası" diye bir şeyi koyacak kadar döngü kavramına aşina bir kişi İbn Haldun. Dolayısıyla antropolojisi, "Bu düzen böyle ebediyen gider!" değil, "Gün gelir bu devran döner" anlayışını koyuyor ve başlığına da "Umran insan gibidir; doğar, büyür, egemen olur ve ölür!" diyor.
Ta ki, birisi bu cenneti tam bir cehenneme çevirinceye kadar…
Acaba kaç atom, kaç hidrojen bombası alır bu dünyanın tam bir cehennem ateşine dönmesi?
Ve sonra "umran bedevî" nereden doğar?
Özetle dünyanın merkezi eşeklerimizin veya bizim tam bastığımız yer. Çevremiz dünya... Onu cehenneme çevirmek de cennet kılmak da elimizde. Merkezi biliyorsak gerisi kolay...